Ben
de bilirim kadınların gönlünü almasını, ama…
TOLSTOY’UN
KARISI
“Eğer bu
adam kadınları yazdığı kadar iyi tanısaydı onunla çok mutlu olurduk.” demiş
Tolstoy’un karısı.
Tolstoy
kadınları nasıl tanır ve kadınlar onunla nasıl mutlu olur, ben size söyleyeyim.
Anna
Karenina romanına bakıyoruz; ama ne Anna’ya ne Karenina’ya; ikincil karakterler
olan Levin ve Kiti’ye. Çok rahatlıkla Kadın ve Erkek olarak genelleyebiliriz,
başı sonu ortası kıyısı köşesi haricinde temelde aynı yaşanıyor.
Kadın Adamı
haksız yere suçlar.
Adam da
Kadına kızacaktır.
“Ama Kadına
kızamayacağını çünkü onunla kendinin aynı kişi olduğunu anlamakta gecikmedi. O
zaman, arkasından şiddetli bir darbe yiyen bir insanın öfkeyle, öcünü almak
amacıyla dönüp de, kafasını kendisinin bilmeden çarptığını, kızacağı bir
kimsenin bulunmadığını, acısına katlanmaktan, sızısını dindirmekten başka
yapacak bir şeyi olmadığını gördüğünde hissettiği şeyi hissetti.
(…) Doğal
bir duygu kendini temize çıkarmasını, kadına haksız olduğunu göstermesini
istiyordu. Oysa kadına suçlu olduğunu göstermek, onun sinirlerini daha da
bozmak, onun üzüntüsünün kaynağı olan ikiye bölünmeyi daha da
güçlendirecekti...
Böylesine
haksız bir suçlamanın altında kalmak acıydı, ama kendini temize çıkarıp, ona
acı çektirmek daha kötüydü.”
Çok güzel,
çok hümanist düşünceler değil mi…
Ama tek
taraflı; Erkekten Kadına…
“Barıştılar.
Kadın kendi suçunu anlayınca –ama bunu belli etmemişti kocasına- Erkeğe karşı
daha bir sevecen davranmaya başladı...”
Ama bunu
belli etmemişti kocasına.
Harika bir
tespit… Erkek kadına anaç davranırken, kadın erkeğe hizmetçisiymiş gibi davranıyor
Sonra yine
benzer nedenlerden kavgalar ederler...
Kadın hep
kavga çıkarır, adam hep düşünür:
“Karısına
yanlış düşündüğünü kanıtlayacak değil, onu avutacak sözcükler bulmaya çalışarak
konuşmaya başladı.”
Yine harika,
ama yine tek taraflı…
Karısının bu
kavgalara neden olan düşüncesizlikleri için Erkeği bir de şöyle yargılar
Tolstoy: “Kadının kendini aynı anda hem kocasının karısı, hem evin hanımı
olacağı, hem de çocuklarını karnında taşıyacağı, onları besleyeceği,
yetiştireceği o sıkı devreye hazırlandığını bilmiyordu. Kiti’nin bunu
içgüdüsüyle sezinlediğini, bu korkunç çalışmaya hazırlanırken, şimdi yuvasını
neşe içinde örüyor, bir yandan da mutluluk dolu, kaygısız aşk dakikaları
yaşıyorken buna hakkı olduğunu düşündüğünü anlayamıyordu.”*
*Farkındaysanız kadın hamileliği boyunca
egoistleşebilirim demiyor, özel bir durum özel bir dönem için yardım
beklemiyor, özel bir yaratık olduğundan hayat boyunca özel davranılmasını
bekliyor. Hayatı boyunca egoist olabilir!
Mahatma Ghandi: “Söylediklerinize dikkat edin
düşüncelerinize dönüşür, düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür,
duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür, davranışlarınıza dikkat
edin alışkanlıklarınıza dönüşür, alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize
dönüşür, değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür, karakterinize dikkat
edin kaderinize dönüşür.”
Eh, herkes
ister vallahi, saçma, özensiz, sevgisiz ve insanlık dışı davranıp, ben ne
“korkunç” bir çalışmaya hazırlanıyorum biliyor musun ve zaten bunun için doğdum
diye duygu sömürüsü yapmaya bile gerek kalmadan haklı çıkmayı, çünkü zaten adam
böyle düşünerek haklı bulmalı kadını!
Kadından çok kadıncı olmak, deyimi
eklensin dilimize…
Hem neden
araba kullanmak için bile ehliyet varken, çocuk doğurmak için yok.
Bedeni çocuk
doğurabiliyor diye çocuk doğurmaya odaklanmış kadınlara karşı, bedeni yılda 300
kadını dölleyebileceği için bunu yapmaya odaklanmış erkekler: Tencere kapak,
neyin savaşını yapıyorlar ki… Alan razı, veren Rıza.
Erkeğin, bu
kadın anlayışsızlığına katlanmadaki kendi salaklığının intikamını kadından
alması başka bir yazının konusu; aldatarak (ne demekse aldatmak), terk ederek
(Tolstoy da karısını terk etmiştir “sonunda”), kadınları ikinci sınıf yaratık
olarak görmeye kendilerini zorlayarak…
Bir de
gerçekten kadının ne olduğunu bilen erkekler var. Saçmalamaları dahil, muayyen
günlerini tüm aya yayma ve bundan ceza indirimi alma düşünceleri dahil, ne
korkunç şeyler yaşadıklarını, birinci sınıf yaratıklar oldukları halde
erkeklerin onlara değil onların kendilerine nasıl ikinci sınıf yaratıklar gibi
davrandıklarını gerçekten bilen, bu nedenle de böyle kadın tavlayıcı ne yazan
ne de davranan, kadını ne melek ne de şeytan gibi gören...
Ama kadınlar
kendilerine düşkün -aslında düşmüş- oldukları sürece o erkekleri asla
tanıyamayacaklar –doğuracakları çocuklara düşkün olacaklar ki bu da kendine
düşkün olmak demektir, ve ailenin, yeni neslin düşmüş olması sonucunu doğurur.
Erkek taraf
adam olmaya çalışırken, kadın taraf da ana değil anaç olmaya çalışsa…
”Ben iyi
insan olmak istemiyorum ben çocuk doğurmak istiyorum” diye bağıran bir kadın
hatırlıyorum…
Bu kadın da,
çocuğu doğurup sokağa bırakan bir kadın gibi Allaha emanet etmiyor mudur
çocuğunu... Analı babalı büyümesi yeterli midir bir çocuğun, o ana anaç o baba
babaç olmadıktan sonra...*
Anaçlık...
Bir çeşit bilgelik... Tüm gerçek bilgeler anaçtı...**
* Laf şudur: “Annelik kutsaldır...” Laf asla şu
değildir: “Anneler kutsaldır” “Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum”
diyenleri düşünelim! Eminler bunlar
çocuklarını iyi yetiştireceklerinden; iyi anneler-babalar olacaklarından
eminler; sorun onlar değil, dünya; kötü olan dünya... Tüm dünya kötü olanın
dünya olduğunu düşünüyor! Pedagog manyağı anneleri eleştiren bir kadının
yazısına bakıyorum… Doğru, haklı; ama onlara karşı, kendinden de şöyle söz
ediyor: “Çocuk konusunda içgüdülerimin genellikle beni doğru yönlendirdiğine
inanıyorum. Bugüne kadar da aksini düşünmeme neden olacak bir şey olmadı çok
şükür.” Kendi manyağı, diyelim buna da. Aksini düşünmesine neden olacak bir şey
olamaz ki, olsa da göremeyeceği, görse de kabul etmeyeceği için… Neden? E,
içgüdüleri… Bülent Somay’ın Agahta Christie’den verdiği o harika örnek bunu çok
iyi açıklıyor: Tanık, Bayan N’yi gördüğünü, gördüğünün Bayan N olduğunu söyler.
Ona, Bayan N olarak tespit ettiğini o pozisyondan tam olarak göremeyeceğini
söylerler. Tanık için bunun önemi yoktur! O gördüğü Bayan N’dir! Neden onu tam
olarak görmesi gereksin ki…
**”Büyük adamlarda içten gelen, o neredeyse kadınsı
incelikler... Bu adamların yüceliği, kadını farklı kılan o özveri
gereksiniminden başka bir şey değildir belki de; ama büyük şeylere
yönelmiştir.” (Balzac – Louis Lambert)
Kitap çıkartan her adama
yazar denmez de çocuk çıkartan her kadına anne denir! Yazarlığın annelikten
üstün yönü bu: Kıstası var. Buradan hareketle şu düşünceye gidilebilir: Belki de
erkek kendi doğurganlığını kendi yarattığı-kendini doğurduğu için daha doğurgan.
KADINDAN ÇOK
KADINCI OLMAK
“Bir terapist ile hastasının görüş
birliğine varmaları önemlidir, görüş yanlış bile olsa!” (Alfred Adler)
Irvin Yalom’un Divan’ında da şöyle
bir benzeri vardır: “Terapide amacın her konuda doğruyu söylemek olduğu da
nereden çıktı! Amaç, yegane amaç daima hasta yararına hareket etmektir.”
Görüş birliğine varmaya çalışmak,
görüş yanlış bile olsa... Daima hasta yararına hareket etmek, her konuda
doğruyu söylemeseniz de...
Böyle bir durumu sağlayabilmek için
kim özveride bulunur? Tabii ki terapist… Yani hasta için bir sorun yok, o hem
görüş birliğine vardıklarını düşündüğü için hem de vardıkları görüşün yanlış
olabileceğini, ya da kendine doğrunun söylenmediğini düşünmediği için mutlu…*
*Yani daha
usta daha bilgili olana göre değil daha az usta ve bilgili olana göre kuruluyor
denge… Daha az usta ve daha az bilgili olanı rahatlatmak için...
Tolstoy’dan örneğini verdiğim kadın
pohpohlayıcı erkek tavırlarıyla benzerlik göstermiyor mu, bir terapistin
hastasına bu önerilen davranışı...
O zaman: İlişkide amacın her konuda
doğruyu söylemek olduğu da nereden çıktı! Amaç, yegane amaç daima kadının
yararına hareket etmektir, hareket yanlış bile olsa!
ÇAPKINLIĞIN DAYANILMAZ
AĞIRLIĞI
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde iki tür
çapkından söz edildiğini söyler Milan Kundera: “Lirik çapkınlar (her kadında
kendi ideallerini ararlar) ve epik çapkınlar (kadınlarda kadın dünyasının
sonsuz çeşitliliğini ararlar.)”
Epik çapkının tek bir kadına
yönelmiş halini düşünelim... Kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini tek bir
kadında arıyordur bu adam.* Montaigne’in “Bir insanda insanlığın tüm halleri
mevcuttur” lafından hareketle böyle yapıyordur herhalde ve doğru yerde, insan
ırkının ruh çeşitliliği konusundaki en verimli örneğinde dolaşıyordur. Seçtiği
kadının o balta girmemiş (ya da girmiş) ruhunda bir gezgin, bir kaşif gibi
ilerliyor, farklı (t)avlama yöntemleri geliştirerek kendi avcı ruhunu da tatmin
ediyordur… Bu tarz bir çapkınlık kadınlar için tapılası bir şeydir herhalde.
“Kadınlığımın en gizemli taraflarını ortaya çıkartıyor…”
Ama olmayabilir de… Kadının değişik
ruh durumlarının ortaya çıkarılması ve farklı hayat olasılıklarının
keşfedilmesi, bir hazinenin gün ışığına kavuşturulması olarak önce çekici
gelecektir, evet; ama kadının bir zamandır, belki bir hayattır kafasında
oluşturduğu belli bir kadın tipi vardır, ya da adamın ortaya çıkarttıklarından
birine daha fazla yakınlık hissetmiştir… İdeal bir kadınlık durumu olmayabilir
bu, ama kadının “ben buyum” dediği bir durumdur. Seçimidir kadının. Seçen cins
olduğundan, seçimlerinde daha inatçıdır kadın; değişmez, değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif bile edilemezdir seçimleri, anayasadır… Bundan
uzaklaşılmasını, farklı olasılıkların araştırılmasını hakaret kabul edecektir…
Başka birine kur yapılmasına nasıl
çapkınlık diyorsa, seçtiği ruh halinden başka bir haline kur yapılmasına da
çapkınlık diyecektir kadın.
Şeytani şımarık…
Yani bu derinlemesine çapkın, ruh
gezgini, karakter kaşifi… de mutlu etmeyecektir kadını.
Şu metin şimdi buraya uyar:
Her seferinde yeniden kur yapıp
her seferinde yeniden tavladığım
her seferinde farklı taktikler uyguladığım halde
hep aynı şekilde teslim oluyordu.
* Kadın
dünyasının sonsuz çeşitliliği
Denizaslanlarıyla
Kılıçbalıkları
tabii ki birbirinden farklıdır.
Köpekbalıklarıyla
Piranhalar
hem benzer hem benzemez...
Yunuslar sadece kendilerine benzer.
Soldan bir kartal girer sahneye
balık avlamak istiyordur
ıslanmadan.
Bir gazete yazısı; yazarı bayan: “ ‘Bizi biz yapan
önyargılarımızdır.’ der Boris Vian. Karşı çıkmak mümkün değil. En azından kendi
adıma. Kaç kere aynı şey oldu, herhangi bir konu hakkındaki, mesela kendimle
ilgili varsayımlarım, düşüncelerim hiç tahmin edemeyeceğim şekilde değiştiler.
Hem de ben onları mezara giderken bile yanıma alacağımdan adım kadar emin
iken.”
“Bizi biz yapan önyargılarımızdır.” lafına karşı
çıkmak mümkün değil diye kesin bir yargı verip sonra da değişen önyargılarından
söz etmek, onları mezara götüreceğinden eminken değişen... Önyargılarımız
değişiyorsa ve bizi biz yapan da önyargılarımızsa, o zaman biz de değişiyoruz.
Hangi biz biziz peki; önyargılarımız değişmeden önceki mi, değiştikten sonraki
mi? O zaman bizi biz yapan önyargılarımız değildir. Çünkü önyargılarımız
değişmiş, biz de değiştik. O zaman?!! Hem “önyargı” diyorsak bu ya
değişmezdirler ya da çok zor değişirler demektir, yani önyargımız değiştiyse
önyargı değildir; ya da, o zaman, önyargımız yoksa biz bir hiç miyiz?
Bunlar benim kafa karışıklığım değil, ben neyin ne
olduğunu biliyorum (ve bu değişmez ve buna rağmen önyargı değil); bu, yazarının
metne de yansıdığı için fark edebildiğimiz kafa karışıklığı...
Bizi biz yapan önyargılarımızdır! 37 yaşındaki bir
bayan arkadaşım daha dün, lüks bir ihtiyaçtır dedi. İşsiz ve parasız olduğu,
yakında kirasını ödeyemeyecek duruma geleceği için onu uyarmaya çalıştığımda
etti bu lafı. Bir konsere gitmiştik; konserin yarısından sonra girdiğimiz halde
ve benim paramı da karşılamayı özellikle istediği için yüklüce bir para ödedi.
Ben böyle harcamaların şu durumunda lüks olduğunu söylemiştim. Onun üzerine, en
az Boris’inki kadar talihsiz o lafı etti: “Lüks bir ihtiyaçtır.” Halbuki böyle
lükslere para harcamasaydı en az üç dört ay, belki altı ay daha çalışmasına
gerek kalmaz; kendini, sevdiği bir yabancı grubu konser verirken görebildiği
için değil önünü görebildiği için rahat hissederdi. Ama lüks bir ihtiyaçtır
dedi ve kredi kartı gibi gündelik hayat tuzaklarından söz ederken ben, bunun
karakteri olduğunu söylemeye kadar götürdü işi: “Lüks, benim karakterimdir...”
“Bizi biz yapan önyargılarımızdır...”
İnsanları oldukları gibi kabul etmek gerekir,
felsefesi…
En iddialısı -ve yanlış yöne bir iddia olduğundan- en
saçması yine yukarıdaki yazar hanımdan: “Kendi önyargımıza sahip çıkalım...”
Sahip çıkmak... Aynen benim arkadaşımın kendi
lükslerine sahip çıkması gibi, parası yokken bile... Lükslerine sahip çıkmak...
Önyargılarına sahip çıkmak… Aslında üstü kapalı bir şekilde söylemeye
çalıştıkları şu değil mi: Kendi hatalarına sahip çıkmak...
Hatalara, onları yenmek aşmak için değil de korumak ve
kabul ettirmek için sahip çıkmak...
Kabul ettirmek...
Sakat koluyla sizin sağlam kolunuzu işaret
etmeye çalışıp şöyle diyor biri: “Sen sakatsın, insanda bu kol yüzyıllar önce
böyle benimki gibiydi; sonra sakatlanıp senin şu sağlam dediğin kolun gibi
oldu.”
Önyargılar hatadır, doğru bir yargıysa da hatadır.
Doğruya yanlış yoldan gitmek insana çok şey kaybettirebilir.
“İnşallah doğruyu bulamazsın, çünkü yolun yanlış!”
dediğim insanlar oldu... “Yolun açık olmasın, çünkü yön bulmasını
öğrenememişsin.” dediğim oldu...
Doğruya çıkan yanlış yol, yanlış yolun doğrulanması
riskini getirir.
Güneş doğrudan yükselir.
KENDİNİ
ANDIRMAYA DEVAM ET!
1.
Yazışarak daha yeni tanışmaya
başladığımız bir bayana “yazarım” dediğimde, “kardeşime söyledim yazar
olduğunuzu ne var ben de yazarım diyor” yazıyor. Her ne kadar cümlesinin sonuna
gülme işareti de koymuş olsa, “Siz kardeşinizle konuşun o zaman” diyerek
kapatıyor, onu siliyor ve yasaklıyorum (internetin en parlak buluşu). Sonra
bana bir mail atıyor.
“Suratıma kapatılmasından hiç
hoşlanmam” cümlesiyle başlıyor mailine.
Kendini anlatıyor, önemli bir işi
varmış vs.
Ben karşı mailimde rahatsızlığımı
dile getiriyorum.
Sonraki maili şöyle:
“Biz insanlarla dalga geçecek kadar
seviyesiz insanlar değiliz beyefendi. Sadece moralim çok bozuktu, kardeşim de
arada sırada yanıma gelip ne yaptığıma bakıp beni güldürmeye çalışıyordu.
Burada bizi görmediğinize göre söylemeyebilirdim de. Ama sizi yakın hissetmek
istedim belki de, ya da ihtiyacım vardı buna kardeşimin beni güldürmek için
söylediği bir şeyi siz de gülersiniz belki diye paylaştım o kadar.”
Tek bir özür cümlesi yerine, basit
bir, kusura bakmayın, demek yerine, bir paragraf kadar kendini, durumunu
anlatmaya çalışmak! (Yazarlıkla dalga geçilmesine benim de gülmemi beklemesi
konusuna hiç girmeyeceğim!)
Tüm bu mazeret cümlelerinin bir özür
başlığı altında toplanmadan bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeyen biri,
“seviyesiz birisi değilimdir” dediğinde altını doldurabilir mi?
İnsanlar seviyesiz olmadıklarına
nasıl karar veriyorlar?
Seviye testi falan mı yaptırmışlar!
40 kere falan seviyeliyiz demişlerde
mi olmuşlar!
Bir kart falan mı almışlar benim
bilmediğim!
Ya da babadan miras kalıyor herhalde
bu seviye denen şey, hayata böyle başlamışlar, kendilerini bildiler bileli
seviyesiz insanlar değillermiş!
Aynen diplomanın, bir şey bildiğiniz
için verilmemesi, diplomanız olduğu için bir şey bildiğinizin varsayılması
gibi…
Bakalım neymiş:
“Evet ben de yazarım babam da yazar.
Ama biz karşımızdakini incitmemek adına yazarız söyleyeceklerimizi o kadar.”
O kadar!
Evet babadan geçmiş olabilir
bunların seviyesi, “İncitmemek adına yazar” bir aile!
“Şimdi beni silebilirsiniz.
Yasaklamanıza gerek yok zahmet etmeyiniz. Biz gururumuz ve onurumuz için
yaşayan insanlarız. Bin yıl geçse de size tek kelime yazmam..”
Anladım, bu insanlar bir kulübe üye
ve üye kartları var: GururEkstra ve OnurPremium.
Ne derlerse desinler bana
hissettirdikleri şu: Bu insanlar hayallerinde olmak istedikleri, olduklarını
düşündükleri insana sadece benziyorlar; o kibar, doğru tavırlı insanı, hareketleri,
duruşları ve öyle olma istekleriyle, diyeceğim ama değiştiriyorum, öyle görünme
istekleriyle, sadece andırıyorlar… Bir an o zannedilebilir, ama gerçekte öyle
olmadıklarından, bir hareket, bir duruş, bir laf… Yetiyor. Yok, değilmiş,
sadece benzetmişiz, sadece andırıyor…
Bu özensizlikler zekalarıyla doğru
orantılı mı, bilemeyeceğim ama şunları da belirtmeden geçemeyeceğim (uzun süre
düşüncesiz davranış zeka geriliğine yol açabilir):
(Kardeşiyle yazarlık konusunda dalga
geçmelerinden bana söz etmesini açıklıyor:) “Söylemeseydim, ruhunuz bile
duymazdı. Doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar.”
Düşünüyorum bu iki cümleyi nasıl art
arda kurmuş olabilir: İlk cümledeki “söylemek” fiilinden bir deyim geliyor
aklına, geldiği için de yazıyor, yoksa yazmasının orada bir anlamı, bir mantığı
olduğundan değil.
“Basit bir şakayı bu kadar ancak bir
Koç büyütebilir anlamadan dinlemeden.”
Koç! Evet, bravo, her şey açıklandı!
Muhalif duruş, sert yazar, ödünsüz karakter… Hiç biri değilsin oğlum Murat, her
şey burcundan dolayı, doğdun öyleydin hiçbir şey katamadın üzerine, koç geldin
koç gidiyorsun!
2.
-Evet sizi
dinliyorum
-Ne anlamda
-Dün sohbet
edemedik o anlamda
şu an
müsaidim siz de müsaitseniz anlamında
şüpheci bir
yaklaşım sergilemeyin
ben sizi
tanımıyorum
unutmayın
biraz yazıştık.
-Şu an siz şüpheci bir yaklaşım sergilediniz
-İyi
-…
-…
-Evet sizi dinliyorum
-İnanın
aldığım elektrik size yazmamam gerektiğini söylüyor
kusura
bakmayın lütfen
-Hanımefendi tuhaf bir cümleyle başladınız sonra da
beni suçlamaya kalktınız, elektriğinizin beni neden ilgilendirdiğini düşünün,
siz bana güzel elektrik vermiyorsunuz ve konu da budur...
-İyi çalışmalar.
-İyi çalışmalar.
-Elveda
Birisiye unutulmuş bir geçmiş
sohbetin devamına “evet sizi dinliyorum” diye başladığınızda, karşınızdaki
kişiye üstten baktığınız hissi uyandırırsınız, onca işinizin gücünüz ve
güçsüzlüğünüzün arasında buna dikkat etmediyseniz, yine de geri adım atma
şansınız her zaman vardır.
Ama insan bunu anlayacak akla teorik
olarak sahipken, bu aklıyla uyumlu bir özene sahip değil. Bir cümlenin doğru
cümle, bir tavrın doğru tavır olması için tek neden yetiyor insana; kendi
cümlesi, kendi tavrı olması!
Yoksa
“ne anlamda”
“ne anlamda”
diye sormama
“dün sohbet edemedik o anlamda
şu an müsaidim siz de müsaitseniz
anlamında”
diye bir cevap vermezdi.
O anlama zorla, uydurmadan getirmeye
çalışmadan önce o anlama gelecek bir cümle kurmalı, ya da hatanın üzerini
örtmeyecek bir cümle: “Kusura bakmayın biraz tuhaf oldu di mi öyle demem” gibi.
Oysa “Şüpheci bir yaklaşım
sergilemeyin” diye bir de suçlamaya yöneliyor. Yani en olumlu olasılıkla, ben
tuhaf cümleler kurabilirim, ama siz yine de şüphelenmeyin, demeye getiriyor.
Onu tanımıyorum, ama bunun önemi
yok, onun beni tanımaması konumuz! Ha zaten, “evet sizi dinliyorum” derken de
kendimi tanıtmamı istemişti!
“Şu an siz şüpheci yaklaşım
sergilediniz” demem, zekasını kullanamasa da zeka fark edebilme fırsatı sunuyor
ona, ama zekaya zeka demez, zeka seni kayırmadıkça!
Ve ikinci zeka örneği de, bir süre
iki taraf da durmuş yazmıyorken benden:
“Evet sizi dinliyorum.”
Kendi kurduğu özensiz cümlesinin
kendine karşı haklı olarak kurulduğunu görmesi kendi haksızlığını görmeye
yöneltebilir, cümle ve iki ayrı kullanılışı önünde, doğrusu ve yanlışı.
Ama: “İnanın aldığım elektrik size
yazmamam gerektiğini söylüyor” diyor.
Hâlâ sadece kendinde, yani aslında
kendinde değil!
Baştan nerden aldığını bilemeyeceğim
negatif elektriğini bana iletmesine ona karşı iletmekle cevap veriyorum ve
hissettiği bu negatif elektriğin kendininki olduğunu anlamıyor. Halbuki hayata
bakın, aynen böyle davranır o da size, yanlışınız size geri döner. Aynen bu
sertlikte. (Anlamazsınız, ve hayat anlamsız dersiniz.)
Bir arkadaşım, kelimelere takılma
Murat demişti…
Ben hemen kelimelere takılmayı
bırakırım, hemen yazarlığımı da bırakırım, hatta diğer yazarların da bırakması
için bir şeyler yapmaya çalışırım, nasılsa yazmak işlerine yaramıyor onların
–ve onları okuyanların- ama kelimelere takılmayarak yapmayı önereceğiniz daha
ileri ya da daha yerinde şey, telepati falan olacaksa olur ancak bu.
Başka birisi şöyle diyor sohbetin
ortasında:
-Obsesif misiniz…
-Biraz kaba olmadı mı?
-Hayır sordum sadece…
“Hayır sordum sadece.”
Tamam, kelimelere takılmıyoruz ya,
ben de şöyle devam edeyim:
-Obsesif misiniz…
-Biraz kaba olmadı mı?
-Hayır sordum sadece…
-Anlıyorum, bilmem belki de obsesifimdir, peki siz
biraz aptal olabilir misiniz… Alınmayın, sordum sadece.
-Yoo değilim… zamanla anlarsınız… Anlayışınız kıt
değilse, kıttır demedim, olasılık sadece sözünü ettiğim, alınmayın!
İki taraf da birbirini çarpa çarpa
böyle devam eder bu!
Bence kelimelere takılalım, çünkü
daha üst iletişimlere geçmek için kelimeler bizim zekamızı ve özenimizi
gösteren, bunları geliştirmemizi sağlayan oyuncaklardır.
Yoksa herkes - seviyeli ya da
seviyesiz- şu lafı kendisi için öne sürebilir:
“Benim bir sözümü duydunuz mu, benim
söylediğimi bildirerek size bir şey söylediler mi, o sözü gönlünüz tasdik
ederse, o söz kalbinizi yumuşatırsa, o sözü kendinize yakın bulur,
benimserseniz, bilin ki, o söze sizden daha yakınım ben. Fakat size bir sözüm söylenince,
gönlünüz inkar ederse o sözü, içinizden bir beğenmezlik, bir nefret duygusu
uyanırsa, o sözü kendinizden uzak bulursanız, bilin ki, o söze sizden de uzağım
ben.
Ama bu laf sizin değil, Hz
Muhammet’in! Yani ancak, peygamberlere layık…
Bir yazara soruyorlar: “Toplumun
söylemekten çekindiği edebiyatın da dile getirirken estetize ettiği,
yumuşattığı dili olabildiğince yalın ve sansürsüz kullanıyorsunuz. Bunu
okuyucuyu sarsmak için mi yapıyorsunuz.”
Toplum söylemekten çekine çekine,
adam gibi söylemesini unutmuş, giderek konuşmasını… Ya da herkes birbiriyle
imalarla konuşuyor, tüm dünya bir toplantı masasında, politikacıların,
işadamlarının konuştuğu gibi konuşuyor. Aşırı "estetize", aşırı
yumuşak, aşırı kibar; aslında ikiyüzlü…
Ya da aşırı kaba… Ara aşama yok…
Sarhoş gibi yani, işte burada bunun örneklerini veriyorum. Sadece küfür yok,
yani fazla yok, neden?
Çünkü kadınlar küfür etmez!
Romanım Hayat’taki dil, sert bir dil
yer yer. Kabalık yapan bir kadına özellikle küfür etmeyi de içinde barındıran
bir dil, bir üslup. Kadına küfür etmek erkeğe küfür etmekten daha kaba bir
durum olarak alınır ya hâlâ, ben kaba kadına küfür ettiğimde, bilinçli olarak
yaptığımda bunu, onun kadınlığını tanımama hissini vermeye çalışıyorum, o
kadını da bir erkek kabalığında gördüğümü söylemeye çalışıyorum, o bir kadın
değil, o bir kaba.
Benim kaba olduğumu düşünenler
olacaktır, ama bakın ne diyeceğim, geçenlerde bir kadın “göt” dedi bana,
esprili bir şekilde, o kadar güzel bir tepkiydi ki, yakıştı da ağzına, benim
takındığım bir tavra karşı söylemişti muhtemelen ve bilemiyorum, benim
hareketime de yakıştı belki. Romanımdaki de öyle, yakışıyor söyleyene ve
üzerine söylenen tavra, diye düşünüyorum, ama zaten benimkiler o kadar da espri
değil, göt görüyorum, söylüyorum; sonra gösteriyorum da götlüğünü. Ara sıra
bölümler okuduğumda yer yer ben de utanıyorum, yazar olarak değil insan olarak
okuduğumda, kaba mı bu diyorum, terbiyesizce mi, günlük hayatımda küfür eden
bir insan değilim çünkü, değildim diyelim, ama sonra yazar bakışıyla baktığımda
bana cuk oturmuş geliyor, o zaman zaten yazar bakışımla insan bakışımın
birbirinden farklı olmadığını, romanımı da bu bakışla yazdığımı bana
hatırlatıyor, kanıtlıyor: Kadınlar böyle özensizleşip kabalaşıp
erkeksileşirken, hâlâ nasıl devam edebilirler o klasik, küfürden rahatsız olma
tavırlarına…
3.
Bir cep mesajı geliyor:
-Slm nasılsın
-Sağ ol. Ama no’yu tanıyamadım.
-Kaydetmemişsin sanırım, X internet sitesinden Melike
ben.
-Nick’in neydi?
-Neyse sorun değil ya, hoşça kal.
-Melike denince hatırlanacak yani, tuhaf!
-Tuhaf olan ne anlamadım. Mevcut bir nick’le de
hatırlanmak tuhaf. Nickim falan yok Melike o kadar yani.
Nick’i Melike!
Nick ile hatırlanmak tuhaf o nedenle
adını nick olarak almış!
Forest, sexygirl, total, kuzu,
mandrake falan değil de Melike!
O tersini düşünüyor ama aslında
Melike gibi bir nick, kadın olması haricinde hiçbir şey söylemezken, diğer
nick’ler daha fazla şey söylerdi kendisiyle ilgili.
Diyorum ki:
-Nickinden girip profiline bakacaktım! Anlayışsız ve
alıngan nicklerine baktım yok!
-Kabalaşma, sen de çok balık hafızaymışsın. Bu nasıl reklamcılık. 10 yıllık bir geçmişimiz yok ki hatırlamakta bu kadar zorlandın. Neyse uzatmayalım…
-Kabalaşma, sen de çok balık hafızaymışsın. Bu nasıl reklamcılık. 10 yıllık bir geçmişimiz yok ki hatırlamakta bu kadar zorlandın. Neyse uzatmayalım…
Anlayışsız ve alıngan davranıp beni
rahatsız ediyor, bunu söylediğimde kabalaşmış oluyorum! Kabalaştığımı kesinledi
ya, artık o da rahat davranabilir:
“Balık hafıza”
“Bu nasıl reklamcılık” (Bu ne
alaka?)
Sonra da yetiyor bu kadarı ona,
ferahlamış herhalde, “uzatmayalım” diyor! Ama esas; 10 yıllık bir geçmişimizin
olmamasıyla ilgili tespiti! Çünkü yarım saatlik bir geçmişimiz de yok!
-Zeka özürlüleri çabuk unuturum
evet, diyorum.
Burada yasaklayacaktım, ama
becerememişim iyi ki, bir numaralı “kadın” lafını bundan sonra etti:
-Adını sormadım. İnanılmaz kabasın.
Her şeyden önce karşında bir bayan var. Lafını bil de konuş. Hakaret boyutuna
taşıyorsun farkındaysan.
Lafını bil de konuş diye suçlayan bu
insankızı, 10 tane cümleden kendininki seç deseniz hemen seçer, hakaret
boyutuna taşmayan onunkidir, kayıtlarla açıklasanız ki tam tersidir, inanmaz,
böylece siz inanılmaz kaba olursunuz!
Şuraya geleceğim:
“Her şeyden önce karşında bir bayan
var.”
Ağızdan kaçmış, ya da alışkanlıktan
söylenen bir laf değil, kadının fikri bu!
Adının melike olduğunun doğrudan hatırlanmasını, ya da melike denince doğrudan kendisinin hatırlanmasını beklediği gibi bayan olduğu için de kendisinin doğrudan kabalaşmayacağını, bayan olduğu için onun hakaret etmesinin mümkün olmadığını, bayan olduğu için onun dilinin tavrının doğal olarak kibar olduğunu falan önceden kabul etmemi(zi) bekliyor.
Adının melike olduğunun doğrudan hatırlanmasını, ya da melike denince doğrudan kendisinin hatırlanmasını beklediği gibi bayan olduğu için de kendisinin doğrudan kabalaşmayacağını, bayan olduğu için onun hakaret etmesinin mümkün olmadığını, bayan olduğu için onun dilinin tavrının doğal olarak kibar olduğunu falan önceden kabul etmemi(zi) bekliyor.
Bu kadın kadınlığını bir orospununki
gibi kullanmıyor mu, orospulara ayıp olmasın!
Hangi kadınlık-bayanlık özelliğini
kullanmış da, ona bir kadın gibi davranmamı bekliyor? Herhangi bir kadınsal
zeka (anaçlık, birleştiricilik, anlayış vs) kullanmamışken her şeyden önce bir
bayan var karşında diyebiliyorsa… bana aynen gençken diskoya bizimle girmeye
çalışan iki genç kızın söyledikleri şu sözü hatırlatıyor: “Bizim paramızı da
biz mi vereceğiz!”
Bayan olduğu için parasını erkeklere
ödeten bir kadınla erkekler ne yapmayı düşünürlerse diskodan sonra; iki erkeğin
kaba konuşmasından çok da farklı olmayan yukarıdaki gibi bir sohbette biri
çıkıp da ben bayanım diyorsa, tek bir özelliğinden faydalanılabilir gibi
geliyor bana, seksinden; çünkü başka bir kadınsılık “veremeyeceğini” zaten
göstermiş.
Ona karşımda, “her şeyden önce bir
bayan var”mış gibi davranmadığım için bana teşekkür etmeli. Çünkü gerçek
orospularla bile hiç işim olmadı bugüne kadar.
Yumuşak bir örnekle bitireyim, sizin
için yumuşak, benim için farksız.
Lüks kahvecide oturuyorum pazar
sabahı. 5-10 gazete almışım. Üst üste koymuşum, en üste de Roll dergisini
koymuşum, yarı bilinçli: Bu gazeteler müessesenin değil benim, deme Rollünü
üstleniyor. Gazetelerin tekini bitiriyor yan taraf koyuyorum. Bir adam
yaklaşıyor. O bıraktığım gazeteye bakıyor ama dağınık onlar biraz, beğenmiyor
benimkilere doğru geliyor, anlıyor. Hafif gülüşüyoruz gidiyor. Sonra bir kadın
geliyor, yandaki gazeteye yine şöyle bir bakıyor -Pazar sabahı bozulmamış
gazete okunmalı!- yarı bodozlama benim gazetelere yöneliyor, fazla kaba değil
ama yine de hafif bir onun-gazeteleri-çekiştirmesi-benim-yarı-şaşkın-ne-yapıyorsunuz-hanımefendi-ne-istiyorsunuz-sorsanıza-bana
bakış ve tavırlarımla “iletişim” kuruyoruz. Bir şeyler mırıldanıyor, işte
sinemalar, ekler, hürriyet. Hürriyet yok diyorum, almadım. Bir gazete ekine
baksak, falan diyor, bitirdiğim gazeteyi işaret ediyorum, onun eki olacaktı,
oraya bakın. Bunları deminki erkek (aynı gruptanlar) hafif endişeli ama kibarca
yarı uzaktan izliyor. Diğer gazeteden bakıyorlar sinemalara (yer göstericinin
yerinde olmak istemezdim), ben yarı gergin,
bana-laf-atmadı-ucuz-atlatıyorum-umarım-giderken-laf-sokmaz-ya-da-sinirli-sinirli-davranmaz,
diye düşünerek gazetelerime gömülmeye çalışıyorum. Giderlerken kadın dağınık
gazeteyi düzenleyip bırakıyor, teşekkürler diyor, sanıyorum gerçek bir teşekkür
ve bir ölçüde yaptığını anlamış da neden olmasın, genelde izlemede kalan
deminki adam daha sıcak bir teşekkür ediyor, belki biraz da özür gülümsemesi.
Mutlu son, hariç baktığınızda,
burada erkek olan kadın, kadın olan erkek tavırları sergiliyor. Gazetelerimi,
sormadığından ona sunmadığım için, “Her şeyden önce bir kadın var karşınızda”
deseydi bu kadın bana, “kadın olduğunuzu anlayabilmem için memelerinizi
görebilir miyim” diyerek özellikle kaba olarak anılmak üzmezdi beni.
Başbakan değilim çünkü ben...
KADIN
EFSANELERİ
*
“Kadınlar erkeklerden daha
kararlıdır. Karar verirler ve arkalarına bile bakmazlar…”
Bir kararın arkasında gerçekten
durabilmek için, karar verdikten sonra (aslında karar vermeden önce) arkasına
bakmak gerekir…
Öyleyse cümle şu olmalı:
“Kadınlar erkeklerden daha
yalancıdır. Kendilerine yalan söylerler ve arkalarına bile bakmazlar…”
Karar vermek önemlidir. Doğru karar
vermek daha önemlidir.
*
-Artık biraz yardım alman lazım.
*
“Kendimi çok duyarlı, incelikleri
görebilen biri olarak görüyorum...”
Gözden kaçırdığı incelikleri de görebilecek
kadar duyarlı insan var mıdır?
*
“Ben çok doğal bir
insanım, içimden geldiği gibi davranıyorum.”
İmza: Patavatsız
*
-Çok feci
yanlış anlarım yanlış anlamak isterim yanlış anladığımı hissettiririm
karşımdakini telaşlandırırım…
-Bölücü değil
birleştirici özelliklerini ne zaman gösterirsin…
-Ben böyle mutluyum ama…
AY HÂLİ
Kiracı bulması için emlakçıya
veriyoruz evi.
Evde çalıştığım için emlakçının getirdiklerini
mecburen ben karşılayacağım.
Önceki mırın-kırınlarıma sonra şaşırıyorum, evin hemen
kiralanmasına üzülüyorum, sadece iki örnek kalıyor bana. Sadece iki harikalık
yaşayabiliyorum
İlk gelen kadın, kapıdan girdiği
anda:
-Ay halı hiç sevmem ben, parke severim.
Annesiyle gelen ikinci kadın:
-Zevkliymişsiniz.
Baştan aşağı süzüyor, evi değil.
Kırıtarak dolaşıyor.
Arka odalara bakmaya gidiyorlar, yatak odasında ortada
bir sutyen duruyor.
Annesi birkaç soru daha soracakken kesiyor, apar topar
çıkıp gidiyorlar.
KADIN ÖZRÜ
Ben ayaklarına kapanarak özür dilemeyeceğim, o ayaklarıma kapanarak özrümü
kabul edecek.
Film. In love and war. Aşkta ve
savaşta. Genç Hemingway savaşa katılır, gazeteci olarak. Tutkuludur. Savaşı
yazacaktır. Vurulur hastaneye getirilir. Ayağının kesilmesine engel olan
hemşireye aşık olur. Bir askerin ayağının kesilmesine engel olma cesaretini
göstermesi nedeniyle doktor da hemşireye aşık olur. Doktor zengin ve geleceği
güvenli biridir. Ama hemşire de genç yazara aşık olmuştur. Yazar Amerika'ya
döner, kadını bekliyordur, evleneceklerdir, ama savaş sonunda hemşire ona
gitmek konusunda kararsızdır. Yazarın bir gençlik hevesi nedeniyle gerçek
olmayan bir aşk yaşadığını, ona güvenemeyeceğini düşünür, bir arkadaşı ona bunu
düşündürtür. Ve onu bekleyen yazara, olgun doktorla evlenmeye karar verdiğini
mektupta söyler.
6 ay geçer. Hemşire Amerika'ya
gelir. İlk öykülerini yayımlamış, ilk romanını yazmakta olan yazarı inzivaya
çekildiği göl kenarındaki evinde bulur. Onu sevdiğini söyler. Herkes -sanırım
herkes mutlu son bekler. (Ama bu film değil yaşamdır ve seyircinin isteğine
göre hareket edilmez.) Hemingway yolunu seçmiştir. Gururun yolu. Kadına tek laf
etmez. Kararının onu ne kadar zorladığını suratından okuyabiliriz. Kadın
giderken arkasından gitmeyi bırak, geri dönüp bakmaz bile. Seyirci Hemingway'in
aşık olduğu kadın olmadan yaşayıp yazdığını, kadının 40 yaşına gelene kadar
evlenmediğini ve filmin "buraya kadar" olduğunu göl kenarındaki
manzara kararıp beyaz perdeye şu yazı geldiğinde anlar: "Bir daha
birbirlerini hiç görmediler..."
Etkilenmiş ve yazarın gururuna
şaşmıştım. İlk izlenimlerim böyleydi. Sonra ise doğru bir kararla fikir
değiştirerek kadının gururuna şaştım. Halen bu karardayım: Yazar değil kadın
aptallık etti. Erkeğin, erkeklik gururunu ayaklar altına almasını istedi; 6
aydan sonra bir anda karşısına çıkıp seni seviyorum demek yeterli değildi.
Kadın, kendi gururunu ön planda tutması sonucu, yazarın karşısına bir kez daha,
bir kez daha çıkmadı; artık bittiğini, gerçekten bittiğini anlayıncaya kadar
yazarın karşısına çıkmaya devam etmediği için aptallık etti... Yazara onu
affetmesi için yeterli fırsat vermedi, yeterli şartları sağlamadı.
Ama bir yandan da şunu
düşünüyorum... Belki de yazar onu asla affetmeyecekti...
Zaten: Asla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder