6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 7: Yanlış Kadınlar Tuvaleti


 

Ben de bilirim kadınların gönlünü almasını, ama…

 

TOLSTOY’UN KARISI

 

 

“Eğer bu adam kadınları yazdığı kadar iyi tanısaydı onunla çok mutlu olurduk.” demiş Tolstoy’un karısı.

      

Tolstoy kadınları nasıl tanır ve kadınlar onunla nasıl mutlu olur, ben size söyleyeyim.

      

Anna Karenina romanına bakıyoruz; ama ne Anna’ya ne Karenina’ya; ikincil karakterler olan Levin ve Kiti’ye. Çok rahatlıkla Kadın ve Erkek olarak genelleyebiliriz, başı sonu ortası kıyısı köşesi haricinde temelde aynı yaşanıyor.

 

Kadın Adamı haksız yere suçlar.

 

Adam da Kadına kızacaktır.

 

“Ama Kadına kızamayacağını çünkü onunla kendinin aynı kişi olduğunu anlamakta gecikmedi. O zaman, arkasından şiddetli bir darbe yiyen bir insanın öfkeyle, öcünü almak amacıyla dönüp de, kafasını kendisinin bilmeden çarptığını, kızacağı bir kimsenin bulunmadığını, acısına katlanmaktan, sızısını dindirmekten başka yapacak bir şeyi olmadığını gördüğünde hissettiği şeyi hissetti.

  

(…) Doğal bir duygu kendini temize çıkarmasını, kadına haksız olduğunu göstermesini istiyordu. Oysa kadına suçlu olduğunu göstermek, onun sinirlerini daha da bozmak, onun üzüntüsünün kaynağı olan ikiye bölünmeyi daha da güçlendirecekti...

 

Böylesine haksız bir suçlamanın altında kalmak acıydı, ama kendini temize çıkarıp, ona acı çektirmek daha kötüydü.”

 

Çok güzel, çok hümanist düşünceler değil mi…

 

Ama tek taraflı; Erkekten Kadına…

 

“Barıştılar. Kadın kendi suçunu anlayınca –ama bunu belli etmemişti kocasına- Erkeğe karşı daha bir sevecen davranmaya başladı...”

 

Ama bunu belli etmemişti kocasına.

 

Harika bir tespit… Erkek kadına anaç davranırken, kadın erkeğe hizmetçisiymiş gibi davranıyor

 

Sonra yine benzer nedenlerden kavgalar ederler...

 

Kadın hep kavga çıkarır, adam hep düşünür:

“Karısına yanlış düşündüğünü kanıtlayacak değil, onu avutacak sözcükler bulmaya çalışarak konuşmaya başladı.”

 

Yine harika, ama yine tek taraflı…

 

Karısının bu kavgalara neden olan düşüncesizlikleri için Erkeği bir de şöyle yargılar Tolstoy: “Kadının kendini aynı anda hem kocasının karısı, hem evin hanımı olacağı, hem de çocuklarını karnında taşıyacağı, onları besleyeceği, yetiştireceği o sıkı devreye hazırlandığını bilmiyordu. Kiti’nin bunu içgüdüsüyle sezinlediğini, bu korkunç çalışmaya hazırlanırken, şimdi yuvasını neşe içinde örüyor, bir yandan da mutluluk dolu, kaygısız aşk dakikaları yaşıyorken buna hakkı olduğunu düşündüğünü anlayamıyordu.”*

 

 

*Farkındaysanız kadın hamileliği boyunca egoistleşebilirim demiyor, özel bir durum özel bir dönem için yardım beklemiyor, özel bir yaratık olduğundan hayat boyunca özel davranılmasını bekliyor. Hayatı boyunca egoist olabilir!   

Mahatma Ghandi: “Söylediklerinize dikkat edin düşüncelerinize dönüşür, düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür, duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür, davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür, alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür, değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür, karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür.”

 

 

Eh, herkes ister vallahi, saçma, özensiz, sevgisiz ve insanlık dışı davranıp, ben ne “korkunç” bir çalışmaya hazırlanıyorum biliyor musun ve zaten bunun için doğdum diye duygu sömürüsü yapmaya bile gerek kalmadan haklı çıkmayı, çünkü zaten adam böyle düşünerek haklı bulmalı kadını!

 

Kadından çok kadıncı olmak, deyimi eklensin dilimize…

 

Hem neden araba kullanmak için bile ehliyet varken, çocuk doğurmak için yok.

 

Bedeni çocuk doğurabiliyor diye çocuk doğurmaya odaklanmış kadınlara karşı, bedeni yılda 300 kadını dölleyebileceği için bunu yapmaya odaklanmış erkekler: Tencere kapak, neyin savaşını yapıyorlar ki… Alan razı, veren Rıza.

 

Erkeğin, bu kadın anlayışsızlığına katlanmadaki kendi salaklığının intikamını kadından alması başka bir yazının konusu; aldatarak (ne demekse aldatmak), terk ederek (Tolstoy da karısını terk etmiştir “sonunda”), kadınları ikinci sınıf yaratık olarak görmeye kendilerini zorlayarak…

 

Bir de gerçekten kadının ne olduğunu bilen erkekler var. Saçmalamaları dahil, muayyen günlerini tüm aya yayma ve bundan ceza indirimi alma düşünceleri dahil, ne korkunç şeyler yaşadıklarını, birinci sınıf yaratıklar oldukları halde erkeklerin onlara değil onların kendilerine nasıl ikinci sınıf yaratıklar gibi davrandıklarını gerçekten bilen, bu nedenle de böyle kadın tavlayıcı ne yazan ne de davranan, kadını ne melek ne de şeytan gibi gören...

 

Ama kadınlar kendilerine düşkün -aslında düşmüş- oldukları sürece o erkekleri asla tanıyamayacaklar –doğuracakları çocuklara düşkün olacaklar ki bu da kendine düşkün olmak demektir, ve ailenin, yeni neslin düşmüş olması sonucunu doğurur.

 

Erkek taraf adam olmaya çalışırken, kadın taraf da ana değil anaç olmaya çalışsa…

 

”Ben iyi insan olmak istemiyorum ben çocuk doğurmak istiyorum” diye bağıran bir kadın hatırlıyorum…

 

Bu kadın da, çocuğu doğurup sokağa bırakan bir kadın gibi Allaha emanet etmiyor mudur çocuğunu... Analı babalı büyümesi yeterli midir bir çocuğun, o ana anaç o baba babaç olmadıktan sonra...*

 

Anaçlık... Bir çeşit bilgelik... Tüm gerçek bilgeler anaçtı...**

 

* Laf şudur: “Annelik kutsaldır...” Laf asla şu değildir: “Anneler kutsaldır” “Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum” diyenleri düşünelim!  Eminler bunlar çocuklarını iyi yetiştireceklerinden; iyi anneler-babalar olacaklarından eminler; sorun onlar değil, dünya; kötü olan dünya... Tüm dünya kötü olanın dünya olduğunu düşünüyor! Pedagog manyağı anneleri eleştiren bir kadının yazısına bakıyorum… Doğru, haklı; ama onlara karşı, kendinden de şöyle söz ediyor: “Çocuk konusunda içgüdülerimin genellikle beni doğru yönlendirdiğine inanıyorum. Bugüne kadar da aksini düşünmeme neden olacak bir şey olmadı çok şükür.” Kendi manyağı, diyelim buna da. Aksini düşünmesine neden olacak bir şey olamaz ki, olsa da göremeyeceği, görse de kabul etmeyeceği için… Neden? E, içgüdüleri… Bülent Somay’ın Agahta Christie’den verdiği o harika örnek bunu çok iyi açıklıyor: Tanık, Bayan N’yi gördüğünü, gördüğünün Bayan N olduğunu söyler. Ona, Bayan N olarak tespit ettiğini o pozisyondan tam olarak göremeyeceğini söylerler. Tanık için bunun önemi yoktur! O gördüğü Bayan N’dir! Neden onu tam olarak görmesi gereksin ki…

 

**”Büyük adamlarda içten gelen, o neredeyse kadınsı incelikler... Bu adamların yüceliği, kadını farklı kılan o özveri gereksiniminden başka bir şey değildir belki de; ama büyük şeylere yönelmiştir.” (Balzac – Louis Lambert)

Kitap çıkartan her adama yazar denmez de çocuk çıkartan her kadına anne denir! Yazarlığın annelikten üstün yönü bu: Kıstası var. Buradan hareketle şu düşünceye gidilebilir: Belki de erkek kendi doğurganlığını kendi yarattığı-kendini doğurduğu için daha doğurgan.

 

 

KADINDAN ÇOK KADINCI OLMAK

 

“Bir terapist ile hastasının görüş birliğine varmaları önemlidir, görüş yanlış bile olsa!” (Alfred Adler)

Irvin Yalom’un Divan’ında da şöyle bir benzeri vardır: “Terapide amacın her konuda doğruyu söylemek olduğu da nereden çıktı! Amaç, yegane amaç daima hasta yararına hareket etmektir.”

Görüş birliğine varmaya çalışmak, görüş yanlış bile olsa... Daima hasta yararına hareket etmek, her konuda doğruyu söylemeseniz de...

Böyle bir durumu sağlayabilmek için kim özveride bulunur? Tabii ki terapist… Yani hasta için bir sorun yok, o hem görüş birliğine vardıklarını düşündüğü için hem de vardıkları görüşün yanlış olabileceğini, ya da kendine doğrunun söylenmediğini düşünmediği için mutlu…*

 

*Yani daha usta daha bilgili olana göre değil daha az usta ve bilgili olana göre kuruluyor denge… Daha az usta ve daha az bilgili olanı rahatlatmak için...




Tolstoy’dan örneğini verdiğim kadın pohpohlayıcı erkek tavırlarıyla benzerlik göstermiyor mu, bir terapistin hastasına bu önerilen davranışı...

O zaman: İlişkide amacın her konuda doğruyu söylemek olduğu da nereden çıktı! Amaç, yegane amaç daima kadının yararına hareket etmektir, hareket yanlış bile olsa!

 

 

 

 

ÇAPKINLIĞIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

 

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde iki tür çapkından söz edildiğini söyler Milan Kundera: “Lirik çapkınlar (her kadında kendi ideallerini ararlar) ve epik çapkınlar (kadınlarda kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ararlar.)”

Epik çapkının tek bir kadına yönelmiş halini düşünelim... Kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini tek bir kadında arıyordur bu adam.* Montaigne’in “Bir insanda insanlığın tüm halleri mevcuttur” lafından hareketle böyle yapıyordur herhalde ve doğru yerde, insan ırkının ruh çeşitliliği konusundaki en verimli örneğinde dolaşıyordur. Seçtiği kadının o balta girmemiş (ya da girmiş) ruhunda bir gezgin, bir kaşif gibi ilerliyor, farklı (t)avlama yöntemleri geliştirerek kendi avcı ruhunu da tatmin ediyordur… Bu tarz bir çapkınlık kadınlar için tapılası bir şeydir herhalde. “Kadınlığımın en gizemli taraflarını ortaya çıkartıyor…”

Ama olmayabilir de… Kadının değişik ruh durumlarının ortaya çıkarılması ve farklı hayat olasılıklarının keşfedilmesi, bir hazinenin gün ışığına kavuşturulması olarak önce çekici gelecektir, evet; ama kadının bir zamandır, belki bir hayattır kafasında oluşturduğu belli bir kadın tipi vardır, ya da adamın ortaya çıkarttıklarından birine daha fazla yakınlık hissetmiştir… İdeal bir kadınlık durumu olmayabilir bu, ama kadının “ben buyum” dediği bir durumdur. Seçimidir kadının. Seçen cins olduğundan, seçimlerinde daha inatçıdır kadın; değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemezdir seçimleri, anayasadır… Bundan uzaklaşılmasını, farklı olasılıkların araştırılmasını hakaret kabul edecektir…

Başka birine kur yapılmasına nasıl çapkınlık diyorsa, seçtiği ruh halinden başka bir haline kur yapılmasına da çapkınlık diyecektir kadın.

Şeytani şımarık…

Yani bu derinlemesine çapkın, ruh gezgini, karakter kaşifi… de mutlu etmeyecektir kadını.

 

Şu metin şimdi buraya uyar:

Her seferinde yeniden kur yapıp

her seferinde yeniden tavladığım

her seferinde farklı taktikler uyguladığım halde

hep aynı şekilde teslim oluyordu.

 

* Kadın dünyasının sonsuz çeşitliliği

Denizaslanlarıyla

Kılıçbalıkları

tabii ki birbirinden farklıdır.

Köpekbalıklarıyla

Piranhalar

hem benzer hem benzemez...

Yunuslar sadece kendilerine benzer.

Soldan bir kartal girer sahneye

balık avlamak istiyordur

ıslanmadan.

 

 

 

ÖNYARGI HAKKINDA SONYARGILAR

 

Bir gazete yazısı; yazarı bayan: “ ‘Bizi biz yapan önyargılarımızdır.’ der Boris Vian. Karşı çıkmak mümkün değil. En azından kendi adıma. Kaç kere aynı şey oldu, herhangi bir konu hakkındaki, mesela kendimle ilgili varsayımlarım, düşüncelerim hiç tahmin edemeyeceğim şekilde değiştiler. Hem de ben onları mezara giderken bile yanıma alacağımdan adım kadar emin iken.”

“Bizi biz yapan önyargılarımızdır.” lafına karşı çıkmak mümkün değil diye kesin bir yargı verip sonra da değişen önyargılarından söz etmek, onları mezara götüreceğinden eminken değişen... Önyargılarımız değişiyorsa ve bizi biz yapan da önyargılarımızsa, o zaman biz de değişiyoruz. Hangi biz biziz peki; önyargılarımız değişmeden önceki mi, değiştikten sonraki mi? O zaman bizi biz yapan önyargılarımız değildir. Çünkü önyargılarımız değişmiş, biz de değiştik. O zaman?!! Hem “önyargı” diyorsak bu ya değişmezdirler ya da çok zor değişirler demektir, yani önyargımız değiştiyse önyargı değildir; ya da, o zaman, önyargımız yoksa biz bir hiç miyiz?

Bunlar benim kafa karışıklığım değil, ben neyin ne olduğunu biliyorum (ve bu değişmez ve buna rağmen önyargı değil); bu, yazarının metne de yansıdığı için fark edebildiğimiz kafa karışıklığı...

Bizi biz yapan önyargılarımızdır! 37 yaşındaki bir bayan arkadaşım daha dün, lüks bir ihtiyaçtır dedi. İşsiz ve parasız olduğu, yakında kirasını ödeyemeyecek duruma geleceği için onu uyarmaya çalıştığımda etti bu lafı. Bir konsere gitmiştik; konserin yarısından sonra girdiğimiz halde ve benim paramı da karşılamayı özellikle istediği için yüklüce bir para ödedi. Ben böyle harcamaların şu durumunda lüks olduğunu söylemiştim. Onun üzerine, en az Boris’inki kadar talihsiz o lafı etti: “Lüks bir ihtiyaçtır.” Halbuki böyle lükslere para harcamasaydı en az üç dört ay, belki altı ay daha çalışmasına gerek kalmaz; kendini, sevdiği bir yabancı grubu konser verirken görebildiği için değil önünü görebildiği için rahat hissederdi. Ama lüks bir ihtiyaçtır dedi ve kredi kartı gibi gündelik hayat tuzaklarından söz ederken ben, bunun karakteri olduğunu söylemeye kadar götürdü işi: “Lüks, benim karakterimdir...”

“Bizi biz yapan önyargılarımızdır...”

İnsanları oldukları gibi kabul etmek gerekir, felsefesi…

En iddialısı -ve yanlış yöne bir iddia olduğundan- en saçması yine yukarıdaki yazar hanımdan: “Kendi önyargımıza sahip çıkalım...”

Sahip çıkmak... Aynen benim arkadaşımın kendi lükslerine sahip çıkması gibi, parası yokken bile... Lükslerine sahip çıkmak... Önyargılarına sahip çıkmak… Aslında üstü kapalı bir şekilde söylemeye çalıştıkları şu değil mi: Kendi hatalarına sahip çıkmak...

Hatalara, onları yenmek aşmak için değil de korumak ve kabul ettirmek için sahip çıkmak...

Kabul ettirmek...

Sakat koluyla sizin sağlam kolunuzu işaret etmeye çalışıp şöyle diyor biri: “Sen sakatsın, insanda bu kol yüzyıllar önce böyle benimki gibiydi; sonra sakatlanıp senin şu sağlam dediğin kolun gibi oldu.”

 

Önyargılar hatadır, doğru bir yargıysa da hatadır. Doğruya yanlış yoldan gitmek insana çok şey kaybettirebilir.

“İnşallah doğruyu bulamazsın, çünkü yolun yanlış!” dediğim insanlar oldu... “Yolun açık olmasın, çünkü yön bulmasını öğrenememişsin.” dediğim oldu...

Doğruya çıkan yanlış yol, yanlış yolun doğrulanması riskini getirir.

Güneş doğrudan yükselir.

 

 

 

 

KENDİNİ ANDIRMAYA DEVAM ET!

 

1.

Yazışarak daha yeni tanışmaya başladığımız bir bayana “yazarım” dediğimde, “kardeşime söyledim yazar olduğunuzu ne var ben de yazarım diyor” yazıyor. Her ne kadar cümlesinin sonuna gülme işareti de koymuş olsa, “Siz kardeşinizle konuşun o zaman” diyerek kapatıyor, onu siliyor ve yasaklıyorum (internetin en parlak buluşu). Sonra bana bir mail atıyor.

“Suratıma kapatılmasından hiç hoşlanmam” cümlesiyle başlıyor mailine.

Kendini anlatıyor, önemli bir işi varmış vs.

Ben karşı mailimde rahatsızlığımı dile getiriyorum.

Sonraki maili şöyle:

“Biz insanlarla dalga geçecek kadar seviyesiz insanlar değiliz beyefendi. Sadece moralim çok bozuktu, kardeşim de arada sırada yanıma gelip ne yaptığıma bakıp beni güldürmeye çalışıyordu. Burada bizi görmediğinize göre söylemeyebilirdim de. Ama sizi yakın hissetmek istedim belki de, ya da ihtiyacım vardı buna kardeşimin beni güldürmek için söylediği bir şeyi siz de gülersiniz belki diye paylaştım o kadar.”

Tek bir özür cümlesi yerine, basit bir, kusura bakmayın, demek yerine, bir paragraf kadar kendini, durumunu anlatmaya çalışmak! (Yazarlıkla dalga geçilmesine benim de gülmemi beklemesi konusuna hiç girmeyeceğim!)

Tüm bu mazeret cümlelerinin bir özür başlığı altında toplanmadan bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeyen biri, “seviyesiz birisi değilimdir” dediğinde altını doldurabilir mi?

İnsanlar seviyesiz olmadıklarına nasıl karar veriyorlar?

Seviye testi falan mı yaptırmışlar!

40 kere falan seviyeliyiz demişlerde mi olmuşlar!

Bir kart falan mı almışlar benim bilmediğim!

Ya da babadan miras kalıyor herhalde bu seviye denen şey, hayata böyle başlamışlar, kendilerini bildiler bileli seviyesiz insanlar değillermiş!

Aynen diplomanın, bir şey bildiğiniz için verilmemesi, diplomanız olduğu için bir şey bildiğinizin varsayılması gibi…

Bakalım neymiş:

“Evet ben de yazarım babam da yazar. Ama biz karşımızdakini incitmemek adına yazarız söyleyeceklerimizi o kadar.”

O kadar!

Evet babadan geçmiş olabilir bunların seviyesi, “İncitmemek adına yazar” bir aile!

“Şimdi beni silebilirsiniz. Yasaklamanıza gerek yok zahmet etmeyiniz. Biz gururumuz ve onurumuz için yaşayan insanlarız. Bin yıl geçse de size tek kelime yazmam..”

Anladım, bu insanlar bir kulübe üye ve üye kartları var: GururEkstra ve OnurPremium.

Ne derlerse desinler bana hissettirdikleri şu: Bu insanlar hayallerinde olmak istedikleri, olduklarını düşündükleri insana sadece benziyorlar; o kibar, doğru tavırlı insanı, hareketleri, duruşları ve öyle olma istekleriyle, diyeceğim ama değiştiriyorum, öyle görünme istekleriyle, sadece andırıyorlar… Bir an o zannedilebilir, ama gerçekte öyle olmadıklarından, bir hareket, bir duruş, bir laf… Yetiyor. Yok, değilmiş, sadece benzetmişiz, sadece andırıyor…

Bu özensizlikler zekalarıyla doğru orantılı mı, bilemeyeceğim ama şunları da belirtmeden geçemeyeceğim (uzun süre düşüncesiz davranış zeka geriliğine yol açabilir):

(Kardeşiyle yazarlık konusunda dalga geçmelerinden bana söz etmesini açıklıyor:) “Söylemeseydim, ruhunuz bile duymazdı. Doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar.”

Düşünüyorum bu iki cümleyi nasıl art arda kurmuş olabilir: İlk cümledeki “söylemek” fiilinden bir deyim geliyor aklına, geldiği için de yazıyor, yoksa yazmasının orada bir anlamı, bir mantığı olduğundan değil.

“Basit bir şakayı bu kadar ancak bir Koç büyütebilir anlamadan dinlemeden.”

Koç! Evet, bravo, her şey açıklandı! Muhalif duruş, sert yazar, ödünsüz karakter… Hiç biri değilsin oğlum Murat, her şey burcundan dolayı, doğdun öyleydin hiçbir şey katamadın üzerine, koç geldin koç gidiyorsun!

 

2.

-Evet sizi dinliyorum

-Ne anlamda

-Dün sohbet edemedik o anlamda

şu an müsaidim siz de müsaitseniz anlamında

şüpheci bir yaklaşım sergilemeyin

ben sizi tanımıyorum

unutmayın biraz yazıştık.

-Şu an siz şüpheci bir yaklaşım sergilediniz

-İyi

-…

-…

-Evet sizi dinliyorum

-İnanın aldığım elektrik size yazmamam gerektiğini söylüyor

kusura bakmayın lütfen

-Hanımefendi tuhaf bir cümleyle başladınız sonra da beni suçlamaya kalktınız, elektriğinizin beni neden ilgilendirdiğini düşünün, siz bana güzel elektrik vermiyorsunuz ve konu da budur...
-İyi çalışmalar.

-Elveda

 

Birisiye unutulmuş bir geçmiş sohbetin devamına “evet sizi dinliyorum” diye başladığınızda, karşınızdaki kişiye üstten baktığınız hissi uyandırırsınız, onca işinizin gücünüz ve güçsüzlüğünüzün arasında buna dikkat etmediyseniz, yine de geri adım atma şansınız her zaman vardır.

Ama insan bunu anlayacak akla teorik olarak sahipken, bu aklıyla uyumlu bir özene sahip değil. Bir cümlenin doğru cümle, bir tavrın doğru tavır olması için tek neden yetiyor insana; kendi cümlesi, kendi tavrı olması!

Yoksa
“ne anlamda”

diye sormama

“dün sohbet edemedik o anlamda

şu an müsaidim siz de müsaitseniz anlamında”

diye bir cevap vermezdi.

O anlama zorla, uydurmadan getirmeye çalışmadan önce o anlama gelecek bir cümle kurmalı, ya da hatanın üzerini örtmeyecek bir cümle: “Kusura bakmayın biraz tuhaf oldu di mi öyle demem” gibi.

Oysa “Şüpheci bir yaklaşım sergilemeyin” diye bir de suçlamaya yöneliyor. Yani en olumlu olasılıkla, ben tuhaf cümleler kurabilirim, ama siz yine de şüphelenmeyin, demeye getiriyor.

Onu tanımıyorum, ama bunun önemi yok, onun beni tanımaması konumuz! Ha zaten, “evet sizi dinliyorum” derken de kendimi tanıtmamı istemişti!

“Şu an siz şüpheci yaklaşım sergilediniz” demem, zekasını kullanamasa da zeka fark edebilme fırsatı sunuyor ona, ama zekaya zeka demez, zeka seni kayırmadıkça!

Ve ikinci zeka örneği de, bir süre iki taraf da durmuş yazmıyorken benden:

“Evet sizi dinliyorum.”

Kendi kurduğu özensiz cümlesinin kendine karşı haklı olarak kurulduğunu görmesi kendi haksızlığını görmeye yöneltebilir, cümle ve iki ayrı kullanılışı önünde, doğrusu ve yanlışı.

Ama: “İnanın aldığım elektrik size yazmamam gerektiğini söylüyor” diyor.

Hâlâ sadece kendinde, yani aslında kendinde değil!

Baştan nerden aldığını bilemeyeceğim negatif elektriğini bana iletmesine ona karşı iletmekle cevap veriyorum ve hissettiği bu negatif elektriğin kendininki olduğunu anlamıyor. Halbuki hayata bakın, aynen böyle davranır o da size, yanlışınız size geri döner. Aynen bu sertlikte. (Anlamazsınız, ve hayat anlamsız dersiniz.)

 

Bir arkadaşım, kelimelere takılma Murat demişti…

Ben hemen kelimelere takılmayı bırakırım, hemen yazarlığımı da bırakırım, hatta diğer yazarların da bırakması için bir şeyler yapmaya çalışırım, nasılsa yazmak işlerine yaramıyor onların –ve onları okuyanların- ama kelimelere takılmayarak yapmayı önereceğiniz daha ileri ya da daha yerinde şey, telepati falan olacaksa olur ancak bu.

Başka birisi şöyle diyor sohbetin ortasında:

-Obsesif misiniz…

-Biraz kaba olmadı mı?

-Hayır sordum sadece…

 

“Hayır sordum sadece.”

 

Tamam, kelimelere takılmıyoruz ya, ben de şöyle devam edeyim:

-Obsesif misiniz…

-Biraz kaba olmadı mı?

-Hayır sordum sadece…

-Anlıyorum, bilmem belki de obsesifimdir, peki siz biraz aptal olabilir misiniz… Alınmayın, sordum sadece.

-Yoo değilim… zamanla anlarsınız… Anlayışınız kıt değilse, kıttır demedim, olasılık sadece sözünü ettiğim, alınmayın!

İki taraf da birbirini çarpa çarpa böyle devam eder bu!

Bence kelimelere takılalım, çünkü daha üst iletişimlere geçmek için kelimeler bizim zekamızı ve özenimizi gösteren, bunları geliştirmemizi sağlayan oyuncaklardır.

 

Yoksa herkes - seviyeli ya da seviyesiz- şu lafı kendisi için öne sürebilir:

“Benim bir sözümü duydunuz mu, benim söylediğimi bildirerek size bir şey söylediler mi, o sözü gönlünüz tasdik ederse, o söz kalbinizi yumuşatırsa, o sözü kendinize yakın bulur, benimserseniz, bilin ki, o söze sizden daha yakınım ben. Fakat size bir sözüm söylenince, gönlünüz inkar ederse o sözü, içinizden bir beğenmezlik, bir nefret duygusu uyanırsa, o sözü kendinizden uzak bulursanız, bilin ki, o söze sizden de uzağım ben.

Ama bu laf sizin değil, Hz Muhammet’in! Yani ancak, peygamberlere layık…

 

Bir yazara soruyorlar: “Toplumun söylemekten çekindiği edebiyatın da dile getirirken estetize ettiği, yumuşattığı dili olabildiğince yalın ve sansürsüz kullanıyorsunuz. Bunu okuyucuyu sarsmak için mi yapıyorsunuz.”

Toplum söylemekten çekine çekine, adam gibi söylemesini unutmuş, giderek konuşmasını… Ya da herkes birbiriyle imalarla konuşuyor, tüm dünya bir toplantı masasında, politikacıların, işadamlarının konuştuğu gibi konuşuyor. Aşırı "estetize", aşırı yumuşak, aşırı kibar; aslında ikiyüzlü…

Ya da aşırı kaba… Ara aşama yok… Sarhoş gibi yani, işte burada bunun örneklerini veriyorum. Sadece küfür yok, yani fazla yok, neden?

Çünkü kadınlar küfür etmez!

 

Romanım Hayat’taki dil, sert bir dil yer yer. Kabalık yapan bir kadına özellikle küfür etmeyi de içinde barındıran bir dil, bir üslup. Kadına küfür etmek erkeğe küfür etmekten daha kaba bir durum olarak alınır ya hâlâ, ben kaba kadına küfür ettiğimde, bilinçli olarak yaptığımda bunu, onun kadınlığını tanımama hissini vermeye çalışıyorum, o kadını da bir erkek kabalığında gördüğümü söylemeye çalışıyorum, o bir kadın değil, o bir kaba.

Benim kaba olduğumu düşünenler olacaktır, ama bakın ne diyeceğim, geçenlerde bir kadın “göt” dedi bana, esprili bir şekilde, o kadar güzel bir tepkiydi ki, yakıştı da ağzına, benim takındığım bir tavra karşı söylemişti muhtemelen ve bilemiyorum, benim hareketime de yakıştı belki. Romanımdaki de öyle, yakışıyor söyleyene ve üzerine söylenen tavra, diye düşünüyorum, ama zaten benimkiler o kadar da espri değil, göt görüyorum, söylüyorum; sonra gösteriyorum da götlüğünü. Ara sıra bölümler okuduğumda yer yer ben de utanıyorum, yazar olarak değil insan olarak okuduğumda, kaba mı bu diyorum, terbiyesizce mi, günlük hayatımda küfür eden bir insan değilim çünkü, değildim diyelim, ama sonra yazar bakışıyla baktığımda bana cuk oturmuş geliyor, o zaman zaten yazar bakışımla insan bakışımın birbirinden farklı olmadığını, romanımı da bu bakışla yazdığımı bana hatırlatıyor, kanıtlıyor: Kadınlar böyle özensizleşip kabalaşıp erkeksileşirken, hâlâ nasıl devam edebilirler o klasik, küfürden rahatsız olma tavırlarına…

 

3.

Bir cep mesajı geliyor:

-Slm nasılsın

-Sağ ol. Ama no’yu tanıyamadım.

-Kaydetmemişsin sanırım, X internet sitesinden Melike ben.

-Nick’in neydi?

-Neyse sorun değil ya, hoşça kal.

-Melike denince hatırlanacak yani, tuhaf!

-Tuhaf olan ne anlamadım. Mevcut bir nick’le de hatırlanmak tuhaf. Nickim falan yok Melike o kadar yani.

 

Nick’i Melike!

Nick ile hatırlanmak tuhaf o nedenle adını nick olarak almış!

Forest, sexygirl, total, kuzu, mandrake falan değil de Melike!

O tersini düşünüyor ama aslında Melike gibi bir nick, kadın olması haricinde hiçbir şey söylemezken, diğer nick’ler daha fazla şey söylerdi kendisiyle ilgili.

 

Diyorum ki:

-Nickinden girip profiline bakacaktım! Anlayışsız ve alıngan nicklerine baktım yok!
-Kabalaşma, sen de çok balık hafızaymışsın. Bu nasıl reklamcılık. 10 yıllık bir geçmişimiz yok ki hatırlamakta bu kadar zorlandın. Neyse uzatmayalım…

 

Anlayışsız ve alıngan davranıp beni rahatsız ediyor, bunu söylediğimde kabalaşmış oluyorum! Kabalaştığımı kesinledi ya, artık o da rahat davranabilir:

“Balık hafıza”

“Bu nasıl reklamcılık” (Bu ne alaka?)

Sonra da yetiyor bu kadarı ona, ferahlamış herhalde, “uzatmayalım” diyor! Ama esas; 10 yıllık bir geçmişimizin olmamasıyla ilgili tespiti! Çünkü yarım saatlik bir geçmişimiz de yok!

 

-Zeka özürlüleri çabuk unuturum evet, diyorum.

 

Burada yasaklayacaktım, ama becerememişim iyi ki, bir numaralı “kadın” lafını bundan sonra etti:

 

-Adını sormadım. İnanılmaz kabasın. Her şeyden önce karşında bir bayan var. Lafını bil de konuş. Hakaret boyutuna taşıyorsun farkındaysan.

 

Lafını bil de konuş diye suçlayan bu insankızı, 10 tane cümleden kendininki seç deseniz hemen seçer, hakaret boyutuna taşmayan onunkidir, kayıtlarla açıklasanız ki tam tersidir, inanmaz, böylece siz inanılmaz kaba olursunuz!

 

Şuraya geleceğim:

“Her şeyden önce karşında bir bayan var.”

 

Ağızdan kaçmış, ya da alışkanlıktan söylenen bir laf değil, kadının fikri bu!
Adının melike olduğunun doğrudan hatırlanmasını, ya da melike denince doğrudan kendisinin hatırlanmasını beklediği gibi bayan olduğu için de kendisinin doğrudan kabalaşmayacağını, bayan olduğu için onun hakaret etmesinin mümkün olmadığını, bayan olduğu için onun dilinin tavrının doğal olarak kibar olduğunu falan önceden kabul etmemi(zi) bekliyor.

Bu kadın kadınlığını bir orospununki gibi kullanmıyor mu, orospulara ayıp olmasın!

Hangi kadınlık-bayanlık özelliğini kullanmış da, ona bir kadın gibi davranmamı bekliyor? Herhangi bir kadınsal zeka (anaçlık, birleştiricilik, anlayış vs) kullanmamışken her şeyden önce bir bayan var karşında diyebiliyorsa… bana aynen gençken diskoya bizimle girmeye çalışan iki genç kızın söyledikleri şu sözü hatırlatıyor: “Bizim paramızı da biz mi vereceğiz!”

Bayan olduğu için parasını erkeklere ödeten bir kadınla erkekler ne yapmayı düşünürlerse diskodan sonra; iki erkeğin kaba konuşmasından çok da farklı olmayan yukarıdaki gibi bir sohbette biri çıkıp da ben bayanım diyorsa, tek bir özelliğinden faydalanılabilir gibi geliyor bana, seksinden; çünkü başka bir kadınsılık “veremeyeceğini” zaten göstermiş.

Ona karşımda, “her şeyden önce bir bayan var”mış gibi davranmadığım için bana teşekkür etmeli. Çünkü gerçek orospularla bile hiç işim olmadı bugüne kadar.

 

Yumuşak bir örnekle bitireyim, sizin için yumuşak, benim için farksız.

Lüks kahvecide oturuyorum pazar sabahı. 5-10 gazete almışım. Üst üste koymuşum, en üste de Roll dergisini koymuşum, yarı bilinçli: Bu gazeteler müessesenin değil benim, deme Rollünü üstleniyor. Gazetelerin tekini bitiriyor yan taraf koyuyorum. Bir adam yaklaşıyor. O bıraktığım gazeteye bakıyor ama dağınık onlar biraz, beğenmiyor benimkilere doğru geliyor, anlıyor. Hafif gülüşüyoruz gidiyor. Sonra bir kadın geliyor, yandaki gazeteye yine şöyle bir bakıyor -Pazar sabahı bozulmamış gazete okunmalı!- yarı bodozlama benim gazetelere yöneliyor, fazla kaba değil ama yine de hafif bir onun-gazeteleri-çekiştirmesi-benim-yarı-şaşkın-ne-yapıyorsunuz-hanımefendi-ne-istiyorsunuz-sorsanıza-bana bakış ve tavırlarımla “iletişim” kuruyoruz. Bir şeyler mırıldanıyor, işte sinemalar, ekler, hürriyet. Hürriyet yok diyorum, almadım. Bir gazete ekine baksak, falan diyor, bitirdiğim gazeteyi işaret ediyorum, onun eki olacaktı, oraya bakın. Bunları deminki erkek (aynı gruptanlar) hafif endişeli ama kibarca yarı uzaktan izliyor. Diğer gazeteden bakıyorlar sinemalara (yer göstericinin yerinde olmak istemezdim), ben yarı gergin, bana-laf-atmadı-ucuz-atlatıyorum-umarım-giderken-laf-sokmaz-ya-da-sinirli-sinirli-davranmaz, diye düşünerek gazetelerime gömülmeye çalışıyorum. Giderlerken kadın dağınık gazeteyi düzenleyip bırakıyor, teşekkürler diyor, sanıyorum gerçek bir teşekkür ve bir ölçüde yaptığını anlamış da neden olmasın, genelde izlemede kalan deminki adam daha sıcak bir teşekkür ediyor, belki biraz da özür gülümsemesi.

Mutlu son, hariç baktığınızda, burada erkek olan kadın, kadın olan erkek tavırları sergiliyor. Gazetelerimi, sormadığından ona sunmadığım için, “Her şeyden önce bir kadın var karşınızda” deseydi bu kadın bana, “kadın olduğunuzu anlayabilmem için memelerinizi görebilir miyim” diyerek özellikle kaba olarak anılmak üzmezdi beni.

Başbakan değilim çünkü ben...

 

 

 

KADIN EFSANELERİ

 

*

“Kadınlar erkeklerden daha kararlıdır. Karar verirler ve arkalarına bile bakmazlar…”

Bir kararın arkasında gerçekten durabilmek için, karar verdikten sonra (aslında karar vermeden önce) arkasına bakmak gerekir…

Öyleyse cümle şu olmalı:

“Kadınlar erkeklerden daha yalancıdır. Kendilerine yalan söylerler ve arkalarına bile bakmazlar…”

Karar vermek önemlidir. Doğru karar vermek daha önemlidir.


*

-13 yaşımdan beri kendi kararlarımı kendim verdim...

-Artık biraz yardım alman lazım.

 

*

“Kendimi çok duyarlı, incelikleri görebilen biri olarak görüyorum...”

Gözden kaçırdığı incelikleri de görebilecek kadar duyarlı insan var mıdır?

 

            *

            “Ben çok doğal bir insanım, içimden geldiği gibi davranıyorum.”

            İmza: Patavatsız

 

 

*

-Çok feci yanlış anlarım yanlış anlamak isterim yanlış anladığımı hissettiririm karşımdakini telaşlandırırım…

-Bölücü değil birleştirici özelliklerini ne zaman gösterirsin…

-Ben böyle mutluyum ama…

 

 

 

AY HÂLİ

 

Kiracı bulması için emlakçıya veriyoruz evi.

Evde çalıştığım için emlakçının getirdiklerini mecburen ben karşılayacağım.

Önceki mırın-kırınlarıma sonra şaşırıyorum, evin hemen kiralanmasına üzülüyorum, sadece iki örnek kalıyor bana. Sadece iki harikalık yaşayabiliyorum

 

İlk gelen kadın, kapıdan girdiği anda:

-Ay halı hiç sevmem ben, parke severim.


Annesiyle gelen ikinci kadın:

-Zevkliymişsiniz.

Baştan aşağı süzüyor, evi değil.

Kırıtarak dolaşıyor.

Arka odalara bakmaya gidiyorlar, yatak odasında ortada bir sutyen duruyor.

Annesi birkaç soru daha soracakken kesiyor, apar topar çıkıp gidiyorlar.

 

 

 

KADIN ÖZRÜ

 

Ben ayaklarına kapanarak özür dilemeyeceğim, o ayaklarıma kapanarak özrümü kabul edecek.

 

Film. In love and war. Aşkta ve savaşta. Genç Hemingway savaşa katılır, gazeteci olarak. Tutkuludur. Savaşı yazacaktır. Vurulur hastaneye getirilir. Ayağının kesilmesine engel olan hemşireye aşık olur. Bir askerin ayağının kesilmesine engel olma cesaretini göstermesi nedeniyle doktor da hemşireye aşık olur. Doktor zengin ve geleceği güvenli biridir. Ama hemşire de genç yazara aşık olmuştur. Yazar Amerika'ya döner, kadını bekliyordur, evleneceklerdir, ama savaş sonunda hemşire ona gitmek konusunda kararsızdır. Yazarın bir gençlik hevesi nedeniyle gerçek olmayan bir aşk yaşadığını, ona güvenemeyeceğini düşünür, bir arkadaşı ona bunu düşündürtür. Ve onu bekleyen yazara, olgun doktorla evlenmeye karar verdiğini mektupta söyler.

6 ay geçer. Hemşire Amerika'ya gelir. İlk öykülerini yayımlamış, ilk romanını yazmakta olan yazarı inzivaya çekildiği göl kenarındaki evinde bulur. Onu sevdiğini söyler. Herkes -sanırım herkes mutlu son bekler. (Ama bu film değil yaşamdır ve seyircinin isteğine göre hareket edilmez.) Hemingway yolunu seçmiştir. Gururun yolu. Kadına tek laf etmez. Kararının onu ne kadar zorladığını suratından okuyabiliriz. Kadın giderken arkasından gitmeyi bırak, geri dönüp bakmaz bile. Seyirci Hemingway'in aşık olduğu kadın olmadan yaşayıp yazdığını, kadının 40 yaşına gelene kadar evlenmediğini ve filmin "buraya kadar" olduğunu göl kenarındaki manzara kararıp beyaz perdeye şu yazı geldiğinde anlar: "Bir daha birbirlerini hiç görmediler..."

Etkilenmiş ve yazarın gururuna şaşmıştım. İlk izlenimlerim böyleydi. Sonra ise doğru bir kararla fikir değiştirerek kadının gururuna şaştım. Halen bu karardayım: Yazar değil kadın aptallık etti. Erkeğin, erkeklik gururunu ayaklar altına almasını istedi; 6 aydan sonra bir anda karşısına çıkıp seni seviyorum demek yeterli değildi. Kadın, kendi gururunu ön planda tutması sonucu, yazarın karşısına bir kez daha, bir kez daha çıkmadı; artık bittiğini, gerçekten bittiğini anlayıncaya kadar yazarın karşısına çıkmaya devam etmediği için aptallık etti... Yazara onu affetmesi için yeterli fırsat vermedi, yeterli şartları sağlamadı.

Ama bir yandan da şunu düşünüyorum... Belki de yazar onu asla affetmeyecekti...

Zaten: Asla...

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder