“Kendini korumak, kendinin belli bir versiyonuna tutunmak adına cehaletini
ince ince işlerdi.” (Adam Philips)
“Yine de ben hayatımı boşa yaşanmış
saymıyorum, yeniden dünyaya gelsem aynı şeyleri yaşarım.”
Yeniden doğmaya ne gerek var, aynı
şeyler yaşanacaksa...
Bazı insanların yeniden doğması ne
kadar faydasız...
Bence bu insanların doğması da
faydasızdı...
Yaşlı doğmuşlardı çünkü...
Yanlış evliliğini yıllar sonra
bitiren bir kadın şöyle diyor: “Eski eşim gibi biriyle 12 yılımı geçirdiğim
için gurur duyuyorum.”
Yaşadıklarıyla gurur duymasa ölür mü
insan?
Gurur duymasa yaşadıklarıyla,
yaşamamış mı sayılır...
Yaşamamış saymak...
“Ben o günleri unutmak istiyorum.”
diyen biri... Ama hep kendi hatalarıyla ilgili, unutmak istedikleri...
Unutmak... Ya da unutamayacak kadar
belirgin, yoğun anıları (herkes tarafından bilinenleri) illa gurur duyarak ya
da pişmanlık duymadan hatırlamaya zorlamak kendini...
Temel neden pişmanlığı hayatından
çıkarmış olmak...
Metallica’nın “Turn the page” şarkısının
klibinde, gündüz striptiz yapan, akşam da sokaklarda işe çıkan ve bulduğu
erkekleri pansiyon odasına getiren bir fahişe anlatılır; kadınla yapılan gerçek
sohbet de verilir şarkı susturulup; kadın orada söyler bu lafı: “Bir daha
dünyaya gelsem, tam tamına aynı seçimleri yapardım.” Striptiz kulübüne kadının
küçük kızı da gelir ve makyaj masasında onu bekler, oyuncak bebekleriyle
oynayarak; ama pansiyonun arka odasında beklerkenki durum daha kötüdür:
Annesinin dayak yerkenki çığlıklarını dinler küçük kız, adam parayı dövdüğü
kadının çıplak vücuduna fırlattıktan sonra onu yüzü gözü kanlı ve morarmış,
ağlarken bırakır, ancak o zaman kız annesinin yanına gidebilir, ağlamasını
yatıştırmaya çalışır ona arkadan sarılarak, biraz önce muhtemelen şiddetli bir seksin
yaşandığı yatakta... Kadın bu sahneden sonra eder o lafı: “Bir seçme şansım
daha olsa, tamı tamına aynı seçimleri yapardım.”
İnsan kendini haklı çıkarmasa,
intihar mı eder...*
*“Atlantis” adlı öykümde bu konuyu işlemiştim.
Bir daha dünyaya gelse de mi intihar
eder...
Şu soru, yukarıdaki trajikomikliği
açıklar: Fahişenin kızı da bir daha dünyaya gelse aynı seçimleri mi yapar,
örneğin aynı anneyi mi seçer?*
*” Ama Murat
Bey, anası da kızı da bu dünyaya böyle gelmeyi planlamış olamazlar mı?” diye sormak,
bir kaytarma planı içeriyor! Kimse dersten kaytarmak için dünyaya gelmeyi
planlayamaz... Sizin bildiğiniz derslerden değil bu...
Bu böyledir, şu da şöyledir diyen birine, nerden biliyorsun? diye
soruyorsunuz:
Kendi hayatımdan biliyorum, diyor...
Hayatını yazsa yani, Kutsal Kitap olacak!
“Aşkı öğrendim, aşk kötü bişi.” diyor.
“Beceremedim” diyeceği yerde neden “öğrendim” der insan...
Beceremedim dediğinizde, mesela çocuğunuza,
çocuğunuzun becerme şansı olduğunu söylüyorsunuzdur; aşk kötü bir şey
dediğinizde, farkında mısınız, çocuğunuza ne söylüyorsunuz...*
*“Okul kırmak” adlı öykümde buna benzer bir konuyu
işlemiştim.
Cemal Süreya’ya bakalım: “Hayatımı
değiştirmek istemediğime göre mutsuz değilim.”
Mutsuz olmadığını düşünmenin kıstası
bu: Hayatını değiştirmek istemiyor!
Oysa kıstas, cesaret edebilmek ya da
edememek değil midir...
Şu laf çok güzel açıklıyor durumu:
“Türkiye’de ya dinozorluk var ya döneklik.”
İnsanlar, bazı coğrafyalarda,
hayatımı yeniden yaşasam şunları şunları değiştirirdim diyemiyorlar, çünkü
dönek olmakla suçlanacaklar...
Çocuğa hatalı bir davranışında “bunu
yapma” dediğinizde,
şöyle devam etmeniz gerekir:
“Bak çocuğum, bu davranış senin değil,
sen başkasın, davranışın başka,
sen o davranışı “senin” yapmayabilirsin...”
Böylece çocuk, davranışıyla kendini birbirinden
ayırır,
öyle davranmaz ve öyle bir insan da olmaz…
Yoksa davranışını kendisi sayacağından,
kolu bacağı boku sayacağından öyle bir sarılır ki ona,
ayıramazsınız,
farklı bir davranışla daha iyi bir insan
olabilecekken…
Teodor Zaldin’in o harika ve yorgan
gibi kalın kitabı İnsanlığın Mahrem Tarihi’ne bakalım.
Önce teşhisler: “Zihniyetler
buyruklarla değiştirilmezler çünkü yok edilmesi hemen hemen imkansız olan bir şeye
anılara dayanırlar.”
“Kimi anılar tiranlarınkine benzer
bir saltanat kurar ve mevcut bilginin büyük bir bölümü bu anıların
güçlendirilmesine tahsis edilir. Bilgi incelenmek yerine eski inançları
doğrulamakta kullanılır.”
“Deneyim insanların yanılmalarına
taktıkları addır. (...) Deneyimin gerçekten gösterdiği şey, geleceğimizin
geçmişimizden farklı olmayacağı ve tiksinti içinde bir kere işlediğimiz günahı,
kıvanç duyarak birçok kereler yeniden işleyebileceğimizdir.”
Sonra tedavi:
“Yalnızca kendi hafızaları değil de
tüm insanlık hafızalarını kullanma şansları olsaydı nasıl davranırlardı,
sorusuna cevap bulmaya çalışmak...”
Farklı bir yazardan alıntıyla
tedaviye katkı yapalım:
“Gelenekten üstün bir şey vardır
içgüdü. Tüm insanlık kodları.” (Alain De
Botton - Romantik Hareket)
Onun bunun yaşam kodları değil, tüm
insanlık kodları!
Örneğin, temel bir yazarlık kodu
örneği: “Bir Fransız olduğu kadar bir Çinli de olmaya çalışmıştır. Leghorn’da
bir deprem olur; Flaubert oturup gözyaşı dökmez. O deprem kurbanlarına duyduğu
sempati yüzyıllarca önce zorba bir hükümdarın değirmentaşını çevirirken ölen
kölelere duyduğu sempatiden çok değildir.
Şoka mı uğradınız? Buna tarihsel bir imgeleme sahip olmak denir. Buna,
yalnız tüm dünyayı değil tüm çağları da kendine vatan bilmek denir. Bu
Flaubert’in “zürafalar ve timsahlardan insana, yaşayan her şeyle Tanrı önünde
kardeş olmak” dediği şeydir. Buna yazar olmak denir.” (Julian Barnes -
Flaubert’in Papağanı)
Tarihi, geçmişteki olasılıkları
bilmek, hayatını kendi hayatıyla sınırlamamak...
Olasılıkları görebilmek.
Böylece: Gelecek olasılıkları da.
Şöyle de yaşayabilirdim, demek...
Hayatım farklı olabilirdi...
Bunu pişmanlık duymadan yaşamak...
Çünkü pişmanlık duymamak için, az da olsa pişmanlık
duymak gerek...
Kadın şöyle diyor bir ilişkisindeki
sorunlarla ilgili:
“Kendimi suçlamaya kadar vardırdım işi.”
Ben eleştiriye açığım diyen (ama
etrafı yaltakçılardan geçilmeyen), özeleştiri de yaparım ve hatalı olduğumda
özür dilemesini bilirim diyen (ama kendini hiçbir zaman hatalı bulmayan) bir
kadının lafı bu...
Çevresindeki yaltakçılar, sahte
dostlar, çok güzel gerçek mağdur rolü yaptığından insan tavlayıcı tavırlarına
kananlar, onu, o da kendini o kadar haklı bulmuş ki, bu lafı ediyor: Kendini
suçlamaya kadar vardırmış işi; bak sen! Hatası olmadığı açık olduğu halde nasıl
hata bile aramaya kadar vardırmış işi! Nasıl olgun!
Suçluluk duygusu yok, suçlu muyum
korkusu yok... Ve lafından da utanmıyor...
“Ben herkesi dinler ama yine kendi
bildiğimi yaparım” da diyor.
“Ben
hiçbir şey öğrenmem” demenin aptalca olduğu bile anlaşılmadan söyleniş şekli
bu…
Bir pop starın klibi: Delik bidona
benzin alıyor ve tüm klip boyunca yürüyerek, insanların arasından, ormandan,
oradan buradan geçerek şarkısını söylüyor... Şarkının adı: “No Regrets.” They
only hurt. Pişmanlık yok. Pişmanlık incitir.
Ve bir diyalog:
-Hoş
adamsın.
-Sen de evli bir kadınsın.
-Evet,
neden?
-Kocan hoş adamlarla yazıştığını biliyor mu?
-Hayır
bilmiyor bu onun suçu.
-Haklısın. Ama sen de suçsuz
sayılmazsın... Buradaki tek suçsuz benim ve bu suça bulaşmayacağım...
-Sen de
haklısın, keşke herkes suçunu kabul etse, o zaman burada olmazdık.
-merhaba
-selam
-aklını
birisi mi kaçırdı
(“seni
düşünüyorum aklımı kaçırmış olmalısın” yazımı kastediyor)
-olabilir
-buna
izin verdin yanii
-vermese
miydim
-bu bir
tercih meselesi... eğer tercih ederek yaşadıysan tabii ki.. sen ne tür kitaplar okuyorsun
genelde roman mı? veya öykü?
-hepsi
deneme de var
-okurken içine girer misin
kurgunun yazarın seni alıp bir yerlere götürmesine izin verir
misin
-hayır
-hımm o zaman okurken deneyimin?
-durdurmasını
severim sürüklemesini değil
-durup düşündürtmesini mi yani şok etmesini farkındalığını
yükseltmesini
-o pek mümkün değil
-ama birinin aklını kaçırtması mümkün
-o da değil çok, güzel bir cümle o, beni tam
olarak anlatması şart değil, böyle dolu erkek var sonuçta, yalan değil yani
-bence senin kişisel bilgilerinde yazdığın yazı ile
uymayan bir yazı o.. inanmıyorsan kendine neden yapıştırıyorsun ki, ikilem
var burada bence, neyse canım
-yazarın yazdığı kendini anlatmak zorunda değil ki,
her yazar hayatını mı yazar
-insan potansiyeli oranında yazar, kendi yaşanmışlığı olmasa bile,
benzer bir yaşanmışlığın içine girerek işlediği bir konu yazılabilir ancak,
diğer türlü, sadece içi boş olur ve de etki etmez, iyi bir yazar olamazsın,
yürekten yazmazsan eğer
-tam tersi. kıskanç olmadan kıskanç bir insanı
yürekten anlatmaktır da yazarlık
-kendini kandırıyorsun bencee. bizlerde her türlü duygular söz
konusu, tüm insanlar standart bu konuda
-yazarlıkla ilgili eksik ya da yanlış şeyler
biliyorsun
-sadece oranı farklı
-ve bir yazarla konuştuğunu unutuyorsun
-ben bir yazar olduğunu söyleyenle konuşuyorum...
ama daha ne kadar yazar olduğunu bilmiyorum... derinliğini de daha görmedim.. seninle konuşmamın arkasında belki
bir derinliğin vardır düşüncesi oldu ve de bu derinliğin getirdiği enerjin bunu
anlamaya çalışıyorum ego savaşı etmeye değil böyle bir derdim yok yani
-ama yazdıklarını tekrar okursan bunu beceremediğini
görebilirsin... tabii bunun için iyi bir okur olmak yetmez, kendine de tarafsız
bakabilmek gerekir. birisi yazarım diyorsa ve sana 2 kitap koca bir blog ve
internet yazılarını gösteriyor haber veriyorsa, onları okumamışsan kabul
etmelisin yazar olduğunu... ancak okuduktan sonra sen değilsin deme hakkın
doğar ya da yazar olduğunu söyleyen biriyle konuşuyorum diyebilirsin...
-benim için önemli olan birinin birşeyler yazması
değildir... bu seninle alakalı bir olay değil... kimlik boyutunda algılama
lütfen önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir
-Ben şimdi kadınlarla ilgili atıp tutsam ve bu seninle
alakalı bir olay değil... kimlik boyutunda algılama lütfen desem. Neyse bak bu
tartışmalardan en az üç yüz tane yaptım... yanlış gidiyorsun, dostça uyarmama
izin ver...
-ok.. önemli değil
-“önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir”
bir dolu sıkı yazar bunu umursamaz bile...
-boşverr
-yoksa sen onları okuyup sevmezdin...
-sanırım kendime tepki gösteriyorum... hiç tanımadığım bir insan bu pc ile
iletişim kurmaya çalıştığım için sanki yapacak başka işim yokmuş gibi sana iyi
günler ve bol şanslar dilerim zamanımı öldürdüğümü düşünüyorum şimdi
-Bu esas bana rahatsızlık vermiş konuşmadan sonra
kusura bakma bile demeden ben şöyleyim ben böyleyim demenin beni ne kadar
ilgilendirdiğini de bilmeden ve suçu kendine değil pc ye falan atmaktan da
çekinmeyen biriyle bir daha konuşmak istemem. hoşçakal.
Not: Yazar olduğumu genelde
söylemem, özelde söylerim. Yazar olduğumu da zaten, genelde düşünmem, özelde
düşünürüm.
BİR ERKEK
BİR KADINA NASIL EL KALDIRABİLİR!?
“Bir erkek bir kadına nasıl el
kaldırabilir” diyor, genç kız... “Bunu anlamam mümkün değil...”
Aynı
odada ikimiz çalışıyoruz. Bu laftan birkaç gün sonra. Bir kadın hışımla odamıza
yürüyor. Demin telefonda tartıştık. O didişti, ben anlatmaya çalıştım: “İzin verirseniz açıklayayım, sizin dediğiniz
gibi değil, ama ancak konuşmama izin verirseniz açıklayabilirim” türü laflar
ediyordum. Sonunda “Sizinle konuşulmuyor” diye kapatıyorum telefonu “suratına”.
Kadın buna sinirleniyor ve hışımla, topuklarını şaklata şaklata üzerime
geliyor. Hemen kalkıp odanın kapısını kapıyorum. Açıyor. Kapatıyorum. Açıyor.
Kapatmamın işe yaramadığını anlayıp vazgeçiyorum, eşikte tartışıyoruz. İçeri
adım atmıyor, Allahtan saygılı! “Giderek daha da” dellenen kadını yan odaya
alıyorlar. Aradaki buzlu cama yumruk ya da tekme attığı, bizim tarafımızdan
fark ediliyor. Küfürleri tam olarak duyulmasa da, ne oldukları tahmin ediliyor,
klasik “erkek küfürleri”...
Kadını
sonunda zar zor götürüyorlar, ortalık duruluyor...
Titriyorum...
Yediğim küfürleri düşünüyorum...
Bir erkek arkadaş geliyor, sohbet
etmeye. Genç kıza bakıyor, aklına geliyor:
“Geçen gün soruyordun ya, bir erkek
bir kadına nasıl el kaldırır, diye... Hâlâ soruyor musun?”
Başını iki yana sallıyor kız,
gözleri bir körünkiler gibi sabit… Benim kadar titrediğini de o zaman fark
ediyorum...
MAZO GELİN
Bir dost toplantısında, nişanlı bir çiftin
gözlerimizin önündeki kavgası: Kadın adamı özellikle sinir ediyor, adam ittiği
halde üzerine gidiyor, bunu şakadan yapıyormuş gibi davranıyor, erkeğin
gerçekten sinirlendiğini hepimiz fark ediyor, kadına gözlerimiz önünden birkaç
tokat attığını ama kadının önce biraz şaşırdıktan sonra adamın üzerine gitmeye
devam ettiğini hayretle görüyor, elimizden bir şey gelmediğinden yapay bir
şekilde gülüşüyorduk... Evde tokatların daha da sertleştiği bir dolu kavga
gerçekleştiğini tahmin etmek zor değildi. Kadın mutluydu ama böyle, adamı
seviyordu! Mağduru oynamıyordu sadece, zevkle tutkusunu yaşıyordu... Adamsa
cidden sinirlenmişti ve bundan zevk almıyordu. Çünkü o bir sadist değildi...
Tokat atan, sinirlenen biri gibi görünmekten de hoşlanmıyordu...
Freud: “Karşısındakini kışkırtıp cezalandırılmalarını
sağlamak amacıyla birtakım yaramazlıklarda bulunmalarını, cezalandırılmalarının
kendilerini yatıştırıp rahatlatmasını çocuklar üzerinde açık seçik
gözlemleyebilmekteyiz. Başvurduğumuz ruh çözümsel araştırmalar sıklıkla bizi
bir suçluluk duygusunun izleri üzerine çıkarmakta, bu duygunun suçluları ceza
peşinde koşturduğunu ortaya koymaktadır. Bir suçluluk duygusunun dürtüsü
olmadan suç işeyenleri, kendilerinde ahlaksal engelleme diye bir şeyin
gelişmediği suçluları... tabii bahsi geçenlerden ayrı tutmak lazımdır. (...)
Suçluluk duygusu dışa değil de içe, ben’e yöneldiğinde başkasına kötülük yapan
bir sadist olmazsınız, kendine ceza verilmesini isteyen bir mazohist olursunuz.
Bu insanlar sadistler gibi kötü değil iyidirler ama en az onlar kadar dengesiz
bozuk karakterlidirler.”
KİNDRELLA
(ZÜL KEDİSİ)
"-Ona
nasıl acı çektirebilirim?
-Ona acı
çektiremezsin..." (Ünlü bir yazarımıza bu soruyu sormuş bir bayan
arkadaşım, beni kastederek. Ve bu cevabı almış.)
Ona acı
çektirmek istemenin nedeni ne?
Onun sana acı çektirmiş olması...
Öncelikle o sana bilerek acı çektirmedi...
Acı çekeceğini tahmin ediyordu ama özellikle acı
çektirmek değildi amacı.
Sen şimdi bunu özellikle yapacaksın, kasıtlı
davranacaksın.
Acı çektirmek için normalde yapmayacağın, karakterine
uymayan bir şeyi yapacaksın,
bu sana daha fazla acı verebilir, öyle değil mi?
(Bir acı daha büyüğüyle mi unutulur?)
Sana acı çektirmesini onun yanına
bırakmaman gerektiğini düşünüyorsun!
Bu senin ilkin acıyı hazmedemediğini gösterir, ikinci
olarak da kinci olduğunu.
Tabii esas şu sorulmalı:
Gerçekten acı çektirmek mi istiyorsun ona, yoksa onun
sana yaptığı tarzda bir son hamle yaparak kendini göstermek mi?
Ne kadar kin ve hatta nefret içerse de bu hamle, belki
bir aşk hamlesi…
“Ona nasıl acı çektirebilirim?” “Ona nasıl kendimi gösterebilirim?” mi demek?
Böyleyse, acı çekmediğini gösterebilirsin...*
Ya da acı çektiğini...
Çektiysen gerçekten.
Acı çektiğini gösterirsen, bu onu sevindirebilir,
o zaman ya kötü bir insandır
ya da yine kötü bir insandır ama seni de seviyordur
bir olasılık,
aşıklar bazen alçak olur (senin de olabileceğin gibi).
Acı çektiğini gösterirsen ve bu onu sevindirmezse,
iyi bir insandır, senin ona yapmaya çalıştığın
hainliği hak etmiyordur.
*Acı çekmediğini öğrendiğinde onu önemsemediğini düşünecektir, ve eğer sana değer veriyorsa işte o zaman acı çekecektir. Ya da acı çekmediğinden onun için de bir sorun kalmayacaktır, zaten değer vermediği için; bu durumda daha önce de dediğimiz gibi, senin şimdi ona yaptığın gibi kasıtlı bir şekilde acı çektirmeye çalışmamıştır sana. Ama ne olursa olsun bir hareket bekliyorsun sen, tarafların geri çekilmesini değil. Hoş, sana değer vermiyorsa, zaten ileri bir adım atmamış oluyor ya o, sen kendi kendine gelin güvey oluyorsun.
Gazete haberi:
PEKİ
KADINLAR ARTIK SALDIRGAN OLMAKTAN UTANMIYOR MU?
-Utanç dediğiniz, başka insanların
-aile, mahalleli, köylünüz olabilir- bizi nasıl değerlendirdiğiyle ve bizim
bunu önemsememizle ilgili bir şeydir. Bizimki gibi Doğu özellikleri olan yani
tam birey merkezli olmayıp cemaat eğilimlerinin de olduğu toplumlarda 'utanç
duygusu' ön plandadır. Batı'da ise 'suçluluk' duygusu öndedir. Bugün Türkiye
hızlı bir atomizasyon sürecinden geçiyor. Utanmayı sağlayan geleneksel yapılar
yıpranıyor. Toplumsal bağlar çözüldükçe utanma ihtimali azalıyor. Bunun yerini
dolduracak suçluluk duygusu da hemen ortaya çıkmıyor.
-İnsanlar ne utanıyor ne de suçluluk
duyuyor demektir bu. Oysa utanma ve suçluluk duyguları kişinin frenleri değil
midir? Tehlikeli bir durum değil mi bu? Biz şimdi freni olmayan bir toplum
muyuz?
-Gayet tehlikeli bir durum bu. Bir
boşluk hali var. Şiddetin yaygınlaşması gibi şeyler de bununla ilgili zaten...
AL KOCAYI VUR SOPAYI
Ağız Payı
-Neden kadın hakları için yeterince mücadele etmiyorsunuz?
-Ben bir anneyim. Bir oğlum ve bir kızım var. Hangisi için mücadele etmemi
isterdiniz. (Patti Smith)
1. Kitabın Tanıtımı
AL KOCAYI VUR SOPAYI
Sevenler arası şiddet
Ayşe Kudat, Doğan Kitap, 2007
İnsanlık tarihi boyunca şiddete
uğramış kişileri çeşitli sınıflandırmalara tabi tutarsak, yakınları tarafından
dövülen, hakaret gören, cinsel saldırıya uğrayanların savaşlarda, sokak
kavgalarında veya terör olaylarında yaralanan veya ölenlerden çok daha fazla
olduğunu görürüz.
Aile içi şiddet, çağımızda neredeyse
her iki kadından birinin, belki her çocuğun ve önemli oranda erkeğin her gün,
her hafta, her ay, sürekli olarak maruz kaldığı bir olgudur ve BM dahil
uluslararası kuruluşlar ve ulusal sivil toplum kuruluşları konuya sahip çıkmaya
başlamıştır. Bu kitap, erkeğin maruz kaldığı şiddeti gözler önüne seren
Türkiye’deki ilk kitaptır ve birçok erkeğin eşi veya sevgilisinden şiddet
gördüğünü belgeleme amacı gütmektedir... Erkekler yalnız kadın değil erkek
sevdiklerinden de şiddet görmektedir. Erkeklerin pısırık görünmemek için
gizlemeleri sonucu bir türlü açığa çıkarılamayan bu konu Batı toplumlarında
yavaş yavaş incelenmeye başlanmıştır.
Bu kitap sevgi ilişkileri
çerçevesinde erkeklere yöneltilen şiddet konusu üstünde durmayı amaçlıyor ve
erkeklerin eşlerinden, kadın ve erkek sevgililerinden çektiklerini dile
getiriyor.
2. Kitap
üzerine Radikal Kitap’ta çıkan “inceleme” yazısı.
KADIN DEDİĞİN DÖVER!
Kitabın adı 'Al Kocayı Vur Sopayı'
gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca,
bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor
DİLAY YALÇIN
Ayşe Kudat, Al Kocayı Vur Sopayı'da
şiddetin toplum, tarih, insan psikolojisi ve insan ilişkilerindeki yerini
anlatıyor. Ancak kitabın isminden de anlaşılabileceği gibi, bunu, insanın
insana uyguladığı şiddetten ziyade, kadının erkeğe uyguladığı şiddet konusuna
bir giriş olarak anlatıyor... Ne var ki, kitabın adı Al Kocayı Vur Sopayı gibi
'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun,
üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor. Ayşe Kudat da
okuyucusunu buna inandırmakta zorlanması, hatta kitapta birkaç defa, kendisini
de buna inandırmak istercesine, bu kitabı yazarken dünyada kadına uygulanan
şiddeti görmezden gelmediğini belirtme ihtiyacı duyması normal karşılanabilir.
Gerçekten de, okuyucu olarak kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir hayalgücü gerektiren bir mesele. Kadın deyince akla, ilk insandan bugüne kadar (ya da Athena'nın Apollo'yla bir olup da, annenin çocuğuyla kan bağı taşımadığına karar verdiği günden bugüne kadar) hep ezilmiş, erkeğe göre özellikle de fiziksel anlamda hep zayıf olmuş bir varlık geliyor.
Gerçekten de, okuyucu olarak kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir hayalgücü gerektiren bir mesele. Kadın deyince akla, ilk insandan bugüne kadar (ya da Athena'nın Apollo'yla bir olup da, annenin çocuğuyla kan bağı taşımadığına karar verdiği günden bugüne kadar) hep ezilmiş, erkeğe göre özellikle de fiziksel anlamda hep zayıf olmuş bir varlık geliyor.
Şiddet konuşulmalı
Bu elbette ki, kadının erkeğe
uyguladığı şiddetin konuşulması gerekmeyen bir konu olduğu anlamına gelmiyor.
Kitabın adı sözlü veya psikolojik şiddetten ziyade, fiziksel şiddeti
çağrıştırdığından, okurun, sopa vurulan erkeklerin sopa vurulan kadınlara
oranını merak etmesi kaçınılmaz. Ayşe Kudat bu oranları şöyle anlatıyor: (B.J.
Morse'un 1976 yılından başlayarak yirmi yıla yakın süre gözlemlediği 1.725 evli
çift üstünden) "Örneğin, 1986'da kocaların eşlerine gösterdiği şiddet
oranı yüzde 9,4 iken, kadınların kocalarına yönelttiği aşırı şiddet oranının
yüzde 22,8 olduğu görülmüştür." R.J.H. Russell ve B. Hulson'un
İngiltere'de yaptığı araştırmaya göreyse, 1992 yılında, İngiltere'de erkeklerin
yüzde 5,8'i karılarına, kadınlarınsa yüzde 11,3'ünün kocalarına aşırı şiddet
göstermiş.
Bu sayılar şaşırtıcı olsa da, her
zaman erkeğe kıyasla fiziksel olarak zayıf olduğunu söylediğimiz kadının erkeğe
uyguladığı şiddetin açıklaması ise kitapta şöyle yapılıyor: (Alman Hükümeti'nin
yaptırdığı bir araştırmaya göre) "... bir kadınla sevgili ya da eş olarak
yaşamış erkeklerin yüzde 25'i şiddet görmüş ve bunların çoğu da birçok kez bu
şiddeti yaşamıştır. Her altı erkekten birinin sevdiği kadın tarafından sert bir
şekilde itiştirilip kakıştırıldığı da ortaya çıkmıştır. Ayrıca, erkekler yüzde
5-10 oranda da ısırıldıklarını, tırmalandıklarını, acı çektirici biçimde
tekmelendiklerini ya da fırlatılan eşyalardan yaralandıklarını söylemişlerdir.
Benzer bir orandaki erkek de, yaralandıklarını ve yaşamlarını yitireceklerinden
korktuklarını dile getirmişlerdir."
Ayşe Kudat'ın, kadının erkeğe
uyguladığı şiddetin oranını, 'kadın sevgililerinden veya eşlerinden
hayatlarında en az bir defa fiziksel şiddete uğramış olanlar' üstünden
değerlendirmesi gibi detaylar, okuyucuya bu kitabın yazılmasını
kabullendirebilecek cinsten değil. Çünkü hayatı boyunca bir defa dayak yemiş
bir kadın bile hayatının sonuna kadar bir daha dayak yiyeceği korkusuyla
yaşamaya terk edildiği gibi, bir defa dayak yemiş kadınların çoğu hayatları
boyunca dayak yemeye devam ediyor.
Kitabın daha en başlarında, Kudat'ın, Inter Amerikan
Kalkınma Bankası'nın yaptığı araştırmayla belirlediği 'şiddetin devletlere
maliyeti' konulu paragrafa girmesi, erkeğin akşam eve geldiğinde önüne düzgün
yemek konmamasını kadının uyguladığı şiddetin bir örneği olarak göstermesi,
genlerin de şiddet eğiliminde payı olduğunu belirtmek için zencilerin şiddete
genetik olarak daha yatkın olduğuyla ilgili bir giriş yapması ve onlarca ayrı
araştırmanın adı geçmesine rağmen, konu 'kadının erkeğe sopa vurması'na gelince
hiçbir sayısal bilgiyi net olarak vermemesi, ne zaten önyargılı olan okura ne
de elinde ikna etmesi çok güç bir argüman olan Ayşe Kudat'a yardımcı oluyor.
3. Benim yazım
KARŞINIZDA HER ŞEYDEN ÖNCE ŞİDDET
VAR!
Murat
Sohtorik
Yakında
yayınlatmayı düşündüğüm muhtemelen “roman” türüne girecek kitabımda
sergilediğim bazı hayatlar, dünya çapında şiddet üzerine akademik araştırmalar
yapan bir bayan arkadaşım tarafından “Tüm dünyada sadece kadına ve çocuğa
yönelik şiddet örnekleri incelenmiş, senin kitabındaki gibi sözel, psikolojik
ve benzeri şiddet örnekleri düşünüldüğünde dünyanın bu konuya bakışındaki eksik
yön ortaya çıkıyor ve konu çok daha kapsamlı hale geliyor.” diye
değerlendirilmişti.
Bu
tespiti, belgelerle destekleyen bir ilk kitap çıkmış, Doğan Kitap’tan, Ayşe
Kudat’ın “Al Kocayı Vur Sopayı” adlı eseri.
Ama bu metni yazma nedenim, kitabın
kendisi değil; kitabın yazılmasının ne kadar gerekli olduğunu bilinçsizce
gösteren, Dilay Yalçın’ın Radikal
Kitap’taki 1 Şubat 2008 tarihli yazısı.
“Gerçekten de, okuyucu olarak
kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir
hayal gücü gerektiren bir mesele.” diyerek kitabın hayal gücüne yer bırakmadan
araştırma kanıtları ve günlük hayattan örneklerle açıkladığı konuya önyargılı
bakışını belli ediyor Dilay Yalçın. Üstelik kısa inceleme yazısında üç kez (alt
başlığı da sayarsak dört kez) “ima edilen” şey dikkat çekmeyecek gibi değil
(italikler benim. MS):
“…kitabın adı Al Kocayı Vur Sopayı
gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca,
bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu
olduğuna inanmak hayli zor.”
“…kadının erkeğe uyguladığı şiddetin
oranını, 'kadın sevgililerinden veya eşlerinden hayatlarında en az bir defa
fiziksel şiddete uğramış olanlar' üstünden değerlendirmesi gibi detaylar, okuyucuya bu kitabın yazılmasını
kabullendirebilecek cinsten değil.”
“…ne zaten önyargılı olan okura ne
de elinde ikna etmesi çok güç bir argüman
olan Ayşe Kudat'a yardımcı oluyor.”
Bilemiyorum Aşye Kudat, konunun
işlenişini, örneklerin konuyu nasıl desteklediğini ve benzeri konuları
incelemeyi aşıp konunun kendisinin anlamsız, gereksiz vs olduğu yolundaki
“eleştiri” hakkında ne düşünür; ama ben bu romanımda olmasa da -çünkü içinde
yeterince kadın şiddeti örneği var- belki bir sonrakinde Dilay Yalçın’ın “şu
konuda kitap yazılamaz” şeklindeki yaklaşımını bir şiddet örneği olarak gönül
rahatlığıyla işleyip tespit edebilirim.
Hatta Ayşe Kudat’ın, “erkeğe yönelik
şiddet” konulu eserinin amacının, erkeğin kadına yönelik şiddetini görmezden
gelmek değil, kadına uygulanan şiddetle birlikte ve şiddet başlığı altından
“artık” incelenmesi gereken bir konuya dikkat çekmek olduğunu defalarca
belirtmesindeki inceliği, Dilay Yalçın’ın tam tersinden alıp, üzerine kitap
yazılabilecek bir konuda kitap yazdığına, yazarın kendisini de inandırma çabası
olarak aşırı yorumlamasını, bir “bel altına vurma hadisesi” olarak romanımda
kullanabilirim.
Bakın işte buldum; romanımda, şiddet
üzerine bir kitap ve onu eleştiren bir inceleme yazısı kurgulayıp, inceleme
yazısının kendisinin, kitabın ikinci basımına şiddet örneği olarak eklendiğini
anlatarak bunları yapabilirim.
Yazımı, Ayşe Kudat’ın kitabının ana
fikri ve yazılış amacı olabilecek başlığımı da açıklayacak bir sözle bitirmek istiyorum;
bir tartışma sırasında herhangi bir kabalaşma söz konusu değilken bir kadının
söylediği şu söz: “Sözlerinize dikkat edin, karşınızda her şeyden önce bir
kadın var!”*
* Radikal
Kitap’ın yazımı alıp almadığını öğrenemedim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder