DENEME, YANILMA!
1.
Duygudökümü
Bu öykü tamamen hayal ürünüdür. Gerçek
kişilerle ilgisi varsa bile bu tamamen rastlantıdır. Yazar bir gün bir yerlerde
oturup öykü konusu ararken birkaç konuşmaya şahit olmuş ve onları malzeme
olarak kullanmış olabilir. Yazarın konuyla ilgisi sadece yazarlık tutkularıyla
açıklanabilir. Başka bir neden aramaya gerek yok.
23 yıllık bir sevda öyküsü bu. 23 yıl
önce başladığı söyleniyor. Bugünlerde de bittiği. Böyle söyleniyor. Hemen
herkes böyle düşünüyor. Hemen herkes. Yazar hariç!
23 yıl öncesine bir dönelim. Ah bellek
denen şu müthiş buluş! Zaman makinesi: 70’lerin sonları. Bir kış günü. Bir kent
lisesinde okuyan biri erkek diğeri kız iki öğrenci otomobille gidiyorlar. Erkek
kızı evine bırakacak. Kız istemeye istemeye geldi. Çünkü yollar karla kaplı. Ya
müsamereye hazırlandıkları salonda sabahlayacaktı ya da erkeğin onu evine
bırakmasına izin verecekti. O kadar da kötü olamaz canım! Gerçi birbirlerine
karşı düşmanca tavırlar sergilemeyi bir alışkanlık haline getirdiler ama...
Neden öyle davrandıklarını düşünmüyorlar, sadece davranıyorlar. Ah gençlik
denen şu müthiş buluş! Birinden hoşlanmamanın özel bir nedeni olmayabilir,
tıpkı hoşlanmanın de bir nedeni olmayabileceği gibi. Erkek kantine giren kızı
görünce okuduğu gazeteyi suratına kaldırıp kağıttan bir duvar koyuyor
aralarına. Kızın davranışları da farklı değil. İlk kim başladı? Biz
bilemiyoruz. Kendileri biliyorlar mı acaba? Bir gün müsamere koluna başkan
seçiliyor erkek. Kızın da yardımcısı olarak seçildiğini öğrenince görevden
çekilmek istiyor. Gerek yok, diyor kız, görevden ben çekilirim. Peki peki, diye
alttan alıyor erkek. Lafını da esirgemiyor ama: Çok konuşmazsan belki idare
edebiliriz! O karlı gece eve bırakma teklifini de mecburiyetten yaptığını
düşündürtüyor. Arabadaki konuşmalarında ise tam tersini...
-Çıktığın çocuk var ya...
-Eeee?
-Ondan ayrıl.
-Nedenmiş?
-Bir de hoşlandığın o çocuk var ya?
-Eeee?
-Onu da unut.
-Niyeymiş?
-Benimle çık! Sadece benden hoşlan...
-!!!???
Kızla birbirlerine bu kadar ters,
neredeyse düşmanca davranıyor olmaları mı etkiledi erkeği, yoksa etkilendiğini
anladığı için mi ters davranıyordu. Sevgisi önce başlayıp nefretten güç alarak
mı ilerledi, yoksa nefreti sevgiye dönüştü de bunu fark edince nefretinin dozunu
mu artırdı?
Peki kızın davranışları nasıl
açıklanabilir? Öyle kolay teslim olmaz. Peşinden koşmalara, teklifin defalarca
yinelenmesine aldırmaz. Kapılara kadar gelinmesine, yolda karşısına
çıkılmasına, söylenenlere yazılanlara kulak asmaz... İnadını sürdürür.
Kendisinin de erkekten hoşlanmaya başladığını anladığında bile... Evet, demez... İnadına...
Sonra yolları ayrılır. Kız başka kente
göçer. Erkek üniversiteyi okur. Bir ara hapse girer. Nedeni ne olabilir? 80’li
yıllar. Devrimcilik mi? Yoksa adi bir suç mu? Devrimciliğin yanında diğer
suçlar adi mi? Erkek bundan söz etmek istemez. Bizim gözümüzde gizemini korur
böylece. Onu koymak istediğimiz yere koyma hakkını verir bize, olanak tanır
onun için düşünmek istediklerimizi düşünmemize. Onu sevmeyenler adi suçlardan
birini yakıştırırlar kendilerince. Sevenler ise ona yakışanı sadece.
Sonra yabancı bir ülkeye gider erkek.
Orada mesleğiyle ilgili büyük bir şirkette yöneticilik yapar; üst düzey. Amatör
bir caz grubunda saksofon çalar. Ülkesine ve kentine/kendine döndüğünden bu
satırların yazıldığı güne kadar yaptıklarına bir bakalım: Bir Kafe’nin sahibi
ve yöneticiliği. (Buradaki yöneticiliği ne kadar üst düzeydir, bilemiyoruz,
yöneticinin amacının insanlarla daha yakın iletişim kurmak olduğu söyleniyor.) Daha
çok, kitap okumak, sanat eserleri sergisini gezmek, kentte düzenlenen kültürel
faaliyetlerden haberdar olmak ve böylece ruhunu beslemek için gelinen bir yer,
arada da bir şeyler yiyilip içiliyor tabii... Böyle bir şeye “teşebbüs”
edebilmiş bir insan yöneticimiz. Kafe’sinin (kesme kesin gerekli) yanında bir
de hediyelik eşya ve oyuncak dükkanına da teşebbüs etmiş bir insan. Okuduğu
üniversitenin mezunlar derneğinde çalışarak öğrencilerin burs ihtiyaçlarını
karşılamaya da teşebbüs etmiş bir insan. Ülkesinin gelişiminin kültür gelişimi
olduğuna inanmış, böyle düşünmeye teşebbüs edebilmiş bir insan...
Aynı zamanda da 23 yıl sonra derginin
birinde kendisiyle ilgili bir yazıyı okuyup arayan 23 yıl önce peşinden koştuğu
kadına, kadının yaşadığı kentte onu ziyarete geleceği sözünü veren, ama bu
sözünü yerine getirmediği gibi bir telefon edip gelemeyeceğini bildirmeye gerek
bile görmeyen, buna da teşebbüs edebilen bir insan... Ah insan denen şu müthiş
buluş!
Buluşacakları gece kadının heyecanının
ve hayal kırıklığını düşünebilmiş midir acaba? Düşünmesine yardımcı olalım,
böylece anlamasına da yardımcı olabiliriz belki. Kadın güzel güzel giyiniyor.
İşyerindeki arkadaşlarından o gece için uğurlar alıyor. Birinden bir bilezik,
başkasından bir kolye, bir yüzük, uç uç böceği biblosu, renkli, kokulu bir
(s)ilgi... Bir arkadaşının Amerikalardan getirdiği kınayı sürüyor eline. Uğur
getirsin diye... İnsanlar gelip imalı imalı sorular soruyor. Senaryolar
kuruluyor. Espriler yapılıyor. Filmlere konu olacağı türünden laflar ediliyor
bu buluşmanın. Herkes neşeli, herkes mutlu. En fazla da kadın. Belli etmek
istemiyor ama ne mutlu olduğu yüzünden okunuyor. Oysa hiç kimsenin bozmaya
cüret edemezmiş gibi gözüktüğü o mutlu gülümseme bozuluyor. Buluşmanın
gerçekleşmesi için gereken telefon gelmiyor. Geç kaldığıyla, gelemeyeceğiyle
ilgili bir telefon da gelmiyor. Karşı telefon edilince öğreniliyor ki,
kentinden ayrılmamış bile. “Evet, gidemedim” diyor erkek, Kafe’de kendisine
hatırlatılması üzerine. Sadece bir “Evet, gidemedim.”
Tüm uğur eşyalarını teker teker çıkarıp
sahiplerine geri veriyor kadın. Avucunun içindeki kına hariç. Bazı şeylerin
geri dönüşü yok! İçinden şöyle geçiriyor: Herhangi bir gün gibi başladı.
Herhangi bir gün gibi bitti. Öyle olmayabilirdi...
“Evet, gidemedim...”
Onunla ilgili ne denebilir ki?
İnsanlarla daha yakın iletişim kurabilmek için açtığı Kafe’sinde hobi olarak
saksofon çalan üst düzey yönetici ve oyuncakçı dükkanı sahibi bir... nokta
nokta...
Ah yazı denen şu müthiş buluş... İnsanı
senin kadar kıskandıran bir şey keşfedildi mi bugüne kadar? Öyle ki ne kadar
iyi cümleler yazarsan, kıskançlığın o kadar artıyor. Ne kadar hayran olursan o
kadar kıskanıyorsun ve ne kadar kıskanırsan o kadar hayran oluyorsun. İlginç
olan şu ki; yazdığın bir sözcüğü diğerinden sonra ya da önce getirerek tümcenin
anlamını değiştirebilir, duygulanımı tamamen farklılaştırabilirsiniz: Sempatik
düşüncesiz ile düşüncesiz sempatik arasındaki nüans’ı fark edebiliyorsunuz
değil mi? Duygusal ama inatçı ve inatçı ama duygusal arasındakini? Gururlu ama
sert ile sert ama gururlu’nun farkını... Bu duygu değişimini sağlayan şeyi tüm
bir metne de uygulayabilirsiniz. İnsancıl birinden söz edip onu tek bir
hareketiyle kötüleyebilirsiniz, ya da tam tersini yapar kötücül bir hareketi
anlatıp onun soylu nedenlerini anlamlandırmaya çalışabilirsiniz.
Metni hüzünle ya da umutla
bitirebilirsiniz. Öyle ki o hüzün de içinde biraz umut taşır, o umut da biraz
hüzün... Size kalmış.
Metin buraya kadar. Gerisi size kalmış.
2.
Hayatdökümü
Hayat insanlara göre kuruluyor,
oysa insanlar hayata
göre yaşamalılar.
Bu öykü tamamen hayal ürünü değildir.
Kahramanlarının gerçek kişilerle benzerlikleri vardır ama bu kişilerin adları
açıklanmayacaktır. Yazar bir gün bir hayalden yola çıkarak bir kente varmış ve
hayalindeki mekana benzettiği bir mekanda bir insana rastlamıştır. Ve bu
insanın, daha önceden bir parçasını kendi hayal ettiği, bir yazısını
kurgularken tasarladığı hayatını ondan dinleme şansına erişmiştir.
Yazarın kahramanlarını daha yakından
tanıma isteği vardır, zaten bu amaçla yazı masasının başından kalkarak hayata
dalıvermiştir. Yazar hayale gerçekten daha fazla önem verir, daha fazla anlam
yükler; kahramanlarını yaşamış insanlardan birebir seçmez de kendi gösterişsiz
tahtında kendi çapında bir Tanrı olarak yeniden yaratır, tabii her zaman
etkilenmelere açıktır ve gerçek dünyanın da en az hayal dünyası kadar ilgi
çekici olaylara sahne olduğunu bilir. Bu düşüncelerin etkisiyle bir yazısında
tamamen hayalinde yarattığı iki kahramanın ilişkilerinin tümüyle kendi
uydurması olup olmadığını sorgular. Gerçek hayattaki insanların arasında da
böyle âşık olanlar, yıllarca bekleyenler, reddedenler, kabul edenler,
haksızlığa uğrayanlar, tam da hayal ettiği gibi yaşayanlar var mıdır? Bunu
sorgular, araştırır ve böylece hayal kişiliklerinin insansı bir temelden
yükselip yükselmediğini denetlemiş olur. Bunu istemekte, şart koşmakta haklı
olduğunu düşünür, çünkü sonuçta yaşanan ve hayal edilen her şey,
gerçekleştirilen ya da kaçınılan her olay insana özgüdür. (“Tanrı görür ama
karışmaz. Karışamaz çünkü kendi böyle yaratmıştır.” Calvino) Böylece yazar,
yaşananların kendi hayal dünyasına etki edeceğini öngörmektedir. Ve tabii içten
içe, tamamen ve yalnızca yazarlık tutkularıyla açıklanabilecek bir düşünceyle,
hayal ettiklerinin de yaşananlara etki edeceğini hayal eder.
Yazar, metninde incinmiş bir karakteri
anlatmaya başlamıştır ve artık ruhundaki incilerin pırıltısı incinmişliğin kara
bulutuyla gölgelenen o karakter, hayatını kendi başına sürdürmeye devam
edecektir. Yazara düşen -gerçek ya da hayal- tanık olduklarını yazmaktır.
Kahraman, yazara hayatını dikte ettirir; böylece hayatını gerçekleştirir, bir
sona ulaştırır, ruhunu huzura kavuşturur. Yazar da yazmasına neden olan
tutkularının tatminine doğru yelken açar, ulaşır ya da ulaşamaz, bu kahramanı
ilgilendirmez; ama kahramanının tutarlılığı yazarı ilgilendirmelidir. Kağıt
üzerindeki mürekkep haricinde bir gerçekliği olmayan bu hayal dünyasının
dışındaki gerçek dünyada -ya da hayal evreninin bir sistemini oluşturan gerçek
dünyada- hayal dünyası sakinleriyle (kahramanlar), gerçek dünya sakinlerinin
(insanlar) hayatları eş mantıklı bir gelişim izler görünür. (Yazı, insanları
kahraman yapar; hayat, kahramanları insan...) Oysa tek ve çok önemli bir farkla
birbirinden ayrılıyordur: Kahraman kendi hayatını sürdüğü -hayatını kendi
sürdüğü- bilgisine sahiptir ve bu bilgiyi kullanmakta, böyle nefes almakta ve
özgürlüğünü böyle korumaktadır. Bu bilgi yazar tarafından verilmiş ve
kullanması için önayak olunmuştur, zaten kahraman, var oluşunun anlamının bu
bilgiyi kullanmak olduğunu, kullanmazsa yazıdan, yazarın hayal dünyasından
atılacağını bilir. Oysa ki bu gerçek, insan için her zaman geçerli değildir.
Tüm insanlar da bu bilgiye sahiptir, hepsi bu bilgiyi kullanma içgüdüsüyle
doğmuştur ama hepsi bunu yapmaz, dahası bu bilgiye sahip olduklarını bile fark
edemez. Bu yüzden her iki hayatın da, hayal dünyası ile gerçek dünyanın da,
kahramanların dünyası ile insanların dünyasının da, yazı ile hayatın da, ebedi
sanat ile hayat sanatının da eş mantıklılıkları bozulmuş ve önemli bir ayrım
doğmuştur:
Yazı hatasız olmalıdır, insan ise
hatalarıyla insandır.
Yazı hatalarından arındığı sürece
doğmayı, ortaya çıkmayı ve her iki dünyada da sonsuza dek var olmayı hak eder;
insan ise hatalarından arındığı sürece yok olmayı, ölmeyi.
Yazı ölümsüzlüğü başarmalıdır, insan ise
ölümü...
Ve tam da böyle olur.
Hayatı planlamaya teşebbüs edebilmiş bir
insanın öyküsü bu. Baba asker. Yazar bu bilgiyle babanın oğlunu otoriter bir
bakışla yetiştirmiş olabileceği düşüncesini vermeyi amaçlar. İngilizce’de
Author (Yazar) ve Authority (Otorite) sözcüklerinin benzerliğinden yola
çıkarak, “babanın, çocuğunun hayatının yazarı olmaya kalkıştığı” şeklinde bir
otorite açıklaması getirmeye çalışır. Sonuçta yazarın, öznel olmadığını
düşündüğü bir inancı vardır: Baba denen şey müthiş bir buluştur! Sanki
hayatlarımızı romanlaştırmak için yaratılmışlardır.
Burada yazar, yazar kimliğiyle
“kahramanlarının-hayatının yazarı” (ve kahramanlarının hayatının-yazarı) olmaya
kalkıştığını düşünür; yazar/kahraman ve baba/oğul ilişkisini karşılaştırmayı
başka bir yazıya bırakma düşüncesiyle savaşır ama yenilir. Böylece asıl konuya
bir parantez ile ara vermek ister, konudan tam da kopamayarak şöyle bir monolog
yazar:
“Geleceğim (göreceli de olsa) garantide.
Çünkü her şeyim, tüm hareketlerim ve uzun vadeli planlarım (deneyimsiz bir
yaşımda saptadığım) bu gelecek için seferber. Hiçbir şey (değişim bile,
duygularımın, isteklerimin, çevremin, hayatın, doğruların değişimi bile) beni
yolumdan döndüremez. (Temelinin sağlamlığını kontrol etmediğim, üzerine
kurulabilecekleri gözden geçirmediğim) ideallerim doğrultusunda, ne olursa
olsun (hatalı olduğumu anlasam bile) ilerleyeceğim.”
Yazar buradan şuraya gitmek
istemektedir: Bir babanın otoritesi ile bir yazarın otoritesi ne kadar
farklıdır? Parantez içleri okunmadan söylenen bu iç ses bir hayatın/yazının
başlangıcındaki oğlanın/kahramanın monoloğudur. Baba, eğer hayatı boyunca bir
yazıya konu olabilecek bir dönüşüme uğramayacaksa, oğluna -belki varlıklarını
ve doğruluklarını kendine de itiraf etmediği- parantez içlerini okutmamaya
çalışır, yazar ise okutmaya. Sonuçta başka hayatları çok farklı yerlere
sürüklüyor gözükseler de, baba da yazar da otoriter değil midir? Peki, babanın
otoritesine bağlı olarak açıklamaya çalıştığımız için yazarın otoritesini acaba
yanlış mı yorumluyoruz? Çünkü burada bir otoriteden söz edilecekse yazarın
otoritesi midir bu? Öncelikle yazar, dönüşüme uğramamış hayatları yazmaz, bu,
yazının konusu olamaz. Yazı, konu seçiminde belli ettiği bu otoritesini konunun
işlenişinde de belli eder. İyi ya da kötü, yazının konusu olabilecek
dilediğiniz kahramanı anlatmakta özgürsünüz ama art arda sıraladığınız
özelliklerle tutarlı bir hayat yaratmak zorunda değil misiniz? Bu açıdan
bakıldığında babanın otoritesi ile karşılaştırılanın yazarınki değil yazınınki
olduğunu söylemek yerinde olur. Yazının otoritesi dediğimizde de zaten, bunu
sağlayan hayatın otoritesinden söz etmek zorunluluktur. Hayatın otoritesi,
dendiği andan itibaren de... artık bir otoriteden söz edilemez. (Yazar,
hayatın, insanın üzerinde otorite kurmak için değil, insanın otoritesini kursun
diye kurulduğuna inanır. Ama insan, otoritesini, başkalarının hayatları
üzerinde değil kendi hayatı üzerinde kuracaktır. Burada yazar, “otorite” sözcüğünün,
yerini, gönül rahatlığından da büyük bir istekle “otokontrol” sözcüğüne
bırakacağının görülmesini bekler.)
Ah parantez denen şu müthiş buluş!
Yazar, yazı içindeki parantez açmaların, yazanın “açmazsa delireceği” o gerekli
seviye ile okuyanın “kapanmazsa delireceği” o yeterli seviye arasında bir
yerlerde belirlenme zorunluluğunu bilir; yazının, otoritesini bazen “okuyanın
otoritesi” şeklinde kullandığını da...
Ah idealizm denen şu müthiş buluş! Oğlan
hayatının ileriki yıllarında kendi idealleri olarak belirlediği babasının
görüşlerini ya da babasının etkisiyle belirlediği kendine uymayan idealleri
sorgulamaya başlayabilir, parantez içlerini okumayı başarabilir,
başaramayabilir. Oysa yazının ideali, kahramanına önünde sonunda parantez
içlerini okutabileceği bir gelişimdir.
Yazımızın kahramanı çocukluğunda ona
dikte edilen hayat formuna göre planlar yapıp hareket ediyor. Belki geçim
sıkıntısıyla hareket ediyor belki de bir şeyleri kanıtlama, daha üstün olma,
başarmış görüntüsü verme ihtiyacı gibi tamamen duygusal nedenlerle. Hayatın zor
olduğuna inanıyor ve zor olmasının kötü olduğuna. Hiçbir şeyin garantisi
olmadığına inanıyor ve bunun hayatı yaşanamaz ve umutsuz kıldığına. Kimsenin
ona yardım etmeyeceğine ve tek başına ayakta durabilmek zorunda olduğuna.
Böylece ideallerini hayatta kalma idealine indirgiyor, doğada insan dışındaki
diğer canlıların yaptığı gibi. Burada tuzağa giriyor: Kendi olmaktan çıkıp
başkalarının istediği, öngördüğü, planladığı ve zorladığı kişi olmaya doğru ilk
adımını atmış oluyor. Üzerinde otorite kurulmasına engel olamadığı için
otokontrolünü kullanamıyor.
Parantezlerin içini fark etmiyor.
Otoriteden doğan rahatsızlığa karşı -gördüğünü öğrendiği ve uyguladığı için-
kendi içindeki otorite mekanizmasını harekete geçiriyor ve ruh kuruluyor.
Zembereğinden boşalan ruh onu bir yere kadar götürecektir: Daha gençken karar
verdiği bir mesleğin eğitimi. İş hayatı. Yükseliş. Üst düzey bir kariyer. Oysa
yıllar sonra geldiği yerde, mesleğiyle ilgili hiçbir şey yapmayan bir insan.
Kariyeri, terk edilmiş hain bir sevgili
gibi alıyor intikamını, hayatında kendisi olmayacaksa başkalarının da
olmamasına neden olacak bir iz bırakarak çekiliyor hayatından, endişe, stres
hasta ediyor onu. Zaten özel hayat ihmal edilmiş; o yönde bir yükleme olmadığı
için, bir robot, âşık olması, aşka yönelik bir şeyler yapması için
programlanamadığı için. Şimdi ise: zembereğinden boşalmış ama özgürlüğü
tanımayan; eski büyük planlarının etkisi ve amaçsızlık arasında bocalayan;
kültürle, eğitimle, insanlarla ve hayatla yakından ilgilenen ama duygusal
ilişkilerden uzak duran ve hayatı ne fiziksel, ne de duygusal anlamda tümüyle
kavrayabilen; zanaat ile sanat arasında kalmış; işlevsellik ve estetizm
arasında bocalayan ve ikisinin bileşimini bulamayan; dünyevi ve dünyevi olamayan,
materyalist bir hümanist...
Planları sanki onu planlarının dışına
atmak için çalıştı. Hedeflerine bu kadar bağlı olması sanki hedeflerinden
tamamen kopmasını sağladı. İşte hayatın otoritesi.
Tam burada hayatın ve yazının
isteklerinin birbirinden nasıl ayrıldığını görebiliriz. Hayata göre bu hayat
başarılı sayılmayabilir, insanını mutsuz ettiği için. Oysa mutsuzluk en büyük
yazı konusudur. Hayat mutluluğu hedefler, yazı, mutluluğu hedefleyen
hayatları... Yazının hedef aldığı hayatta o yüzden mutsuzluklar da mutluluklar
kadar, iyilikler de kötülükler kadar kayda değerdir. Çünkü yazı hayatın
kurgusudur, hayatı insanın kurgusu. Gerçek olan hayattır ama hayat hayalcidir,
hayal olan yazı ise gerçekçidir.
Burada yazar “İnsan Yanılsamasının
Temeli” diye -daha şimdi- adlandırdığı bir felsefeyi açıklamayı deneyecektir:
Hayatı başarmak, ölmeyi başarmak demektir. Sanıldığının aksine ölüm bir ceza ya
da “bazen bir cinayet” değil bir ödüldür, hayat bursunun karşılığıdır. Hayatı
başaramayan, ölümü ceza olarak algılar. “En iyi şey bile bitmeye mahkumdur”
tümcesinin doğrusu “en iyi şey bile bitmekle ödüllendirilir”dir, “sıkıcılığa
düşmeden sona ermekle”. Asıl yaşamaya mahkum edilen şey, kötünün kötü olduğunu
savunan mantıktır. Kötünün kötülüğünü reddeden, onu kabul edip anlamlandırmaya
çalışan, bu anlama ulaştığında onu reddedemeyeceğini, reddettiği her kötülük
için bir iyiliği de reddettiğini fark eder. Çünkü nasıl suyun bileşiminden
hidrojeni çıkarırsanız kalana su denmez, hayattan da kötülüğü çıkardığınızda
kalan iyi bir hayat olmaz; çünkü o, hayat olamaz. Kötüyü çıkarırsanız, hayat
kalmaz. (Kabul edilmesi zor, ama bu onun doğruluğuna etki etmez.)
Bir hayat... Bir
yazı... Hayat yazılmaya epeyce yatkın. Yazı ise hayatı yazmayı başka bir zamana
bırakacak. Bu tespitlerin, çıkarımların ve bilgilerin ışığında, bunları
özümseyip tamamen kendi dünyasını yaratmak üzere gelecek bir zamana. Şu anda
okuyup bitirmek üzere olduğunuz bu yazı, hayatın gerçekliği ağır bastığından
kendi hayal dünyasını kuramadı, kurmayı denemedi. (Deneseydi hedef aldığı, incelemeye
giriştiği hayatının birebir aktarılmasından ileriye gidemeyebilir, hayattaki
insanı yazının kahramanı yapmayı başaramayabilirdi. Bu durum da, yazarlık
başarısızlığı dışında birtakım başka tehlikeleri getirebilirdi: Örneğin konu
edilen insan, hayatının ve duygularının yazıya dökülmesini, “yerlere dökülmesi”
olarak yorumlayabilirdi.) Yazı, yazarın bir çeşit felsefi günlüğü olmaktan
öteye geçmeyi planlamadı. Tek bir insanı değil, İnsan’ı irdelemeyi denedi.
İleride belki bir uzun öykü ya da romanın felsefi altyapı denemesi olarak
değerlendirilir.
Yazar hayatını ve yazılarını kendi
planlamayı seven biridir. Bu planlarına planlamamayı dahil etme hakkını ise her
zaman saklı tutar, planlarının elini kolunu bağlamasına engel olmak için.
Kafasında bir plan varsa bile bunu açıklamaya, değerini kaybedeceği korkusuyla
isteksiz gözükür. Planlarını kendine bile açıklamama hakkını kullanır.
Yazar şimdi bu hakkını kullanıyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder