6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 7: Yanlış Kadınlar Tuvaleti (Devam 1)


 


YAŞLI DOĞMAK

 

“Kendini korumak, kendinin belli bir versiyonuna tutunmak adına cehaletini ince ince işlerdi.”  (Adam Philips)

 

“Yine de ben hayatımı boşa yaşanmış saymıyorum, yeniden dünyaya gelsem aynı şeyleri yaşarım.”

Yeniden doğmaya ne gerek var, aynı şeyler yaşanacaksa...

Bazı insanların yeniden doğması ne kadar faydasız... 

Bence bu insanların doğması da faydasızdı...

Yaşlı doğmuşlardı çünkü...

 

Yanlış evliliğini yıllar sonra bitiren bir kadın şöyle diyor: “Eski eşim gibi biriyle 12 yılımı geçirdiğim için gurur duyuyorum.”

Yaşadıklarıyla gurur duymasa ölür mü insan?

Gurur duymasa yaşadıklarıyla, yaşamamış mı sayılır...

Yaşamamış saymak...

“Ben o günleri unutmak istiyorum.” diyen biri... Ama hep kendi hatalarıyla ilgili, unutmak istedikleri...

Unutmak... Ya da unutamayacak kadar belirgin, yoğun anıları (herkes tarafından bilinenleri) illa gurur duyarak ya da pişmanlık duymadan hatırlamaya zorlamak kendini...

Temel neden pişmanlığı hayatından çıkarmış olmak...

 

Metallica’nın “Turn the page” şarkısının klibinde, gündüz striptiz yapan, akşam da sokaklarda işe çıkan ve bulduğu erkekleri pansiyon odasına getiren bir fahişe anlatılır; kadınla yapılan gerçek sohbet de verilir şarkı susturulup; kadın orada söyler bu lafı: “Bir daha dünyaya gelsem, tam tamına aynı seçimleri yapardım.” Striptiz kulübüne kadının küçük kızı da gelir ve makyaj masasında onu bekler, oyuncak bebekleriyle oynayarak; ama pansiyonun arka odasında beklerkenki durum daha kötüdür: Annesinin dayak yerkenki çığlıklarını dinler küçük kız, adam parayı dövdüğü kadının çıplak vücuduna fırlattıktan sonra onu yüzü gözü kanlı ve morarmış, ağlarken bırakır, ancak o zaman kız annesinin yanına gidebilir, ağlamasını yatıştırmaya çalışır ona arkadan sarılarak, biraz önce muhtemelen şiddetli bir seksin yaşandığı yatakta... Kadın bu sahneden sonra eder o lafı: “Bir seçme şansım daha olsa, tamı tamına aynı seçimleri yapardım.”

İnsan kendini haklı çıkarmasa, intihar mı eder...*

 

*“Atlantis” adlı öykümde bu konuyu işlemiştim.

 

Bir daha dünyaya gelse de mi intihar eder...

Şu soru, yukarıdaki trajikomikliği açıklar: Fahişenin kızı da bir daha dünyaya gelse aynı seçimleri mi yapar, örneğin aynı anneyi mi seçer?*

 

*” Ama Murat Bey, anası da kızı da bu dünyaya böyle gelmeyi planlamış olamazlar mı?” diye sormak, bir kaytarma planı içeriyor! Kimse dersten kaytarmak için dünyaya gelmeyi planlayamaz... Sizin bildiğiniz derslerden değil bu...

 

 

Bu böyledir, şu da şöyledir diyen birine, nerden biliyorsun? diye soruyorsunuz:

Kendi hayatımdan biliyorum, diyor...

Hayatını yazsa yani, Kutsal Kitap olacak!

 

“Aşkı öğrendim, aşk kötü bişi.” diyor.

“Beceremedim” diyeceği yerde neden “öğrendim” der insan...

Beceremedim dediğinizde, mesela çocuğunuza, çocuğunuzun becerme şansı olduğunu söylüyorsunuzdur; aşk kötü bir şey dediğinizde, farkında mısınız, çocuğunuza ne söylüyorsunuz...*

 

*“Okul kırmak” adlı öykümde buna benzer bir konuyu işlemiştim.

 

Cemal Süreya’ya bakalım: “Hayatımı değiştirmek istemediğime göre mutsuz değilim.”

Mutsuz olmadığını düşünmenin kıstası bu: Hayatını değiştirmek istemiyor!

Oysa kıstas, cesaret edebilmek ya da edememek değil midir...

Şu laf çok güzel açıklıyor durumu: “Türkiye’de ya dinozorluk var ya döneklik.”

İnsanlar, bazı coğrafyalarda, hayatımı yeniden yaşasam şunları şunları değiştirirdim diyemiyorlar, çünkü dönek olmakla suçlanacaklar...

 

Çocuğa hatalı bir davranışında “bunu yapma” dediğinizde,

şöyle devam etmeniz gerekir:

“Bak çocuğum, bu davranış senin değil,

sen başkasın, davranışın başka,

sen o davranışı “senin” yapmayabilirsin...”

Böylece çocuk, davranışıyla kendini birbirinden ayırır,

öyle davranmaz ve öyle bir insan da olmaz…

Yoksa davranışını kendisi sayacağından,

kolu bacağı boku sayacağından öyle bir sarılır ki ona, ayıramazsınız,

farklı bir davranışla daha iyi bir insan olabilecekken…

 

Teodor Zaldin’in o harika ve yorgan gibi kalın kitabı İnsanlığın Mahrem Tarihi’ne bakalım.

Önce teşhisler: “Zihniyetler buyruklarla değiştirilmezler çünkü yok edilmesi hemen hemen imkansız olan bir şeye anılara dayanırlar.”

“Kimi anılar tiranlarınkine benzer bir saltanat kurar ve mevcut bilginin büyük bir bölümü bu anıların güçlendirilmesine tahsis edilir. Bilgi incelenmek yerine eski inançları doğrulamakta kullanılır.”

“Deneyim insanların yanılmalarına taktıkları addır. (...) Deneyimin gerçekten gösterdiği şey, geleceğimizin geçmişimizden farklı olmayacağı ve tiksinti içinde bir kere işlediğimiz günahı, kıvanç duyarak birçok kereler yeniden işleyebileceğimizdir.”

Sonra tedavi:

“Yalnızca kendi hafızaları değil de tüm insanlık hafızalarını kullanma şansları olsaydı nasıl davranırlardı, sorusuna cevap bulmaya çalışmak...”

Farklı bir yazardan alıntıyla tedaviye katkı yapalım:

“Gelenekten üstün bir şey vardır içgüdü. Tüm insanlık kodları.”  (Alain De Botton - Romantik Hareket)

Onun bunun yaşam kodları değil, tüm insanlık kodları!

Örneğin, temel bir yazarlık kodu örneği: “Bir Fransız olduğu kadar bir Çinli de olmaya çalışmıştır. Leghorn’da bir deprem olur; Flaubert oturup gözyaşı dökmez. O deprem kurbanlarına duyduğu sempati yüzyıllarca önce zorba bir hükümdarın değirmentaşını çevirirken ölen kölelere duyduğu sempatiden çok değildir.  Şoka mı uğradınız? Buna tarihsel bir imgeleme sahip olmak denir. Buna, yalnız tüm dünyayı değil tüm çağları da kendine vatan bilmek denir. Bu Flaubert’in “zürafalar ve timsahlardan insana, yaşayan her şeyle Tanrı önünde kardeş olmak” dediği şeydir. Buna yazar olmak denir.” (Julian Barnes - Flaubert’in Papağanı)

 

Tarihi, geçmişteki olasılıkları bilmek, hayatını kendi hayatıyla sınırlamamak...

Olasılıkları görebilmek.

Böylece: Gelecek olasılıkları da.

Şöyle de yaşayabilirdim, demek...

Hayatım farklı olabilirdi...

 

Bunu pişmanlık duymadan yaşamak...

Çünkü pişmanlık duymamak için, az da olsa pişmanlık duymak gerek...

 

Kadın şöyle diyor bir ilişkisindeki sorunlarla ilgili:

“Kendimi suçlamaya kadar vardırdım işi.”

Ben eleştiriye açığım diyen (ama etrafı yaltakçılardan geçilmeyen), özeleştiri de yaparım ve hatalı olduğumda özür dilemesini bilirim diyen (ama kendini hiçbir zaman hatalı bulmayan) bir kadının lafı bu...

Çevresindeki yaltakçılar, sahte dostlar, çok güzel gerçek mağdur rolü yaptığından insan tavlayıcı tavırlarına kananlar, onu, o da kendini o kadar haklı bulmuş ki, bu lafı ediyor: Kendini suçlamaya kadar vardırmış işi; bak sen! Hatası olmadığı açık olduğu halde nasıl hata bile aramaya kadar vardırmış işi! Nasıl olgun!

Suçluluk duygusu yok, suçlu muyum korkusu yok... Ve lafından da utanmıyor...

 

“Ben herkesi dinler ama yine kendi bildiğimi yaparım” da diyor.

Ben hiçbir şey öğrenmem” demenin aptalca olduğu bile anlaşılmadan söyleniş şekli bu…

 

Bir pop starın klibi: Delik bidona benzin alıyor ve tüm klip boyunca yürüyerek, insanların arasından, ormandan, oradan buradan geçerek şarkısını söylüyor... Şarkının adı: “No Regrets.” They only hurt. Pişmanlık yok. Pişmanlık incitir.

 

Ve bir diyalog:

-Hoş adamsın.

-Sen de evli bir kadınsın.

-Evet, neden?

-Kocan hoş adamlarla yazıştığını biliyor mu?

-Hayır bilmiyor bu onun suçu.

-Haklısın. Ama sen de suçsuz sayılmazsın... Buradaki tek suçsuz benim ve bu suça bulaşmayacağım...

-Sen de haklısın, keşke herkes suçunu kabul etse, o zaman burada olmazdık.

 

 

 

 

 

ERKEĞİN TOKADINI KADININ NESİNE TERCİH EDERİM?

 

-merhaba


-selam

 

-aklını birisi mi kaçırdı

(“seni düşünüyorum aklımı kaçırmış olmalısın” yazımı kastediyor)

 

-olabilir

 

-buna izin verdin yanii

 

-vermese miydim

 

-bu bir tercih meselesi... eğer tercih ederek yaşadıysan tabii ki.. sen ne tür kitaplar okuyorsun genelde roman mı? veya öykü?

 

-hepsi    deneme de var

 

-okurken içine girer misin kurgunun    yazarın seni alıp bir yerlere götürmesine izin verir misin

 

-hayır

 

-hımm    o zaman okurken deneyimin?

 

-durdurmasını severim sürüklemesini değil

 

-durup düşündürtmesini mi yani şok etmesini farkındalığını yükseltmesini

 

-o pek mümkün değil

 

-ama birinin aklını kaçırtması mümkün

 

-o da değil çok, güzel bir cümle o, beni tam olarak anlatması şart değil, böyle dolu erkek var sonuçta, yalan değil yani

 

-bence senin kişisel bilgilerinde yazdığın yazı ile uymayan bir yazı o.. inanmıyorsan kendine neden yapıştırıyorsun ki, ikilem var burada bence, neyse canım

 

-yazarın yazdığı kendini anlatmak zorunda değil ki, her yazar hayatını mı yazar

 

-insan potansiyeli oranında yazar, kendi yaşanmışlığı olmasa bile, benzer bir yaşanmışlığın içine girerek işlediği bir konu yazılabilir ancak, diğer türlü, sadece içi boş olur ve de etki etmez, iyi bir yazar olamazsın, yürekten yazmazsan eğer

 

-tam tersi. kıskanç olmadan kıskanç bir insanı yürekten anlatmaktır da yazarlık

 

-kendini kandırıyorsun bencee. bizlerde her türlü duygular söz konusu, tüm insanlar standart bu konuda

 

-yazarlıkla ilgili eksik ya da yanlış şeyler biliyorsun

 

-sadece oranı farklı

 

-ve bir yazarla konuştuğunu unutuyorsun

 

-ben bir yazar olduğunu söyleyenle konuşuyorum... ama daha ne kadar yazar olduğunu bilmiyorum... derinliğini de daha görmedim.. seninle konuşmamın arkasında belki bir derinliğin vardır düşüncesi oldu ve de bu derinliğin getirdiği enerjin bunu anlamaya çalışıyorum ego savaşı etmeye değil böyle bir derdim yok yani

 

-ama yazdıklarını tekrar okursan bunu beceremediğini görebilirsin... tabii bunun için iyi bir okur olmak yetmez, kendine de tarafsız bakabilmek gerekir. birisi yazarım diyorsa ve sana 2 kitap koca bir blog ve internet yazılarını gösteriyor haber veriyorsa, onları okumamışsan kabul etmelisin yazar olduğunu... ancak okuduktan sonra sen değilsin deme hakkın doğar ya da yazar olduğunu söyleyen biriyle konuşuyorum diyebilirsin...

 

-benim için önemli olan birinin birşeyler yazması değildir... bu seninle alakalı bir olay değil... kimlik boyutunda algılama lütfen önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir

 

-Ben şimdi kadınlarla ilgili atıp tutsam ve bu seninle alakalı bir olay değil... kimlik boyutunda algılama lütfen desem. Neyse bak bu tartışmalardan en az üç yüz tane yaptım... yanlış gidiyorsun, dostça uyarmama izin ver...

 

-ok.. önemli değil

 

-“önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir” bir dolu sıkı yazar bunu umursamaz bile...

 

-boşverr


-yoksa sen onları okuyup sevmezdin...

 

-sanırım kendime tepki gösteriyorum... hiç tanımadığım bir insan bu pc ile iletişim kurmaya çalıştığım için sanki yapacak başka işim yokmuş gibi sana iyi günler ve bol şanslar dilerim zamanımı öldürdüğümü düşünüyorum şimdi

 

-Bu esas bana rahatsızlık vermiş konuşmadan sonra kusura bakma bile demeden ben şöyleyim ben böyleyim demenin beni ne kadar ilgilendirdiğini de bilmeden ve suçu kendine değil pc ye falan atmaktan da çekinmeyen biriyle bir daha konuşmak istemem. hoşçakal.

 

Not: Yazar olduğumu genelde söylemem, özelde söylerim. Yazar olduğumu da zaten, genelde düşünmem, özelde düşünürüm.

 

 

 

 

 

BİR ERKEK BİR KADINA NASIL EL KALDIRABİLİR!?

 

“Bir erkek bir kadına nasıl el kaldırabilir” diyor, genç kız... “Bunu anlamam mümkün değil...”

            Aynı odada ikimiz çalışıyoruz. Bu laftan birkaç gün sonra. Bir kadın hışımla odamıza yürüyor. Demin telefonda tartıştık. O didişti, ben anlatmaya çalıştım:  “İzin verirseniz açıklayayım, sizin dediğiniz gibi değil, ama ancak konuşmama izin verirseniz açıklayabilirim” türü laflar ediyordum. Sonunda “Sizinle konuşulmuyor” diye kapatıyorum telefonu “suratına”. Kadın buna sinirleniyor ve hışımla, topuklarını şaklata şaklata üzerime geliyor. Hemen kalkıp odanın kapısını kapıyorum. Açıyor. Kapatıyorum. Açıyor. Kapatmamın işe yaramadığını anlayıp vazgeçiyorum, eşikte tartışıyoruz. İçeri adım atmıyor, Allahtan saygılı! “Giderek daha da” dellenen kadını yan odaya alıyorlar. Aradaki buzlu cama yumruk ya da tekme attığı, bizim tarafımızdan fark ediliyor. Küfürleri tam olarak duyulmasa da, ne oldukları tahmin ediliyor, klasik “erkek küfürleri”...

            Kadını sonunda zar zor götürüyorlar, ortalık duruluyor...

Titriyorum...

Yediğim küfürleri düşünüyorum...

 

Bir erkek arkadaş geliyor, sohbet etmeye. Genç kıza bakıyor, aklına geliyor:

“Geçen gün soruyordun ya, bir erkek bir kadına nasıl el kaldırır, diye... Hâlâ soruyor musun?”

Başını iki yana sallıyor kız, gözleri bir körünkiler gibi sabit… Benim kadar titrediğini de o zaman fark ediyorum...

 

 

 

 

MAZO GELİN

                       

Bir dost toplantısında, nişanlı bir çiftin gözlerimizin önündeki kavgası: Kadın adamı özellikle sinir ediyor, adam ittiği halde üzerine gidiyor, bunu şakadan yapıyormuş gibi davranıyor, erkeğin gerçekten sinirlendiğini hepimiz fark ediyor, kadına gözlerimiz önünden birkaç tokat attığını ama kadının önce biraz şaşırdıktan sonra adamın üzerine gitmeye devam ettiğini hayretle görüyor, elimizden bir şey gelmediğinden yapay bir şekilde gülüşüyorduk... Evde tokatların daha da sertleştiği bir dolu kavga gerçekleştiğini tahmin etmek zor değildi. Kadın mutluydu ama böyle, adamı seviyordu! Mağduru oynamıyordu sadece, zevkle tutkusunu yaşıyordu... Adamsa cidden sinirlenmişti ve bundan zevk almıyordu. Çünkü o bir sadist değildi... Tokat atan, sinirlenen biri gibi görünmekten de hoşlanmıyordu...

 

Freud: “Karşısındakini kışkırtıp cezalandırılmalarını sağlamak amacıyla birtakım yaramazlıklarda bulunmalarını, cezalandırılmalarının kendilerini yatıştırıp rahatlatmasını çocuklar üzerinde açık seçik gözlemleyebilmekteyiz. Başvurduğumuz ruh çözümsel araştırmalar sıklıkla bizi bir suçluluk duygusunun izleri üzerine çıkarmakta, bu duygunun suçluları ceza peşinde koşturduğunu ortaya koymaktadır. Bir suçluluk duygusunun dürtüsü olmadan suç işeyenleri, kendilerinde ahlaksal engelleme diye bir şeyin gelişmediği suçluları... tabii bahsi geçenlerden ayrı tutmak lazımdır. (...) Suçluluk duygusu dışa değil de içe, ben’e yöneldiğinde başkasına kötülük yapan bir sadist olmazsınız, kendine ceza verilmesini isteyen bir mazohist olursunuz. Bu insanlar sadistler gibi kötü değil iyidirler ama en az onlar kadar dengesiz bozuk karakterlidirler.”

 

 

 

 

KİNDRELLA (ZÜL KEDİSİ)

 

"-Ona nasıl acı çektirebilirim?

-Ona acı çektiremezsin..." (Ünlü bir yazarımıza bu soruyu sormuş bir bayan arkadaşım, beni kastederek. Ve bu cevabı almış.)

 

Ona acı çektirmek istemenin nedeni ne?

Onun sana acı çektirmiş olması...

Öncelikle o sana bilerek acı çektirmedi...

Acı çekeceğini tahmin ediyordu ama özellikle acı çektirmek değildi amacı.

Sen şimdi bunu özellikle yapacaksın, kasıtlı davranacaksın.

Acı çektirmek için normalde yapmayacağın, karakterine uymayan bir şeyi yapacaksın,

bu sana daha fazla acı verebilir, öyle değil mi?

(Bir acı daha büyüğüyle mi unutulur?)

 

Sana acı çektirmesini onun yanına bırakmaman gerektiğini düşünüyorsun!

Bu senin ilkin acıyı hazmedemediğini gösterir, ikinci olarak da kinci olduğunu.

 

Tabii esas şu sorulmalı:

Gerçekten acı çektirmek mi istiyorsun ona, yoksa onun sana yaptığı tarzda bir son hamle yaparak kendini göstermek mi?

Ne kadar kin ve hatta nefret içerse de bu hamle, belki bir aşk hamlesi…


“Ona nasıl acı çektirebilirim?” “Ona nasıl kendimi gösterebilirim?” mi demek?

Böyleyse, acı çekmediğini gösterebilirsin...*

Ya da acı çektiğini...

Çektiysen gerçekten.

Acı çektiğini gösterirsen, bu onu sevindirebilir,

o zaman ya kötü bir insandır

ya da yine kötü bir insandır ama seni de seviyordur bir olasılık,

aşıklar bazen alçak olur (senin de olabileceğin gibi).

Acı çektiğini gösterirsen ve bu onu sevindirmezse,

iyi bir insandır, senin ona yapmaya çalıştığın hainliği hak etmiyordur.


*Acı çekmediğini öğrendiğinde onu önemsemediğini düşünecektir, ve eğer sana değer veriyorsa işte o zaman acı çekecektir. Ya da acı çekmediğinden onun için de bir sorun kalmayacaktır, zaten değer vermediği için; bu durumda daha önce de dediğimiz gibi, senin şimdi ona yaptığın gibi kasıtlı bir şekilde acı çektirmeye çalışmamıştır sana. Ama ne olursa olsun bir hareket bekliyorsun sen, tarafların geri çekilmesini değil. Hoş, sana değer vermiyorsa, zaten ileri bir adım atmamış oluyor ya o, sen kendi kendine gelin güvey oluyorsun.

 

 

 

 

 

 

Gazete haberi:

PEKİ KADINLAR ARTIK SALDIRGAN OLMAKTAN UTANMIYOR MU?

 

-Utanç dediğiniz, başka insanların -aile, mahalleli, köylünüz olabilir- bizi nasıl değerlendirdiğiyle ve bizim bunu önemsememizle ilgili bir şeydir. Bizimki gibi Doğu özellikleri olan yani tam birey merkezli olmayıp cemaat eğilimlerinin de olduğu toplumlarda 'utanç duygusu' ön plandadır. Batı'da ise 'suçluluk' duygusu öndedir. Bugün Türkiye hızlı bir atomizasyon sürecinden geçiyor. Utanmayı sağlayan geleneksel yapılar yıpranıyor. Toplumsal bağlar çözüldükçe utanma ihtimali azalıyor. Bunun yerini dolduracak suçluluk duygusu da hemen ortaya çıkmıyor.

-İnsanlar ne utanıyor ne de suçluluk duyuyor demektir bu. Oysa utanma ve suçluluk duyguları kişinin frenleri değil midir? Tehlikeli bir durum değil mi bu? Biz şimdi freni olmayan bir toplum muyuz?

-Gayet tehlikeli bir durum bu. Bir boşluk hali var. Şiddetin yaygınlaşması gibi şeyler de bununla ilgili zaten...

 

 

 

 

 

AL KOCAYI VUR SOPAYI

 

Ağız Payı

-Neden kadın hakları için yeterince mücadele etmiyorsunuz?

-Ben bir anneyim. Bir oğlum ve bir kızım var. Hangisi için mücadele etmemi isterdiniz. (Patti Smith)

 

1.      Kitabın Tanıtımı

 

AL KOCAYI VUR SOPAYI

Sevenler arası şiddet

Ayşe Kudat, Doğan Kitap, 2007

İnsanlık tarihi boyunca şiddete uğramış kişileri çeşitli sınıflandırmalara tabi tutarsak, yakınları tarafından dövülen, hakaret gören, cinsel saldırıya uğrayanların savaşlarda, sokak kavgalarında veya terör olaylarında yaralanan veya ölenlerden çok daha fazla olduğunu görürüz.

Aile içi şiddet, çağımızda neredeyse her iki kadından birinin, belki her çocuğun ve önemli oranda erkeğin her gün, her hafta, her ay, sürekli olarak maruz kaldığı bir olgudur ve BM dahil uluslararası kuruluşlar ve ulusal sivil toplum kuruluşları konuya sahip çıkmaya başlamıştır. Bu kitap, erkeğin maruz kaldığı şiddeti gözler önüne seren Türkiye’deki ilk kitaptır ve birçok erkeğin eşi veya sevgilisinden şiddet gördüğünü belgeleme amacı gütmektedir... Erkekler yalnız kadın değil erkek sevdiklerinden de şiddet görmektedir. Erkeklerin pısırık görünmemek için gizlemeleri sonucu bir türlü açığa çıkarılamayan bu konu Batı toplumlarında yavaş yavaş incelenmeye başlanmıştır.

Bu kitap sevgi ilişkileri çerçevesinde erkeklere yöneltilen şiddet konusu üstünde durmayı amaçlıyor ve erkeklerin eşlerinden, kadın ve erkek sevgililerinden çektiklerini dile getiriyor.

 

2. Kitap üzerine Radikal Kitap’ta çıkan “inceleme” yazısı.

 

KADIN DEDİĞİN DÖVER!

Kitabın adı 'Al Kocayı Vur Sopayı' gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor

DİLAY YALÇIN

 

Ayşe Kudat, Al Kocayı Vur Sopayı'da şiddetin toplum, tarih, insan psikolojisi ve insan ilişkilerindeki yerini anlatıyor. Ancak kitabın isminden de anlaşılabileceği gibi, bunu, insanın insana uyguladığı şiddetten ziyade, kadının erkeğe uyguladığı şiddet konusuna bir giriş olarak anlatıyor... Ne var ki, kitabın adı Al Kocayı Vur Sopayı gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor. Ayşe Kudat da okuyucusunu buna inandırmakta zorlanması, hatta kitapta birkaç defa, kendisini de buna inandırmak istercesine, bu kitabı yazarken dünyada kadına uygulanan şiddeti görmezden gelmediğini belirtme ihtiyacı duyması normal karşılanabilir.
Gerçekten de, okuyucu olarak kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir hayalgücü gerektiren bir mesele. Kadın deyince akla, ilk insandan bugüne kadar (ya da Athena'nın Apollo'yla bir olup da, annenin çocuğuyla kan bağı taşımadığına karar verdiği günden bugüne kadar) hep ezilmiş, erkeğe göre özellikle de fiziksel anlamda hep zayıf olmuş bir varlık geliyor.

 

Şiddet konuşulmalı

Bu elbette ki, kadının erkeğe uyguladığı şiddetin konuşulması gerekmeyen bir konu olduğu anlamına gelmiyor. Kitabın adı sözlü veya psikolojik şiddetten ziyade, fiziksel şiddeti çağrıştırdığından, okurun, sopa vurulan erkeklerin sopa vurulan kadınlara oranını merak etmesi kaçınılmaz. Ayşe Kudat bu oranları şöyle anlatıyor: (B.J. Morse'un 1976 yılından başlayarak yirmi yıla yakın süre gözlemlediği 1.725 evli çift üstünden) "Örneğin, 1986'da kocaların eşlerine gösterdiği şiddet oranı yüzde 9,4 iken, kadınların kocalarına yönelttiği aşırı şiddet oranının yüzde 22,8 olduğu görülmüştür." R.J.H. Russell ve B. Hulson'un İngiltere'de yaptığı araştırmaya göreyse, 1992 yılında, İngiltere'de erkeklerin yüzde 5,8'i karılarına, kadınlarınsa yüzde 11,3'ünün kocalarına aşırı şiddet göstermiş.

Bu sayılar şaşırtıcı olsa da, her zaman erkeğe kıyasla fiziksel olarak zayıf olduğunu söylediğimiz kadının erkeğe uyguladığı şiddetin açıklaması ise kitapta şöyle yapılıyor: (Alman Hükümeti'nin yaptırdığı bir araştırmaya göre) "... bir kadınla sevgili ya da eş olarak yaşamış erkeklerin yüzde 25'i şiddet görmüş ve bunların çoğu da birçok kez bu şiddeti yaşamıştır. Her altı erkekten birinin sevdiği kadın tarafından sert bir şekilde itiştirilip kakıştırıldığı da ortaya çıkmıştır. Ayrıca, erkekler yüzde 5-10 oranda da ısırıldıklarını, tırmalandıklarını, acı çektirici biçimde tekmelendiklerini ya da fırlatılan eşyalardan yaralandıklarını söylemişlerdir. Benzer bir orandaki erkek de, yaralandıklarını ve yaşamlarını yitireceklerinden korktuklarını dile getirmişlerdir."

Ayşe Kudat'ın, kadının erkeğe uyguladığı şiddetin oranını, 'kadın sevgililerinden veya eşlerinden hayatlarında en az bir defa fiziksel şiddete uğramış olanlar' üstünden değerlendirmesi gibi detaylar, okuyucuya bu kitabın yazılmasını kabullendirebilecek cinsten değil. Çünkü hayatı boyunca bir defa dayak yemiş bir kadın bile hayatının sonuna kadar bir daha dayak yiyeceği korkusuyla yaşamaya terk edildiği gibi, bir defa dayak yemiş kadınların çoğu hayatları boyunca dayak yemeye devam ediyor.

Kitabın daha en başlarında, Kudat'ın, Inter Amerikan Kalkınma Bankası'nın yaptığı araştırmayla belirlediği 'şiddetin devletlere maliyeti' konulu paragrafa girmesi, erkeğin akşam eve geldiğinde önüne düzgün yemek konmamasını kadının uyguladığı şiddetin bir örneği olarak göstermesi, genlerin de şiddet eğiliminde payı olduğunu belirtmek için zencilerin şiddete genetik olarak daha yatkın olduğuyla ilgili bir giriş yapması ve onlarca ayrı araştırmanın adı geçmesine rağmen, konu 'kadının erkeğe sopa vurması'na gelince hiçbir sayısal bilgiyi net olarak vermemesi, ne zaten önyargılı olan okura ne de elinde ikna etmesi çok güç bir argüman olan Ayşe Kudat'a yardımcı oluyor.

 

3. Benim yazım

 

KARŞINIZDA HER ŞEYDEN ÖNCE ŞİDDET VAR!

Murat Sohtorik

 

Yakında yayınlatmayı düşündüğüm muhtemelen “roman” türüne girecek kitabımda sergilediğim bazı hayatlar, dünya çapında şiddet üzerine akademik araştırmalar yapan bir bayan arkadaşım tarafından “Tüm dünyada sadece kadına ve çocuğa yönelik şiddet örnekleri incelenmiş, senin kitabındaki gibi sözel, psikolojik ve benzeri şiddet örnekleri düşünüldüğünde dünyanın bu konuya bakışındaki eksik yön ortaya çıkıyor ve konu çok daha kapsamlı hale geliyor.” diye değerlendirilmişti.

Bu tespiti, belgelerle destekleyen bir ilk kitap çıkmış, Doğan Kitap’tan, Ayşe Kudat’ın “Al Kocayı Vur Sopayı” adlı eseri.

Ama bu metni yazma nedenim, kitabın kendisi değil; kitabın yazılmasının ne kadar gerekli olduğunu bilinçsizce gösteren, Dilay Yalçın’ın Radikal Kitap’taki 1 Şubat 2008 tarihli yazısı.

“Gerçekten de, okuyucu olarak kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir hayal gücü gerektiren bir mesele.” diyerek kitabın hayal gücüne yer bırakmadan araştırma kanıtları ve günlük hayattan örneklerle açıkladığı konuya önyargılı bakışını belli ediyor Dilay Yalçın. Üstelik kısa inceleme yazısında üç kez (alt başlığı da sayarsak dört kez) “ima edilen” şey dikkat çekmeyecek gibi değil (italikler benim. MS):

“…kitabın adı Al Kocayı Vur Sopayı gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor.”

“…kadının erkeğe uyguladığı şiddetin oranını, 'kadın sevgililerinden veya eşlerinden hayatlarında en az bir defa fiziksel şiddete uğramış olanlar' üstünden değerlendirmesi gibi detaylar, okuyucuya bu kitabın yazılmasını kabullendirebilecek cinsten değil.”

“…ne zaten önyargılı olan okura ne de elinde ikna etmesi çok güç bir argüman olan Ayşe Kudat'a yardımcı oluyor.”

Bilemiyorum Aşye Kudat, konunun işlenişini, örneklerin konuyu nasıl desteklediğini ve benzeri konuları incelemeyi aşıp konunun kendisinin anlamsız, gereksiz vs olduğu yolundaki “eleştiri” hakkında ne düşünür; ama ben bu romanımda olmasa da -çünkü içinde yeterince kadın şiddeti örneği var- belki bir sonrakinde Dilay Yalçın’ın “şu konuda kitap yazılamaz” şeklindeki yaklaşımını bir şiddet örneği olarak gönül rahatlığıyla işleyip tespit edebilirim.

Hatta Ayşe Kudat’ın, “erkeğe yönelik şiddet” konulu eserinin amacının, erkeğin kadına yönelik şiddetini görmezden gelmek değil, kadına uygulanan şiddetle birlikte ve şiddet başlığı altından “artık” incelenmesi gereken bir konuya dikkat çekmek olduğunu defalarca belirtmesindeki inceliği, Dilay Yalçın’ın tam tersinden alıp, üzerine kitap yazılabilecek bir konuda kitap yazdığına, yazarın kendisini de inandırma çabası olarak aşırı yorumlamasını, bir “bel altına vurma hadisesi” olarak romanımda kullanabilirim.

Bakın işte buldum; romanımda, şiddet üzerine bir kitap ve onu eleştiren bir inceleme yazısı kurgulayıp, inceleme yazısının kendisinin, kitabın ikinci basımına şiddet örneği olarak eklendiğini anlatarak bunları yapabilirim.

Yazımı, Ayşe Kudat’ın kitabının ana fikri ve yazılış amacı olabilecek başlığımı da açıklayacak bir sözle bitirmek istiyorum; bir tartışma sırasında herhangi bir kabalaşma söz konusu değilken bir kadının söylediği şu söz: “Sözlerinize dikkat edin, karşınızda her şeyden önce bir kadın var!”*

 

* Radikal Kitap’ın yazımı alıp almadığını öğrenemedim!

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder