6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 9: Deneme, Yanılma



DENEME, YANILMA!

1. Duygudökümü


 

Bu öykü tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişilerle ilgisi varsa bile bu tamamen rastlantıdır. Yazar bir gün bir yerlerde oturup öykü konusu ararken birkaç konuşmaya şahit olmuş ve onları malzeme olarak kullanmış olabilir. Yazarın konuyla ilgisi sadece yazarlık tutkularıyla açıklanabilir. Başka bir neden aramaya gerek yok.

23 yıllık bir sevda öyküsü bu. 23 yıl önce başladığı söyleniyor. Bugünlerde de bittiği. Böyle söyleniyor. Hemen herkes böyle düşünüyor. Hemen herkes. Yazar hariç!

23 yıl öncesine bir dönelim. Ah bellek denen şu müthiş buluş! Zaman makinesi: 70’lerin sonları. Bir kış günü. Bir kent lisesinde okuyan biri erkek diğeri kız iki öğrenci otomobille gidiyorlar. Erkek kızı evine bırakacak. Kız istemeye istemeye geldi. Çünkü yollar karla kaplı. Ya müsamereye hazırlandıkları salonda sabahlayacaktı ya da erkeğin onu evine bırakmasına izin verecekti. O kadar da kötü olamaz canım! Gerçi birbirlerine karşı düşmanca tavırlar sergilemeyi bir alışkanlık haline getirdiler ama... Neden öyle davrandıklarını düşünmüyorlar, sadece davranıyorlar. Ah gençlik denen şu müthiş buluş! Birinden hoşlanmamanın özel bir nedeni olmayabilir, tıpkı hoşlanmanın de bir nedeni olmayabileceği gibi. Erkek kantine giren kızı görünce okuduğu gazeteyi suratına kaldırıp kağıttan bir duvar koyuyor aralarına. Kızın davranışları da farklı değil. İlk kim başladı? Biz bilemiyoruz. Kendileri biliyorlar mı acaba? Bir gün müsamere koluna başkan seçiliyor erkek. Kızın da yardımcısı olarak seçildiğini öğrenince görevden çekilmek istiyor. Gerek yok, diyor kız, görevden ben çekilirim. Peki peki, diye alttan alıyor erkek. Lafını da esirgemiyor ama: Çok konuşmazsan belki idare edebiliriz! O karlı gece eve bırakma teklifini de mecburiyetten yaptığını düşündürtüyor. Arabadaki konuşmalarında ise tam tersini...

-Çıktığın çocuk var ya...

-Eeee?

-Ondan ayrıl.

-Nedenmiş?

-Bir de hoşlandığın o çocuk var ya?

-Eeee?

-Onu da unut.

-Niyeymiş?

-Benimle çık! Sadece benden hoşlan...

-!!!???

Kızla birbirlerine bu kadar ters, neredeyse düşmanca davranıyor olmaları mı etkiledi erkeği, yoksa etkilendiğini anladığı için mi ters davranıyordu. Sevgisi önce başlayıp nefretten güç alarak mı ilerledi, yoksa nefreti sevgiye dönüştü de bunu fark edince nefretinin dozunu mu artırdı?

Peki kızın davranışları nasıl açıklanabilir? Öyle kolay teslim olmaz. Peşinden koşmalara, teklifin defalarca yinelenmesine aldırmaz. Kapılara kadar gelinmesine, yolda karşısına çıkılmasına, söylenenlere yazılanlara kulak asmaz... İnadını sürdürür. Kendisinin de erkekten hoşlanmaya başladığını anladığında bile...  Evet, demez... İnadına...

Sonra yolları ayrılır. Kız başka kente göçer. Erkek üniversiteyi okur. Bir ara hapse girer. Nedeni ne olabilir? 80’li yıllar. Devrimcilik mi? Yoksa adi bir suç mu? Devrimciliğin yanında diğer suçlar adi mi? Erkek bundan söz etmek istemez. Bizim gözümüzde gizemini korur böylece. Onu koymak istediğimiz yere koyma hakkını verir bize, olanak tanır onun için düşünmek istediklerimizi düşünmemize. Onu sevmeyenler adi suçlardan birini yakıştırırlar kendilerince. Sevenler ise ona yakışanı sadece.

Sonra yabancı bir ülkeye gider erkek. Orada mesleğiyle ilgili büyük bir şirkette yöneticilik yapar; üst düzey. Amatör bir caz grubunda saksofon çalar. Ülkesine ve kentine/kendine döndüğünden bu satırların yazıldığı güne kadar yaptıklarına bir bakalım: Bir Kafe’nin sahibi ve yöneticiliği. (Buradaki yöneticiliği ne kadar üst düzeydir, bilemiyoruz, yöneticinin amacının insanlarla daha yakın iletişim kurmak olduğu söyleniyor.) Daha çok, kitap okumak, sanat eserleri sergisini gezmek, kentte düzenlenen kültürel faaliyetlerden haberdar olmak ve böylece ruhunu beslemek için gelinen bir yer, arada da bir şeyler yiyilip içiliyor tabii... Böyle bir şeye “teşebbüs” edebilmiş bir insan yöneticimiz. Kafe’sinin (kesme kesin gerekli) yanında bir de hediyelik eşya ve oyuncak dükkanına da teşebbüs etmiş bir insan. Okuduğu üniversitenin mezunlar derneğinde çalışarak öğrencilerin burs ihtiyaçlarını karşılamaya da teşebbüs etmiş bir insan. Ülkesinin gelişiminin kültür gelişimi olduğuna inanmış, böyle düşünmeye teşebbüs edebilmiş bir insan...

Aynı zamanda da 23 yıl sonra derginin birinde kendisiyle ilgili bir yazıyı okuyup arayan 23 yıl önce peşinden koştuğu kadına, kadının yaşadığı kentte onu ziyarete geleceği sözünü veren, ama bu sözünü yerine getirmediği gibi bir telefon edip gelemeyeceğini bildirmeye gerek bile görmeyen, buna da teşebbüs edebilen bir insan... Ah insan denen şu müthiş buluş!

Buluşacakları gece kadının heyecanının ve hayal kırıklığını düşünebilmiş midir acaba? Düşünmesine yardımcı olalım, böylece anlamasına da yardımcı olabiliriz belki. Kadın güzel güzel giyiniyor. İşyerindeki arkadaşlarından o gece için uğurlar alıyor. Birinden bir bilezik, başkasından bir kolye, bir yüzük, uç uç böceği biblosu, renkli, kokulu bir (s)ilgi... Bir arkadaşının Amerikalardan getirdiği kınayı sürüyor eline. Uğur getirsin diye... İnsanlar gelip imalı imalı sorular soruyor. Senaryolar kuruluyor. Espriler yapılıyor. Filmlere konu olacağı türünden laflar ediliyor bu buluşmanın. Herkes neşeli, herkes mutlu. En fazla da kadın. Belli etmek istemiyor ama ne mutlu olduğu yüzünden okunuyor. Oysa hiç kimsenin bozmaya cüret edemezmiş gibi gözüktüğü o mutlu gülümseme bozuluyor. Buluşmanın gerçekleşmesi için gereken telefon gelmiyor. Geç kaldığıyla, gelemeyeceğiyle ilgili bir telefon da gelmiyor. Karşı telefon edilince öğreniliyor ki, kentinden ayrılmamış bile. “Evet, gidemedim” diyor erkek, Kafe’de kendisine hatırlatılması üzerine. Sadece bir “Evet, gidemedim.”

Tüm uğur eşyalarını teker teker çıkarıp sahiplerine geri veriyor kadın. Avucunun içindeki kına hariç. Bazı şeylerin geri dönüşü yok! İçinden şöyle geçiriyor: Herhangi bir gün gibi başladı. Herhangi bir gün gibi bitti. Öyle olmayabilirdi...

“Evet, gidemedim...”

Onunla ilgili ne denebilir ki? İnsanlarla daha yakın iletişim kurabilmek için açtığı Kafe’sinde hobi olarak saksofon çalan üst düzey yönetici ve oyuncakçı dükkanı sahibi bir... nokta nokta...

Ah yazı denen şu müthiş buluş... İnsanı senin kadar kıskandıran bir şey keşfedildi mi bugüne kadar? Öyle ki ne kadar iyi cümleler yazarsan, kıskançlığın o kadar artıyor. Ne kadar hayran olursan o kadar kıskanıyorsun ve ne kadar kıskanırsan o kadar hayran oluyorsun. İlginç olan şu ki; yazdığın bir sözcüğü diğerinden sonra ya da önce getirerek tümcenin anlamını değiştirebilir, duygulanımı tamamen farklılaştırabilirsiniz: Sempatik düşüncesiz ile düşüncesiz sempatik arasındaki nüans’ı fark edebiliyorsunuz değil mi? Duygusal ama inatçı ve inatçı ama duygusal arasındakini? Gururlu ama sert ile sert ama gururlu’nun farkını... Bu duygu değişimini sağlayan şeyi tüm bir metne de uygulayabilirsiniz. İnsancıl birinden söz edip onu tek bir hareketiyle kötüleyebilirsiniz, ya da tam tersini yapar kötücül bir hareketi anlatıp onun soylu nedenlerini anlamlandırmaya çalışabilirsiniz.

Metni hüzünle ya da umutla bitirebilirsiniz. Öyle ki o hüzün de içinde biraz umut taşır, o umut da biraz hüzün... Size kalmış.

Metin buraya kadar. Gerisi size kalmış.

 

2. Hayatdökümü

 

Hayat insanlara göre kuruluyor,

oysa insanlar hayata göre yaşamalılar.

 

Bu öykü tamamen hayal ürünü değildir. Kahramanlarının gerçek kişilerle benzerlikleri vardır ama bu kişilerin adları açıklanmayacaktır. Yazar bir gün bir hayalden yola çıkarak bir kente varmış ve hayalindeki mekana benzettiği bir mekanda bir insana rastlamıştır. Ve bu insanın, daha önceden bir parçasını kendi hayal ettiği, bir yazısını kurgularken tasarladığı hayatını ondan dinleme şansına erişmiştir.

Yazarın kahramanlarını daha yakından tanıma isteği vardır, zaten bu amaçla yazı masasının başından kalkarak hayata dalıvermiştir. Yazar hayale gerçekten daha fazla önem verir, daha fazla anlam yükler; kahramanlarını yaşamış insanlardan birebir seçmez de kendi gösterişsiz tahtında kendi çapında bir Tanrı olarak yeniden yaratır, tabii her zaman etkilenmelere açıktır ve gerçek dünyanın da en az hayal dünyası kadar ilgi çekici olaylara sahne olduğunu bilir. Bu düşüncelerin etkisiyle bir yazısında tamamen hayalinde yarattığı iki kahramanın ilişkilerinin tümüyle kendi uydurması olup olmadığını sorgular. Gerçek hayattaki insanların arasında da böyle âşık olanlar, yıllarca bekleyenler, reddedenler, kabul edenler, haksızlığa uğrayanlar, tam da hayal ettiği gibi yaşayanlar var mıdır? Bunu sorgular, araştırır ve böylece hayal kişiliklerinin insansı bir temelden yükselip yükselmediğini denetlemiş olur. Bunu istemekte, şart koşmakta haklı olduğunu düşünür, çünkü sonuçta yaşanan ve hayal edilen her şey, gerçekleştirilen ya da kaçınılan her olay insana özgüdür. (“Tanrı görür ama karışmaz. Karışamaz çünkü kendi böyle yaratmıştır.” Calvino) Böylece yazar, yaşananların kendi hayal dünyasına etki edeceğini öngörmektedir. Ve tabii içten içe, tamamen ve yalnızca yazarlık tutkularıyla açıklanabilecek bir düşünceyle, hayal ettiklerinin de yaşananlara etki edeceğini hayal eder.

Yazar, metninde incinmiş bir karakteri anlatmaya başlamıştır ve artık ruhundaki incilerin pırıltısı incinmişliğin kara bulutuyla gölgelenen o karakter, hayatını kendi başına sürdürmeye devam edecektir. Yazara düşen -gerçek ya da hayal- tanık olduklarını yazmaktır. Kahraman, yazara hayatını dikte ettirir; böylece hayatını gerçekleştirir, bir sona ulaştırır, ruhunu huzura kavuşturur. Yazar da yazmasına neden olan tutkularının tatminine doğru yelken açar, ulaşır ya da ulaşamaz, bu kahramanı ilgilendirmez; ama kahramanının tutarlılığı yazarı ilgilendirmelidir. Kağıt üzerindeki mürekkep haricinde bir gerçekliği olmayan bu hayal dünyasının dışındaki gerçek dünyada -ya da hayal evreninin bir sistemini oluşturan gerçek dünyada- hayal dünyası sakinleriyle (kahramanlar), gerçek dünya sakinlerinin (insanlar) hayatları eş mantıklı bir gelişim izler görünür. (Yazı, insanları kahraman yapar; hayat, kahramanları insan...) Oysa tek ve çok önemli bir farkla birbirinden ayrılıyordur: Kahraman kendi hayatını sürdüğü -hayatını kendi sürdüğü- bilgisine sahiptir ve bu bilgiyi kullanmakta, böyle nefes almakta ve özgürlüğünü böyle korumaktadır. Bu bilgi yazar tarafından verilmiş ve kullanması için önayak olunmuştur, zaten kahraman, var oluşunun anlamının bu bilgiyi kullanmak olduğunu, kullanmazsa yazıdan, yazarın hayal dünyasından atılacağını bilir. Oysa ki bu gerçek, insan için her zaman geçerli değildir. Tüm insanlar da bu bilgiye sahiptir, hepsi bu bilgiyi kullanma içgüdüsüyle doğmuştur ama hepsi bunu yapmaz, dahası bu bilgiye sahip olduklarını bile fark edemez. Bu yüzden her iki hayatın da, hayal dünyası ile gerçek dünyanın da, kahramanların dünyası ile insanların dünyasının da, yazı ile hayatın da, ebedi sanat ile hayat sanatının da eş mantıklılıkları bozulmuş ve önemli bir ayrım doğmuştur:

Yazı hatasız olmalıdır, insan ise hatalarıyla insandır.

Yazı hatalarından arındığı sürece doğmayı, ortaya çıkmayı ve her iki dünyada da sonsuza dek var olmayı hak eder; insan ise hatalarından arındığı sürece yok olmayı, ölmeyi.

Yazı ölümsüzlüğü başarmalıdır, insan ise ölümü...

Ve tam da böyle olur.

Hayatı planlamaya teşebbüs edebilmiş bir insanın öyküsü bu. Baba asker. Yazar bu bilgiyle babanın oğlunu otoriter bir bakışla yetiştirmiş olabileceği düşüncesini vermeyi amaçlar. İngilizce’de Author (Yazar) ve Authority (Otorite) sözcüklerinin benzerliğinden yola çıkarak, “babanın, çocuğunun hayatının yazarı olmaya kalkıştığı” şeklinde bir otorite açıklaması getirmeye çalışır. Sonuçta yazarın, öznel olmadığını düşündüğü bir inancı vardır: Baba denen şey müthiş bir buluştur! Sanki hayatlarımızı romanlaştırmak için yaratılmışlardır.

Burada yazar, yazar kimliğiyle “kahramanlarının-hayatının yazarı” (ve kahramanlarının hayatının-yazarı) olmaya kalkıştığını düşünür; yazar/kahraman ve baba/oğul ilişkisini karşılaştırmayı başka bir yazıya bırakma düşüncesiyle savaşır ama yenilir. Böylece asıl konuya bir parantez ile ara vermek ister, konudan tam da kopamayarak şöyle bir monolog yazar:

“Geleceğim (göreceli de olsa) garantide. Çünkü her şeyim, tüm hareketlerim ve uzun vadeli planlarım (deneyimsiz bir yaşımda saptadığım) bu gelecek için seferber. Hiçbir şey (değişim bile, duygularımın, isteklerimin, çevremin, hayatın, doğruların değişimi bile) beni yolumdan döndüremez. (Temelinin sağlamlığını kontrol etmediğim, üzerine kurulabilecekleri gözden geçirmediğim) ideallerim doğrultusunda, ne olursa olsun (hatalı olduğumu anlasam bile) ilerleyeceğim.”

Yazar buradan şuraya gitmek istemektedir: Bir babanın otoritesi ile bir yazarın otoritesi ne kadar farklıdır? Parantez içleri okunmadan söylenen bu iç ses bir hayatın/yazının başlangıcındaki oğlanın/kahramanın monoloğudur. Baba, eğer hayatı boyunca bir yazıya konu olabilecek bir dönüşüme uğramayacaksa, oğluna -belki varlıklarını ve doğruluklarını kendine de itiraf etmediği- parantez içlerini okutmamaya çalışır, yazar ise okutmaya. Sonuçta başka hayatları çok farklı yerlere sürüklüyor gözükseler de, baba da yazar da otoriter değil midir? Peki, babanın otoritesine bağlı olarak açıklamaya çalıştığımız için yazarın otoritesini acaba yanlış mı yorumluyoruz? Çünkü burada bir otoriteden söz edilecekse yazarın otoritesi midir bu? Öncelikle yazar, dönüşüme uğramamış hayatları yazmaz, bu, yazının konusu olamaz. Yazı, konu seçiminde belli ettiği bu otoritesini konunun işlenişinde de belli eder. İyi ya da kötü, yazının konusu olabilecek dilediğiniz kahramanı anlatmakta özgürsünüz ama art arda sıraladığınız özelliklerle tutarlı bir hayat yaratmak zorunda değil misiniz? Bu açıdan bakıldığında babanın otoritesi ile karşılaştırılanın yazarınki değil yazınınki olduğunu söylemek yerinde olur. Yazının otoritesi dediğimizde de zaten, bunu sağlayan hayatın otoritesinden söz etmek zorunluluktur. Hayatın otoritesi, dendiği andan itibaren de... artık bir otoriteden söz edilemez. (Yazar, hayatın, insanın üzerinde otorite kurmak için değil, insanın otoritesini kursun diye kurulduğuna inanır. Ama insan, otoritesini, başkalarının hayatları üzerinde değil kendi hayatı üzerinde kuracaktır. Burada yazar, “otorite” sözcüğünün, yerini, gönül rahatlığından da büyük bir istekle “otokontrol” sözcüğüne bırakacağının görülmesini bekler.)

Ah parantez denen şu müthiş buluş! Yazar, yazı içindeki parantez açmaların, yazanın “açmazsa delireceği” o gerekli seviye ile okuyanın “kapanmazsa delireceği” o yeterli seviye arasında bir yerlerde belirlenme zorunluluğunu bilir; yazının, otoritesini bazen “okuyanın otoritesi” şeklinde kullandığını da... 

Ah idealizm denen şu müthiş buluş! Oğlan hayatının ileriki yıllarında kendi idealleri olarak belirlediği babasının görüşlerini ya da babasının etkisiyle belirlediği kendine uymayan idealleri sorgulamaya başlayabilir, parantez içlerini okumayı başarabilir, başaramayabilir. Oysa yazının ideali, kahramanına önünde sonunda parantez içlerini okutabileceği bir gelişimdir.

Yazımızın kahramanı çocukluğunda ona dikte edilen hayat formuna göre planlar yapıp hareket ediyor. Belki geçim sıkıntısıyla hareket ediyor belki de bir şeyleri kanıtlama, daha üstün olma, başarmış görüntüsü verme ihtiyacı gibi tamamen duygusal nedenlerle. Hayatın zor olduğuna inanıyor ve zor olmasının kötü olduğuna. Hiçbir şeyin garantisi olmadığına inanıyor ve bunun hayatı yaşanamaz ve umutsuz kıldığına. Kimsenin ona yardım etmeyeceğine ve tek başına ayakta durabilmek zorunda olduğuna. Böylece ideallerini hayatta kalma idealine indirgiyor, doğada insan dışındaki diğer canlıların yaptığı gibi. Burada tuzağa giriyor: Kendi olmaktan çıkıp başkalarının istediği, öngördüğü, planladığı ve zorladığı kişi olmaya doğru ilk adımını atmış oluyor. Üzerinde otorite kurulmasına engel olamadığı için otokontrolünü kullanamıyor.

Parantezlerin içini fark etmiyor. Otoriteden doğan rahatsızlığa karşı -gördüğünü öğrendiği ve uyguladığı için- kendi içindeki otorite mekanizmasını harekete geçiriyor ve ruh kuruluyor. Zembereğinden boşalan ruh onu bir yere kadar götürecektir: Daha gençken karar verdiği bir mesleğin eğitimi. İş hayatı. Yükseliş. Üst düzey bir kariyer. Oysa yıllar sonra geldiği yerde, mesleğiyle ilgili hiçbir şey yapmayan bir insan.

Kariyeri, terk edilmiş hain bir sevgili gibi alıyor intikamını, hayatında kendisi olmayacaksa başkalarının da olmamasına neden olacak bir iz bırakarak çekiliyor hayatından, endişe, stres hasta ediyor onu. Zaten özel hayat ihmal edilmiş; o yönde bir yükleme olmadığı için, bir robot, âşık olması, aşka yönelik bir şeyler yapması için programlanamadığı için. Şimdi ise: zembereğinden boşalmış ama özgürlüğü tanımayan; eski büyük planlarının etkisi ve amaçsızlık arasında bocalayan; kültürle, eğitimle, insanlarla ve hayatla yakından ilgilenen ama duygusal ilişkilerden uzak duran ve hayatı ne fiziksel, ne de duygusal anlamda tümüyle kavrayabilen; zanaat ile sanat arasında kalmış; işlevsellik ve estetizm arasında bocalayan ve ikisinin bileşimini bulamayan; dünyevi ve dünyevi olamayan, materyalist bir hümanist...

Planları sanki onu planlarının dışına atmak için çalıştı. Hedeflerine bu kadar bağlı olması sanki hedeflerinden tamamen kopmasını sağladı. İşte hayatın otoritesi.

Tam burada hayatın ve yazının isteklerinin birbirinden nasıl ayrıldığını görebiliriz. Hayata göre bu hayat başarılı sayılmayabilir, insanını mutsuz ettiği için. Oysa mutsuzluk en büyük yazı konusudur. Hayat mutluluğu hedefler, yazı, mutluluğu hedefleyen hayatları... Yazının hedef aldığı hayatta o yüzden mutsuzluklar da mutluluklar kadar, iyilikler de kötülükler kadar kayda değerdir. Çünkü yazı hayatın kurgusudur, hayatı insanın kurgusu. Gerçek olan hayattır ama hayat hayalcidir, hayal olan yazı ise gerçekçidir.

Burada yazar “İnsan Yanılsamasının Temeli” diye -daha şimdi- adlandırdığı bir felsefeyi açıklamayı deneyecektir: Hayatı başarmak, ölmeyi başarmak demektir. Sanıldığının aksine ölüm bir ceza ya da “bazen bir cinayet” değil bir ödüldür, hayat bursunun karşılığıdır. Hayatı başaramayan, ölümü ceza olarak algılar. “En iyi şey bile bitmeye mahkumdur” tümcesinin doğrusu “en iyi şey bile bitmekle ödüllendirilir”dir, “sıkıcılığa düşmeden sona ermekle”. Asıl yaşamaya mahkum edilen şey, kötünün kötü olduğunu savunan mantıktır. Kötünün kötülüğünü reddeden, onu kabul edip anlamlandırmaya çalışan, bu anlama ulaştığında onu reddedemeyeceğini, reddettiği her kötülük için bir iyiliği de reddettiğini fark eder. Çünkü nasıl suyun bileşiminden hidrojeni çıkarırsanız kalana su denmez, hayattan da kötülüğü çıkardığınızda kalan iyi bir hayat olmaz; çünkü o, hayat olamaz. Kötüyü çıkarırsanız, hayat kalmaz. (Kabul edilmesi zor, ama bu onun doğruluğuna etki etmez.)

Bir hayat... Bir yazı... Hayat yazılmaya epeyce yatkın. Yazı ise hayatı yazmayı başka bir zamana bırakacak. Bu tespitlerin, çıkarımların ve bilgilerin ışığında, bunları özümseyip tamamen kendi dünyasını yaratmak üzere gelecek bir zamana. Şu anda okuyup bitirmek üzere olduğunuz bu yazı, hayatın gerçekliği ağır bastığından kendi hayal dünyasını kuramadı, kurmayı denemedi. (Deneseydi hedef aldığı, incelemeye giriştiği hayatının birebir aktarılmasından ileriye gidemeyebilir, hayattaki insanı yazının kahramanı yapmayı başaramayabilirdi. Bu durum da, yazarlık başarısızlığı dışında birtakım başka tehlikeleri getirebilirdi: Örneğin konu edilen insan, hayatının ve duygularının yazıya dökülmesini, “yerlere dökülmesi” olarak yorumlayabilirdi.) Yazı, yazarın bir çeşit felsefi günlüğü olmaktan öteye geçmeyi planlamadı. Tek bir insanı değil, İnsan’ı irdelemeyi denedi. İleride belki bir uzun öykü ya da romanın felsefi altyapı denemesi olarak değerlendirilir.

Yazar hayatını ve yazılarını kendi planlamayı seven biridir. Bu planlarına planlamamayı dahil etme hakkını ise her zaman saklı tutar, planlarının elini kolunu bağlamasına engel olmak için. Kafasında bir plan varsa bile bunu açıklamaya, değerini kaybedeceği korkusuyla isteksiz gözükür. Planlarını kendine bile açıklamama hakkını kullanır.

Yazar şimdi bu hakkını kullanıyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder