SATÜRN’E
HAKSIZLIK
-İnsanları
oldukları gibi kabul etmek gerekir.
-Başkalarına
zarar vermedikçe belki, ama ya zarar verdilerse?
-?!.
Ben Satürn’e “yörüngen yanlış” diyemem.
-Denmez
zaten. Burada konu, Satürn’e “yörüngen yanlış” diyene ne diyeceğin?
-O
da öyle düşünüyor derim.
-Peki
Satürn’e haksızlık olmuyor mu?
Her insanı olduğu gibi kabul etmeli miyiz gerçekten?
Örneğin intihar edeni olduğu gibi kabul etmekle, birisini öldüreni ya da
uyguladığı baskılarla, şiddetle, kötücül davranışlarıyla birisinin yaşamının
kötü bir noktaya varmasına neden olanı olduğu gibi kabul etmek arasında fark
yok mu? Hoşgörünün hedefinin, zamanının, miktarının yanlış belirlenmesi,
olayları doğru değerlendirmemize olanak tanıyan bir hakemlik durumundan bizi
uzaklaştırıp bir tarafsızlık durumuna, hiçbir şeye karışmamaya, bulaşmamaya,
giderek hiçbir şey yapmamaya sürüklemez mi? Örneğin “Depresyon belirtileri
gösteren bir insanın bu özelliklerini onun tarzı olarak kabul ettiğimizde, yaşadığı
depresyonu fark edemeyiz.” diyor Engin Geçtan. “Kendince” haklı olduğunu kabul
ettiğimiz bir insanın “gerçekten” haklı olmadığını, hata yaptığını ya da yapmak
üzere olduğunu da anlayamayabiliriz. Ne demek peki gerçekten haklı olmak?
10’u
2’ye bölüp sonucu 4 çıkarttığınızı düşünelim. Olur böyle hatalar. Ama siz özeleştiri
yapabilen bir insansınız, kendinizden emin olmak istersiniz, sağlamasını
yapacaksınız, ne güzel! 4 ile 2’yi çarpıyorsunuz. Kaç çıkardınız? Tabii ki 8
değil! 10 çıkardınız. Çünkü hep aynı açıdan bakıyorsunuz yaşama. En baştan
başlamanızı, konuya başka açılardan yaklaşmanızı, örneğin hesabı
parmaklarınızla yapmanızı öneririm. Ya matematik bilmediğinizden yanlış
yaptınız (umarım böyledir) ya da kendinizi ne olursa olsun haklı çıkartmak
için. Ve hatalarınız üzerine hata eklemeye devam ettiniz; daha sonraki
işlemleri yanlış yapmaktan da fazlasını yaptınız, “10 bölü 2, eşittir 5” diyeni
astınız, kestiniz, en azından yargıladınız... İşlemi doğru yapan da kendinden
emin, yanlış yapan da! Doğru yapanın, doğruyu görebildiği için hatayı görme
olasılığı epeyce fazla, ama kimin haklı kimin haksız olduğu kararı, hatalının
hatasını kabul etme düşük olasılığına bağlı ne yazık ki.
Haklıyla
haksızın, “gerçekten” haklı olanın ayırt edilmesindeki en büyük engel, herkesin
kendini haklı çıkarmaya çalışması değil mi?
Kimin
olduğunu bilmediğim harika bir görüş, benimmiş gibi ama sanki: “Bilge, bilge
olduğunu dile getirdiğinde bilgiç (çok bilmiş) damgasını yer. Bilge olmasının
tespit ve takdir edilememiş olmasıdır onu bilge olduğunu dile getirmek
istemesi; ihtiyaçtır. Onun öyle bilmiş bilmiş konuştuğunu gören gerçek çok
bilmişler de gerçekten bildiklerini sanarak bilmiş bilmiş konuşmaya başlarlar. Böylece
bilgeliğin tespit ve takdir edilmemesi sahte bilgiçler doğurur ve gerçek
bilgenin ayırt edilmesini zorlaştırır.”
“Herkes
kendince haklıdır” sözü herkesin gerçekten haklı olduğunu değil de hiç kimsenin
kendi haksızlığına ikna edilemeyeceğini, edilmesine de gerek olmadığını
anlatıyor sanki. Karşımızdaki tarafından ikna edilmeyi reddediyoruz. Herhalde
bilinçsizce de olsa “ikna” sözcüğünün Latince’de “fethetmek” anlamına geldiğini
biliyoruz!
Yanlış
bir davranışta bulunan çocuğa kendine güvenini yitirmemesi ve ebeveyninin onu
sevmediğini düşünmesine engel olmak için şöyle denmesi öğütlenir: “Seni
seviyorum ama bu davranışını sevmiyorum. Ve bu hatalı davranış senin
olmayabilirdi.” Çocuk böylece kendisiyle davranışını birbirinden ayırmaya
başlıyor. Davranışından özgürleşiyor... Böyle yetiştirilmedikleri, üstelik
yasaklamalar ya da aşırı özgürlükle büyütüldükleri için ve sarılacakları tek
şey hatalı da olsa yine kendi davranışları olduğundan çoğu yetişkin kör bir
özgüvene sahip. İnsan kendini koruma adına cehaletini ve bilinçsizliğini haklı
çıkarmaya çalışabiliyor. Hatalarını, kötülüklerini, günahlarını bilinçli ya da
bilinçsiz örtbas etmeye çalışabiliyor. Örneğin duyarsız ve kaba biri
karşısındakileri duyarsız ve kaba olmakla suçluyor, böylece onlara karşı rahatlıkla
duyarsız ve kaba olabilecektir. Telaşlı bir insan telaşlı insanlardan rahatsız
oluyor, nedenini bilmeden. En yakın arkadaşlarını ağırbaşlı, uyumlu ve itaatkar
insanlardan seçiyor biri; böylece hükmetme eğilimini otaya çıkarmadan tatmin
edebilecektir. Aşk zekayı bir kenara bırakmaktır diyen kişi, duygusal
ilişkilerdeki yetersizliğini ortaya çıkarmış oluyor aslında. “Riyaya
dayanamıyorum.” diyor bir başkası, ya da aynı kişi, ama esas kendisi bir
riyakar; demek aslında dayanamadığı riya değil riyakar bir rakip. Otobüste cep
telefonuyla konuşunca uyarılan biri, cep telefonunun elektronik cihazları bozma
özelliği kanıtlanmamıştır, diyebiliyor. “Hata olağandır, ama tutkusuz olmak
affedilemez.” diyor dahi müzisyen; sağır olduğunu bilirseniz, aslında ne demek
istediğini anlıyorsunuz…
“Yadsıma,
bastırma, akla uydurma, entelektüalize etme, yön değiştirme... günlük
yaşamımızda sıkça devreye giren mekanizmalardır. Geçici bir süre için bize
kendimizi iyi hissettiren bu mekanizmalar, yaşamımızı yürütme biçimi haline
geldiğinde gerçeklerden ve kendimize tanıdık olmaktan uzaklaşmaya başlarız.” (Geçtan)
Ya
haksız olan bir çoğunluksa... Engin Geçtan, Alfred Adler’in “Doktorla hastası
bir yorum konusunda görüş birliği içindelerse, yorumun yanlış olması pek önemli
değildir.” sözünü aktarıp şöyle soruyor: “İki insanın aynı zaman-uzay
koordinatlarında buluşmasının pek çok şeyden daha önemli olduğunu anlatmak mı
istemişti acaba?” İki insan, sonra üç, on, bin, on bin... Toplumlar da böyle
hastalanmıyor mu? Ve çoğunluk olmalarının verdiği güvenle, hasta olduklarının
farkına bile varmıyorlar. İnsanların gerçeğe yabancılıkta tanıdık çıkmaları,
doğruya uzaklıkta buluşup yakınlaşmaları o insanlara ne dereceye kadar yararlı
olabilir? Ortak noktaları zaafları olan insanların birbirlerini hoş görmeleri
hataları çoğaltmaktan, zaafları maskelemekten başka ne işe yarayabilir? İki
insan bir konuda anlaşmışsa, bu anlaşma ancak yaşam onu onayladığında bir değer
ifade etmez mi?
Ne
kadar insan varsa, o kadar düşünce var. Peki her “kendince” düşünce doğru
olabilir mi? Bazı düşünceler mantıksız, yanlış, sahte değil mi... Bunu
anlayabileceğimiz bir kıstas arıyoruz.
Kendini
ne olursa olsun haklı çıkarmaya çalışan insanın duygularını kullanarak aklını
yönetmeye kalkan ve dolayısıyla duyguyla aklın sağlıklı dengelerinin
oluşturduğu bilincini yanlış kullandığını fark edemeyen insan olduğunu
düşünüyorum.
Duygu aklı yok sanır, çünkü onu göremez, kendi dışında
pek bir şey göremez duygu, kendini de dışarıdan göremez. Karşıdakini dinlemez,
dinler gözükür duygu, aslında karşıdakinin kendi içinde yarattığı duyguları
dinliyordur, anlatılana anlatan açısından değil de kendi açısından bakar,
başkasının ruhuna giremez duygu, kendi deneyimlerini bilir sadece, yaratamaz
kendi dışında, uzağında, kendine yabancı bir gerçeklik, ruhunda olup da o
zamana kadar ortaya çıkmamış bir şeyi aklın yardımı olmadan çıkaramaz,
çıkarabilse kendi de değişim gösterir zaten, akıllı bir duygu olur.
Duygusal olduklarını, duygulara önem verdiklerini
söyleyen dolu insanın aslında önem verdikleri şey sadece kendi duygularıdır; bu
da duygusallık değil egoistliktir. Duygular karşıdakini umursamamaya götürür,
duygularımız devredeyken bize karşı bir görüşü asla haklı bulmayız, duygular
herkesin kendini haklı bulması içindir. Akıl kendini eleştirebilir, düşüncesini
değiştirebilir, duygu değişimi döneklik olarak yargılar.
Akıl
duyguyu yok sanmaz -çünkü görür- ama yok sayabilir, bu onu göremediğinden
değil, gördüğü halde önemsemediğindendir. Akıl bilir, bilmezden gelebilir,
duygu hiç bilmez, çünkü bilemez (bilmesi de gerekmez zaten, bilince katkısı
bilmekle değil hissetmekle ilgilidir. Akıl gördüğünü, bildiğini hissedemez,
işte orada duyguya ihtiyaç duyar.) Aklın duyguyu yok saymasının, önemsemiyor
gözükmesinin nedeni kötü duygusal deneyimler yaşamış olmasıdır, duygudandır
aklın hatası. Akıl kötü duygusal deneyimler yaşayıp da önyargılara kapılmamışsa
duyguları önemser, görmezden ve bilmezden gelmez, yok saymaz.
Duygu hatasını ancak yaptıktan sonra anlayabilir,
anlarsa. Ama akıl çok daha önceden işe karışır, karşıdakini incitmeni, hata
yapmanı engellemeyi sağlar. Kandırdığı kadar kolay kanabilir de duygu. Akıl
kolay kolay kanmaz.
Akıl gerçeği gösterir, duygu ise görmek istediğimizi.
İsteklerimizle gerçeği değiştirmeye kalkabiliriz, duygularımız aklımızı
etkilemeye çalışabilir.
İnsan,
zaafları, güçsüzlükleri, çıkarlarına saplantılı bağlılığı nedeniyle aşırı
duygusal olmaya daha yakın, aklını da kullanarak bilince ulaşmaktan. İnsan,
mantığını kolayca bir kenara bırakabiliyor. Örneğin hava bizi üşütüyorsa soğuk,
üşütmüyorsa sıcak olabiliyor. İnsan duyguları adaletli değil, eşitlikçi değil,
kayırıyor. İnsan, taraf tutan canlı. Kendinin, sevdiğinin tarafını tutuyor.
Bize iyi davranan insan ahlaklı, kötü davranan ahlaksız olabiliyor. Duygular
âşık olmamızı sağlıyor ama biten bir aşkta ısrar etmemizi de. Sevmemizi
sağlıyor ama nefret etmemizi de. Sevilmeyecek insanı sevmemizi, kötü olmayan
birinden nefret etmemizi. Duygular yaşamımızı daha da derinlikli yaşatıyor,
ölüm korkumuzu da derinleştirerek. Ölmüş bir sevdiğimizi asla unutmamamızı
söylüyor duygu. Hiç bitmese diyor duygu, bu mutluluk, bu aşk, bu hayat...
hayatı karşısına aldığının farkına varmadan ya da aldırmadan. Duygunun
hayalleri ütopik.
Bu anlamda “sezgilerim gelişmiş” diyen bir dolu insanın
sezgilerinin aslında, kullanmayı unuttukları, savsakladıkları, bu nedenle
geliştiremedikleri, yetersiz kalmış akıl yürütmelerinden, düşünme
yeteneklerinden daha fazla gelişmiş olduklarını görüyorum. Sezgilerinin
bilinçsizce geliştiğini görüyorum.
Bu
satırlardan duyguyu yadsıdığım sonucunu çıkartanlar olabilir. Varlığı, bilinci
akla, mantığa indirgediğim de düşünülebilir. Oysa ben bilince aklın, mantığın
önemi açısından yaklaşmaya çalışıyorum, mantığımızı kullanmama
“alışkanlığımızı” eleştiriyorum, yoksa aklı tek ve saltık olarak görüyor
değilim. Akıl ve duygunun aralarında bir seçim yapmamız ya da birini öbüründen
üste koymamız gerekliliğini de savunmuyorum, duyguları aşağılıyor da değilim.
Kötülediğim duygular değil kapristir. Duygularla yetinen insanın kaçırdıklarıdır;
göremedikleri, düşünemedikleri hatta hissedemedikleridir. Duygusuz mantığın
kuru ve çok tehlikeli olabileceğini biliyorum. (Duygulara yenilerek ya da
duygular terk edilerek katil olunur. Aklını kullanmayarak kurban. Ne katil ne
kurban olmayı seçmemiz gerekiyor.)
İstediğim,
anlatmaya çalışacağım dengedir, uyumdur. Peki aralarındaki denge nasıl
kurulabilir? Biri zeki diğeri duygusal iki insanın arasındaki denge nasıl
kurulabilirse öyle. Bu iki insan birbirlerine eşit (denk) olamayacaklarına göre
beraber iş görmeleri için gerekli şey bunların kardeş olmalarıdır. Ama denge,
dengeye dışarıdan bakabilen mantığın yönetiminde olmalıdır. Çünkü mantık,
akıllı abidir; duygu, hisli kardeş. Duygu öznelliğimizi temsil eder, ama akıl
sırf nesnellik değildir. Öznel bakışı nesnel olanla birleştirme görevi
olduğundan kapsayıcıdır akıl, o yüzden yönetim onundur.
Fazlasıyla
duygusal insana aklını hatırlatırken yaptığım, duyguları hasır altı etmek
değil, tam tersi, duyguları tam ve doğru olarak yaşayabilmek için bir yol, öneri.
Çevremiz duygusal ama duygularını yaşayamayan insanlarla dolu, bu da onları
aşırı duygusallaştırıp kırılganlaştırıyor. Aşırı duygusallığı nedeniyle mantığı
çarpılmış bir insan da duygularını yaşamaktan giderek daha fazla uzaklaşıyor.
Evet, duyguları yaşamak için akıl gereklidir, çünkü duygular ancak doğru
duygulanımlarla tam olarak yaşanabilir, tatmin edilir. Doğru duygulanım ne
demektir?
Karısı
yanında ağlayan bir adam, psikologun “Karınız şu an ne hissediyor?” sorusunu
şöyle yanıtlıyor: “Yanlış hissediyor.” Psikolog da bu durumu şöyle yorumluyor:
“Yanlış his diye bir şey yoktur, hissediyorsak doğrudur.”
Koca,
“Tanrı ile sohbet”i okumuş olsa (Yazarı: Neale Donald Walsh) oradan şunu
alıntılayıp psikoloğu şaşırtabilirdi: “Bazı duygular gerçek duygulardır. Yani
ruhun doğurduklarıdır. Bazı duygular ise sahte duygulardır. Bunlar zihnimiz
tarafından yaratılmıştır. Bir başka deyişle sahte duygular duygu değildir.
Düşüncelerdir. Duygu maskesine bürünmüş düşünceler.”
Başka deyişle kurgu duygulardır...
Yani
kadın “gerçekten” de ağlıyordur, ama bu ağlama yanlış olabilir (bazı çocuk
ağlamaları gibi)... “Ağlıyor işte kardeşim!” demek anlamsız ve yararsızdır, bu
insana “yanlış” davranmaya, onun iyiliği için bir şey yapmamaya götürür bizi...
Aklımızı
kullanmamızdaki en büyük engel sanıldığının aksine bilgisizlik, cahillik değil
bence. Yeterli bilgi sahibi de olsa insanın doğruyu yanlıştan ayırt edebilmesi
için bilince ihtiyaç vardır. Ben insanların çoğunu yaşamca yeterli zeka
düzeyinde görme eğilimindeyim. Akılsız diye nitelendirdiğimiz birçok insanın
yeterince akıllı olduğunu görebiliriz. (Ve akıllı sandıklarımız da rahatlıkla
hayal kırıklığına uğratabilirler bizi. Akıl kadar önemli olan, aklının
kapasitesini bilecek bilince sahip olmaktır.) Bence her insan bilmediğini bilebilir.
Ama bilinç yeterince gelişmemişse bilmeyi istemeyecektir. Cahil, bence cahil
kalmakta ısrar eden, gerçekliğe ulaşmak gibi bir derdi olmayan insandır. “Dert”
kelimesi yerinde, çünkü cahil bilgi sahibi olmayı, kendini aşmayı gereksiz, bu
yoldaki en küçük çabayı da yorucu gören insandır. O bilmediğini bilmek istemez,
bilirse de kabul etmek istemez. Cahil bilgisiz değil öncelikle bilinçsiz
insandır. (“Cahil”i genelde eğitimsiz anlamında kullanırız ve eğitimin de
sadece okulda olacağını düşünürüz. En aşağı duygu-akıl dengesindeki insan bile
bilinçli olabilir; bilinç türü insan özelliklerinin (karakter gibi) bir insanda
fazlasıyla bulunması tercih edilebilir (ülkeyi, insanlığı kurtarsın diye) ama
şart değildir. Burada kıstas denge olmalıdır. İnsan üniversite okuyamayabilir
çobandır, entelektüel olamayabilir sorularınıza aklı ermez, oysa yaşamını doğru
yaşar. “Niteliksiz” yaftası bir işe göre aşağı düzeyi saptayabilir ama yaşama
göre niteliksiz olan dengesiz olandır, en üst entelektüellik seviyesinde bile.
“Yaşamın bilgisinden yoksun olan” olarak tanımlarsak cahilliği en akıllı, en
bilgili, en entelektüeller de girer bu cahil tanımlamasının içine. Birçok
başarılı sanatçı, uğraştığı sanata göre nitelikli olabilir, ama yaşama sanatı
söz konusu olduğunda nitelikli değillerdir. Eserleridir nitelikli olan,
yaşamları değil. Sanatçı olarak başarılıdırlar, insan olarak değil.)
Duygularımızı
öne çıkarırız; çünkü bu aklımızı kullanmaktan daha kolaydır. Aklın görevi
olumlu olmaktan çok olumsuzdur (bilgimizin yanlışlarını, çelişkilerini
göstermek. Karl Poper). Duygulanım kolaydır, duygulardan belli bir nedene
dayanmaları beklenmez. Duygu “öyle istediği için” her şeyi yapabileceğini
düşünür. Gerçeğe meydan okur, onu değiştirmeye, kendine uydurmaya çalışır.
Sadece aklın olmadığı bir dünya da değildir aradığı, kendisi dışındaki
duyguların da olmadığı bir dünyadır. Duygunun neden öne sürme zorunluluğundan
muaf olması, sadece yapması, kendi başına bir gerçeklik oluşturduğu yanlış
düşüncesi “duygular doğaldır” diye yüceltilerek açıklanır üstelik. Duygular
özgürdür! Ama başkasının özgürlüğü pahasına edinilen bir özgürlüktür bu.
Duyguya çok uyar bu adaletsizlik.
Duygu,
aklı, mantığı geride bırakmaktan, ona üstünlük taslamaktan, sadece kendi
dünyasının varlığını tanımaktan daha da fazlasını yapar üstelik. Mantık geri
planda kaldığında, duygular tarafından silah olarak da kullanılabilir. Ve biz mantığı suçlarız! Mantıksız
hareketlerden, düşünüşlerden söz etmeye başlarız. Engin Geçtan, Aristo
mantığıyla ilkel insan mantığını örneğinde çok güzel ayırıyor. Aristo mantığı:
Türkiye Cumhurbaşkanı Türk vatandaşı olmalıdır; Süleyman Demirel Türkiye
Cumhurbaşkanıdır; öyleyse Süleyman Demirel Türk vatandaşıdır. İlkel insan
mantığı: Türkiye Cumhurbaşkanı Türk vatandaşı olmalıdır; ben bir Türk vatandaşıyım;
öyleyse ben Türkiye Cumhurbaşkanıyım.
Peki
bu “vatandaş” bu mantığına nasıl varmıştır? Tabii ki varmak “istediğinden”.
Çıkarları, narsistik duyguları onu bu mantığa götürmüştür. Doğruyu
bilmediğinden, doğru mantığa ulaşacak bir aklı olmadığından değil, canının
istediği yere ulaşmak istediğinden, duygularının egemenliğindeki mantığını,
mantığı çarpıtmak için kullandığından. Böylece yanlış bilince varmıştır.
Mantık bir silah olarak kullanıldığında onu kullanan akla
üstünlük sağlayan duygulardır, dedik. Bunun tersi, yani mantığın duyguları
bastırması, yok ya da önemsiz sayması durumunun da ben yine duyguların suçu
olduğunu düşünüyorum. Yani mantıksız hareket yoktur, dengesiz duygulanım sonucu
çarpıtılmış mantıksal hareket vardır. Mantık, alanı daraltılmadığında ve
yönetim kendinde olduğunda duyguları çarpıtmaz.
Aşağılanma
hissini düşünelim. İlginç bir histir. Peki ya aşağılanma hissinin mantığı var
mıdır? Şu: Bir insana onun izni olmadan bir dolu şey yapabilirsiniz, hatta onu
öldürebilirsiniz bile, oysa bir insanı onun izni olmadan aşağılayamazsınız, onu
küçümseyemezsiniz. Bilmiyorum başka hisler için geçerli olabilir mi ama
aşağılanma örneğinde bir hissin mantığını ortaya çıkardığınızda, o (kötü) hisse
engel olabiliyorsunuz. Bu bilinç seviyesine geldiğinizde, yaşamınızda bir daha
hiç aşağılanmış hissetmeyebilirsiniz. (Umarım gerçekten aşağılık, küçültücü bir
hareket yapmamışsınızdır!)
İki
sevgili ayrılmışlardır ve birinin diğerine borcu vardır. Şöyle düşünebilir
borcu olan: “Ayrıldığımıza göre borcu geciktirmeden vermeliyim.” Ya da şöyle:
“Her türlü ilişkimiz bittiğine göre borç ilişkimiz de kalmadı.” Bilmem
hangisinin mantıksız, hangisinin mantıklı olduğunu söylememe gerek var mı? Peki
şöyle bir mantığa ne dersiniz: “Bir süre bekleyip borcumu öyle vereyim. Bu süre
içerisinde ikimiz de ayrılma kararımızı ayrıldıktan sonra da gözden geçirmiş
oluruz.” Mantıklılık duygulardan arınmışlığın adı değildir.
Önemli
olan duyguları akıllıca yaşamaktır. Duygusal anlarımızda mantığa aykırı
kararlar vermemek gerekir. Şöyle birleştirmiştim bu ikisini: “En mantıklı
kararlarımı duygusal anlarımda veririm.”
Duygulardan akla, mantığa gidiyoruz, öznellikten
nesnelliğe, duyguların önemi burada ama sonuçta mantığa gidiyoruz, gitmek
zorundayız, mantığın önemi de burada. Mantıktan tekrar duygulara dönebiliriz,
dönmeliyiz, doğru duygulanım için. Bunu yapabildiğimizde bilincin tam
merkezinde buluyoruz kendimizi.
Kendini tanımak, keşfetmek yeterli
değildir, insanın doğru kendine doğru evrilmeye çalışması gerekir. Yaşam
görüşüne sahip olmak ve yaşamın görüşünün ne olduğunu bulmak arasında fark
vardır. Yaşamın kendi görüşüyle, duruşuyla uyumlu olmayan insan görüşü, duruşu
yararsız olmakla kalmaz, zararlı da olabilir. Diğer bir insanı anlamak için
kendimizi onun yerine koymaya çalışmamız gibi yaşamla empati kurmaya
çalışmak... ki yaşam denen şey hiç de bir başkası, diğeri, bizden ayrı, yabancı
bir dünya değildir...
"Bence" (“kendince”)
gerekli ama yetersizdir. Herkes kendince doğru insanı arar, ama kimse sormaz “Bakalım
ben doğru insan mıyım?” diye. “İnsanca” bile yetersiz kalır yaşam söz konusu
olduğunda. Sonuçta iki insan gerçekten iyi niyetle insanca yaşamaktan söz
edebilir ama kafalarındaki tasarı birbirlerine zıt, hatta “düşmanca” olabilir.
Ulaşılması gereken nokta "Yaşamca"dır... Yaşamın dilidir bu.
Yaşamca (Yaşamın
Tarafını Tutmak)
İnsanlara
bazı ipuçları verirsiniz, doğru tahminlerde bulunursunuz yaşamlarıyla ilgili,
göremediği bir şeyi söylersiniz, size derler ki: “Bu, benim yaşamımı
karşılamıyor.” Yaşamını merkeze koyar, zaten kendisinin de memnun olmadığı
yaşamını... Halbuki algısını açsa şunu diyecektir: “Benim yaşamım bunu
karşılamıyor.” Ve değiştirmeye çalışacaktır yaşamını.
Doğru,
bilinçli bir insan olabilmek, duygularla mantığın dengesini bulmak, ne olursa
olsun kendimizi haklı çıkarmakla değil, doğal olarak yaşamı haklı çıkarmakla
olanaklı olabilir. Yani kıstasımız yaşamın kendisi olmalı. Yaşamın tarafını
tutmalıyız. Hem de gerekirse kendimize karşı.
Yaşamın
tarafını nasıl tutacağımızın anlatılması zor. İki filmden aklımda kalan iki
hikayeyle belki biraz açıklanabilir:
Kaan ile Mehmet iki iyi
arkadaştırlar. Mehmet diğer yakın arkadaşı Jale’yi Kaan ile tanıştırır, sevgili
olmalarını sağlar. Bu süre içerisinde Mehmet de bazı ilişkiler yaşar, âşık
olduğu bir kadın tarafından terk edilir. Terk edilme olayını hazmetmek ve
aşkını unutmak için Jale ile sık sık dertleşirler. Sonra bir kadınla
nişanlanır.
Dördünün birlikte gittiği bir
hafta sonu tatili sırasında, Mehmet nişanlısını, Jale de Kaan’ı, yürüyüşe
gelmek istemedikleri için evde bırakarak çıkarlar. Planlamadan yakınlaşırlar ve
öpüşürler bir ara. Özür dilerler birbirlerinden. Birkaç hafta sonra bir akşam
Kaan’ın bir iş seyahati sırasında birlikte olurlar. Kaan Jale’yi sabah evden
arayıp bulamayınca Mehmet’i arar, sevgilisinin nerede olduğunu bilip
bilmediğini sorar. “Aslında yanımda” der Mehmet. Jale, sevgilisinin arkadaşının
yatağında çıplak, sevgilisiyle konuşur, şaşkın. Kaan şüphelenmeye o zaman
başlar. Sormaz. İntihar edinceye kadar kimse anlamaz anladığını. Ağlarlar arkasından.
“Artık bir ilişkimiz olamaz” der Jale Mehmet’e “bir ölümün üzerine bir yaşam
kuramam seninle.” Mehmet onu kararından vazgeçiremez.
Yıllar sonra karşılaşırlar. Jale
kocasıyla tanıştırır Mehmet’i, tek çocuklarını verir kucağına. Mehmet yaşamında
kimse olmadığından bahseder. Ayrılırlar.
Kadın bir ölüm üzerine bir yaşam kurmak istemiyor ama
kurmak istemediği bu yaşam kurulmuş bir ölüm değil mi? Ve böylece, sonraki
evliliği de bir ölüm üzerine kurulmuş bir yaşam olmuyor mu! Üzerine yaşam
kurmak istemediği ilk ölüm bir intihar, nedeni olarak kendisini (ve Mehmet’i)
gördüğü bir intihar; üzerine yaşam kurmaktan çekinmediği ikinci ölüm ise –fark
etmediği- kendi cinayeti, karnındaki çocuğu düşüren bir anne gibi. Yaşamın
tarafını tutmak, intihara rağmen sevdiği adamla ilişkiye başlamak ve bunu böyle
savunmak olmaz mıydı? Evet, savunmak! Çünkü böyle bir ilişkiye başlayana
vicdansız denir, duygusuz denir...
İkinci
hikaye: Kadın bir patlamada öldüğü düşünüldüğü için umut kesilen ama içgüdüleri
sayesinden yaşadığını hissettiği savaş muhabiri kocasını savaşa gizlice gidip
kurtarır. Filmin sonunu ben şöyle yazdım: Adam kendini kurtaran karısını ilk
şoku atlattıktan sonra boşar.
-
Karını nasıl boşarsın? Seni kurtarmak için yaşamını tehlikeye attı o.
-
Evet. İki küçük çocuğumun annesinin yaşamını tehlikeye attı.
Kadının
çocuklarından çok babalarını sevdiğini söyleyebiliriz. Kadın kocasını
kurtarmaya gitmeseydi, kocasının kaybının bunalımından kurtulup çocuklara
annelik edebilecek miydi? (Bunu başarmalı değil miydi?) Çocuklarını yüz üstü
bırakıp gidemeyeceğine karar verseydi bir zaman sonra bu zorunlu kararından
dolayı çocuklarını suçlamayacak mıydı? (Suçlamamayı başarmak durumunda değil
miydi?) Annenin gittiği durumda, o çocuklar bir süre sonra kendilerini
bıraktığı için anneye kızgınlık büyütebilirler miydi? (Ve bunda haklı olmazlar
mıydı?)
Burada
annenin çocuklarını bırakma kararı filmin sonunu kendimce bitirişimden de
anlaşılacağı gibi mantığı dışlamış bir karar gibi geliyor bana.
Yaşamın
iyiyle kötü arasında bir ayrım gözetmediği söylenir örneğin. Bu da yaşam haklı
çıkarılacağına duygular öne çıkarılarak yürütülen bir akıldır. Genelde söylenen
şudur: “İyilerin de başına kötü şeyler geliyor. Demek ki yaşam iyiyle kötü
arasında bir fark görmüyor.” Farkındaysanız burada yaşama değil insanlara
(kendi öznel bakışımıza) inanıyoruz. Yani o başına kötülük gelmiş adamın iyi
bir insan olduğunu baştan karar vermişiz bir kez. Halbuki yaşam bize bir şey
söylüyor: Başına kötülük gelen bir insan sandığımız kadar iyi bir insan
değildir. (Başına gelen şey gerçekten kötü bir şeyse.) Baştan beri dediğim gibi
bu nokta, kendimize karşı bile olsa yaşamın tarafının tutulmasının doruk
noktasıdır. Çünkü kendimiz için de aynı sonuca varabiliriz, varmalıyız: “Başıma
o kadar kötülük geldiğine -istediklerime bir türlü kavuşamadığıma, işim bir
türlü rast gitmediğine, iki yakam bir türlü bir araya gelmediğine- göre demek
ki sandığım kadar iyi (doğru) bir insan değilim. Bir yerlerde bir hata
yapıyorum. En azından yaşamı bir türlü bütüncül kavrayamadığıma göre, demek
doğru düşünmüyorum.”
Denge
Yaşamın
tarafını tutmak, “yaşamca” düşünmek, yaşantılarımızda yaşamın amacını
gerçekleştirmeye çalışmak... Yaşamın amacının, yaşamın kendisinin, yaşamın her
zaman dönüştüğü şeyin denge olduğunu sanıyorum (ölüm de bir denge hali değil
mi). Oysa yaşamda insanca dengesizlikler o kadar çok ki. Örneğin aşk,
dengesizliğimizin en yoğun ortaya döküldüğü hal yaşamda, iki ayrı uçta
yaşanıyor ancak. Ya aptallaşıyorsunuz âşık olduğunuzda ya da mantık evliliği
yapıyorsunuz. Türk popundan rastladığım bir şarkıda da dengesizlik
savunuluyordu, “Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek.” diyerek. Niye
tapıyorum, niye taşlıyorum... Taparken yanlışsam, taşlarken de benzer yanlışı
yapıyor olmayacak mıyım... Olacağım; böylece şu lafı doğrulayacağım:
“Türkiye’de ya dinozorluk var ya da döneklik.”
Sokrates
haksızlığa uğramanın haksızlığa yol açmaktan daha iyi olduğunu söyler. Oysa bu
ikisinin de dengesini bulmak en iyi yol değil midir? Aklını kullanmayıp kurban
olmakla, duygularına yenilerek katil olmanın dengesi. Tabii denge konusunda
Kaan Arslanoğlu’nun uyarısını dikkate almalı: Arslanoğlu psikolojiye göre bu
dengenin normal insan için olduğundan, yani psikolojinin insanı normalleştirmek
için var olduğundan, bu nedenle de gerici özellikler taşıdığından söz eder.
Gerçekten de “Ben normal insana göre tedavi uygularım” demişti bir psikolog
bana, “peki size bir dâhi gelse ne yaparsınız” diye sormuştum, tabii ki
içimden. Olduğu gibi kabul etmeyecek kadar yakın değildim ona.
Yaşamımda buna benzer bir durum başıma geldi. Birlikte
olduğum bir kadın vardı. İlişkimizi iki döneme ayırıyorum: İlk dönemde bazı
psikolojik sorunları nedeniyle bana tuhaf davranıyor, sözel şiddet uyguluyordu
ama benim uyarımla bunların farkına vardı, büyük bir olgunlukla hatasını kabul
etti, hatta bunları çözmeye yöneldik. İkinci dönem ise şöyle gelişti: Yardım
alacağımız iki psikologa gittik (birine kız arkadaşım yalnız, diğerine
birlikte.) Bu süreçte kız arkadaşım, bireysel psikologu ona iyileştiğini
söylediği için iyileştiğini düşündü (önceleri “ben iyileştiğimi düşünmüyorum,
gelmeye devam etmek istiyorum” demiş... Bir psikologun görevi hastaya
iyileştiğini söylemek, onu buna ikna etmek mi, yoksa “iyileştim” sözcüğünü onun
ağzından duymak mıdır?) Benzer hataları yapmaya devam etmesini bana “ben bu
hataları kafama takmamayı öğrendim” cümlesiyle açıkladı. Sonuçta ben
psikologların tedavisini sorgulamaya başladım. Ben epeyce sonuca vardım, ama
kız arkadaşım kendini haklı çıkartacak kolay sonuçlarda ısrar etti, böyle
olunca ayrılmak zorunda kaldık. Hayatındaki sorun ben olmuştum! (Metnin
başındaki diyalog, birlikte gittiğimiz psikologla yaptığımız bir konuşmadır.)
İnsanın gerçek anlamda iyileşmesi, hatalarını takmamayı öğrenmesi midir, yoksa
onlarla yüzleşip çözmeye çalışması mı? Aslanoğlu’nun psikoloji için dikkatimizi
çektiği gericilik olasılığının yaşamım içinde birebir gerçekleştiğini görmek
çok acı...
Bir
düşünür yaşamın anlamıyla ilgili düşünüyor ve bir tanım geliştiriyor: “Yaşamın
anlamı, bu anlamı sormaya mahkum olmaktır.” Bu tanımda bazı oynamalar yapmak
ihtiyacı hissediyorum, örneğin “mahkum olmaktan hoşnutluk duymaktır” ya da
“hoşnut olmaya mahkum olmaktır.” Çünkü yaşamı tanımladığınız cümlede sadece
olumsuz bir fiil barındırmak, yaşamın olumlu yanlarını görmezden gelmek, yaşamı
karşılayan bir tanım verememek demek.
İnsan düşüncesi kutuplaştırmaya çok yatkın. Çünkü yaşamın
bütününü açıklama ihtiyacında. Ama mutlak olana düşünceyi sınırlarına kadar
götürerek ulaşabileceğini sanıyor. Oysa eğer mutlaksa uçta değil merkezde
olmalı değil midir? Mutlak uçların uyumu, -geometrik olmayan- orta noktası
değil midir? Düşünceyi sınırlarına götürmek sadece o düşüncenin olanaklarını ve
tehlikelerini, zirvelerini ve girdaplarını açığa çıkartır.
Bir düşünceyi öne sürmek, karşıtını geçersiz, güçsüz ve
etkisiz saymayı gerekli kılıyor sanki. “İdeolojin, düşüncen ne?” diye
sorulduğunda sorulmak istenen şu oluyor genelde: “Hangi tarafı tutuyorsun?”
Yani “bizden misin, karşı taraftan mısın?” Bir röportajda metinlerimdeki bazı
noktalara değinilerek “Doğulu mu?” diye sorulmuştu. Bu tanımlamayı kabul etmek
istememiştim açıkçası, çünkü “Doğulu”nun aklıma gelen anlamı beni rahatsız
etmişti: Doğulu, “Batılı olmayan” demek değil miydi?
İki filozofun orta yolunu bulmaya, onları uzlaştırmaya
çalışan bir üçüncüsü dengeyi bulmaya değil yine kendi düşüncesini en uca
götürmeye çalışıyor, böyle yapınca düşünce kesinlik kazanacak sanki, mutlağa
ulaşacak... Bir düşünürün kendi düşüncesini mutlaklaştırmaya çalışmaması ise
karşıt düşünceye ödün vermesi olarak eleştiriliyor, yargılanıyor. Karşıt
savunulurken amacın bir bireşime varmak olduğu unutuluyor da karşıt ya da
muhalif düşünce, yeni iktidar olarak sunuluyor; antitez, yeni tez olarak
savunulmaya başlanıyor. İki tartışan taraf da birbirini köktencilikle suçluyor
ve iki taraf da haklı, yani ikisi de haksız. Bir düşünürden şuna benzer bir
cümle okumuştum: “O dönemde o görüşe karşı güçlü olabilmek için tam karşıtını
savunmak gerekliydi ve biz o kadar güçle savunup kendimizden geçtik ki senteze
ulaşmak gerektiğini unuttuk.” Sentez orada ulaşılmayı beklerken kendi tezlerine
boğuluyor her iki taraf da. Senteze yine ulaşılıyor, yaşam bunu insanlara
sağlıyor, ama insanlar kendilerini yaşamın, çağın gerisinde kalmış
hissediyorlar. Kayıp kuşaklar oluşuyor. Yaşama karşı kazanmak isteyenler hep
kaybediyor ve yaşama kızıyorlar bunun için, “nerede hata yaptık” soruları
bunalımlara, güvensizliklere, köşelerine çekilmelere sürüklüyor insanları.
Örneğin 2002 yılında bir gazetede şöyle diyor bir yazar: “İşçi sınıfının
tarihin öznesi olduğu düşüncesini artık eski gücüyle savunmak neredeyse
olanaksızdır.” İnsanın sorası geliyor: Peki bunu anlamak çok mu zordu! Belli
bir sınıf tarihin bir döneminde tarihsel bir rol üstlenebilir, ama tarihin
öznesi olmak! Herhangi bir sınıfın tarihin öznesi olamayacağını, bunu
savunmanın da ırkçılığa, faşizme prim vermek anlamına geldiğini görmek çok mu
zordu! Sadece tümele, bütüne bakarak tekilleri gözden kaçırma tehlikesinden de
fazladır, tekile, tümel yokmuş gibi bakmak, çünkü bu, tekile de bakmamaktır. Yaşantılara
yaşamdan bağımsızlarmış gibi bakmak yaşantılara da bakmamak demektir...
Düşünceyi kutuplaştırma, sınırlarına götürme tehlikesinin
tam karşıtı bir tehlike daha var: Bir hikayede şöyle diyor kahraman:
"İnsanı merkeze koyunca, ‘üstün insanın her şeye hakkı vardır’a kadar
gidiliyor sanıyorum". Sanki insanı merkeze koymak “üstün insanın her şeye
hakkı vardır”a kadar mutlaka gidermiş, bu zorunluymuş gibi! Farkındaysanız
sanki biz düşünceyi bir yere götürmüyoruz da düşünce bizi bir yere götürüyor. Daha
doğrusu düşünceyi duygularımız bir yere götürüyor. Oysa düşüncelerimizle
duyguyu bir yere götürmeliyiz. Evet, irademiz dışında gelişen şeyler var
yaşamımızda, ama tüm bunlar duygusal dünyamızda!
“Üstün insanın her şeye hakkı vardır” düşüncesine gitme
olasılığı var diye insanı merkeze koyma düşüncesinden vazgeçiş de bir
kutuplaştırma değil mi, bizi hiçleştirme tehlikesiyle karşı karşıya getirmiyor
mu? Ya da örneğin, toplumu yadsımaya kadar gider diye bireyi önemseyen bir
düşünce geliştirmeye çalışmamak, ya da tersi, bireyin yadsınmasına kadar gider
diye toplumun önemine hiç değinmemek! Giderek her düşüncenin en aşırısına
mutlaka gideceğini düşünerek, hiç düşünmemek! (Aslında amaç karşıdakini
düşündürtmemek.) Örneğin kutuplaştırma saplantısı olan (duygularının etkisindeki)
bir akıl benim için şöyle söyleyebilir hiç çekinmeden: Düşüncenin tek ve saltık
olduğunu savlıyorumdur ben, maddeyi yadsıyorumdur, geçersiz, yok sayıyorumdur,
ve varlığı düşünceye indirgiyorumdur!.. Oysa ben düşünceyi, bilince ulaşmada
duyguların gerisinde kaldığı, hakkı yendiği için “savunuyorum”.
Nermi
Uygur bir yazısında Almanya’da “diyalektik” konulu bir dost tartışmasından söz
eder. Herkesin diyalektik’i bir şekilde tanımlamaya çalıştığını söyledikten
sonra ortaya atılan tanımlardan birini aktarır: “Diyalektik-olan, bir savın öne
sürülmesinden sonra bu savın bir karşı-savla karşı-karşıya konması, üçüncü bir
adım olarak da sav ile karşı-savın bir bütünde birleşmesinden başka bir şey
değildir.” Sıra kendine geldiğinde Nermi Uygur, Nasrettin Hoca’dan söz etmeye
başladığını anlatır. Hoca’nın karşısına saç saça baş başa gelen iki adamın her
ikisinin de aralarındaki anlaşmazlığı kendilerine göre anlatmasından sonra her
ikisine de “Haklısın” demesi, karısının “İkisi de haklı olur mu Hoca?” sözü üzerine
de “Kuşkusuz, sen de haklısın karıcığım!” demesini anlatırken bulmuştur
kendini.
Hoca’nın
mantığı, diyalektik mantıkla ilgisizliği, neler diyorum, ona tamamen karşı
olması bir yana, başta sözünü ettiğim hakem olmaktan kaçınmak, tarafsız kalmak,
ama çözüme ulaşamayacağını düşündüğünden değil hiçbir şeye bulaşmak
istemediğinden tarafsız kalmak durumunu anlatmıyor mu daha çok.
Hoca’nın felsefesinin “ya o ya da bu” diye
nitelendirilebilecek Aristo mantığına karşı yeni keşfedilen ve “hem o hem de
bu” diye açıklanan kuantum felsefesi’ni
örneklendirdiği söyleniyor. Ama burada bir sorun var! Sanıyorum sadece ifadede
bu sorun. Bence Hoca’nın mantığı “hem o hem de bu” değil olsa olsa “ne o ne de
bu, hatta ne de öbürü mantığı!” Çünkü hocanın iki tarafa da “haklısın” demesi
iki tarafa da “haksızsın” demesinden farklı değil, ama ondan daha tuhaf! (İki
tarafa da “haksızsın” deseydi, en azından iki tarafın haksız da
olabileceklerini düşünmelerini sağlardı.) Çünkü iki taraf da aynı anda haklı
olamaz, ama aynı anda haksız olabilirler, yani aynı anda bir miktar haklı
olabilirler. Yani “Hem o hem de bu” mantığını yanlış doğrultuda kurmamak gerek.
“Hem o adam, hem bu adam haklı” diye değil de “bu adam hem haklı, hem haksız”
diye ve diğeri için de öyle. O zaman ifade şöyle: “Hem o biraz, hem de bu
biraz”, “biraz o, biraz bu”... yani yine diyalektik, asıl şimdi diyalektik...
Hoca böyle bir sonuca varsaydı, o zaman tek haklı kendisi olurdu. Karısı da
şöyle derdi sanıyorum: “Kuşkusuz, sen haklısın Hoca.”
Çünkü “ya o, ya da bu” bir kutuplaştırma olduğu gibi “hem
o, hem de bu” da kutuplaştırma, bir öncekinin zıt kutbu. Hem siyah hem beyaz
değil, çünkü o rengin adı, gri. (Kuantum mantığı için yapılan “puslu mantık”
tanımlaması daha yerinde yani. Daha doğrusu belki: Melez mantık.)
(“Bardağın
yarısı dolu mu, yoksa yarısı boş mu?” diye sorulduğunda “hem o, hem de bu”
denebilmesi bir aldatmaca barındırıyor, sorunun “yarısı” diye sorulması
aldatmacası. Çünkü bir bardak “hem yarısı dolu, hem yarısı boş” olabilir, ama
“hem dolu, hem boş” olamaz.)
Baba,
oğul ve eşekleri seyahatten evlerine dönüyorlardır. Baba eşeğin üzerindedir.
Karşıdan gelen adam babaya çıkışır: “Ne biçim babasın sen. Oğlunu, soyunu, en
değerli varlığını, gencecik çocuğu yürütüyorsun, sen kurulmuşun eşeğin üzerine.
Babaysan sorumluluklarını yerine getir.” Böylece baba iner eşekten, oğul biner.
Yolda karşılaştıkları başka bir adamın yorumu ise şöyledir: “Bu kadar saygısız
oğul görmedim. Yaşlı babası yürüyor o eşeğin üzerinde salana sallana gidiyor.”
Bu kez baba da oğlun arkasına biner. Üçüncü bir adamla karşılaşırlar: “Yazık
değil mi eşeğe. Hem o kadar kullan zavallı hayvanı hem de hiç acımadan iki kişi
bin üzerine. Kim eşek anlayamadım.” Baba oğul eşekten inerler. Başka bir adam:
“Ya bunlar kadar enayisini de görmedim. Eşek varken taban tepiyorlar.” Baba
oğul birbirlerine bakarlar. Baba der ki “Oğul, bunlardan önce biz kendi
kararımızı verelim.”
Gerçekten
de adamlardan hiçbiri salt haklı değildir, gerçeğin yalnızca bir yönünü dile
getirirler (çoğu filozof gibi).
Gerçekten de düşünce, tarihi boyunca bir o düşünür bir bu
filozof tarafından oraya buraya, bir o aşırı uca bir bu aşırı uca
çekiştiriliyor. Her düşüncenin insansal uğraşla birlikte yaşamın kendi
yatağının dışında, yaşamın ritminden bağımsız değişemeyeceği, dönüşemeyeceği unutuluyor.
Herkes yaşamın haklılığını savunmak değil kendi
haklılığını kanıtlamak için düşünüyor, yazıyor, yaşıyor. Halbuki ancak yaşamla
zıtlaşmamış bir düşünce, yaşantı doğru olabilir. (Karşıtını dışlayan tek
düşünce haklı olabilir ancak: Karşıtını dışlayan her düşünceyi dışlayan
düşünce.) Bir filozof, düşünür, isterse herhangi bir insan, kendi haklılığına
ancak yaşamın haklılığını kanıtladığında ulaşabilir. Kendine göre değil yaşama
göre, kendince değil yaşamca haklı olunabilir. Tek ölçüt yaşamın kendisidir.
Yaşamın Haklılığını
Kanıtlamak
Felsefenin
amacı olmalı bu, yaşamın haklılığını kanıtlamak. Peki yaşama tümel bakabilir
miyiz? Yaşam buna olanak tanır mı? Bildiğim şu; tümel, tümel olabilmek için
tekillerin bütününden en azından bir fazlası etmeli; tümel, en azından bir
açıdan tekillerden farklı olmalı: Tümel olma farklılığı. Yoksa tekillerden
farkı kalmazdı. O en az bir fark dediğim şey ne? Ona varabilir miyiz? Onu
anlayabilir miyiz? Bunun için öncelikle yaşantılara, hem de huzursuz, başarısı
şüpheli, daha kendinin bilincinde olmayan yaşantılara bakarak Yaşamı açıklamaya
çalışmamalı. Yaşam insan tasarımı bir şey değil. Yaşam kendi başına bir şeydir.
Kendi başına bir şeyi nasıl anlarız? Anlamaya yaklaşırız?
Yaşama
dışarıdan bakmanın olanaksızlığını savunan Nermi Uygur’a kulak verelim. Nermi
Uygur, felsefe ile metafiziğin farklılıklarını dile getirirken değiniyor bu
konuya. “Her metafizik sav metafizikçilere özgü büyük programı yerine getirmiş,
evrenin bilmecesini çözmüş, evrende bilinmedik hiçbir şey bırakmamıştır.”
Bilimlerin (ve felsefenin) buna özenmeyeceğini söyledikten sonra şunu soruyor:
“Metafizik bunu başarabilir mi?”
“Gerçek sayıdır.” “İlk madde sudur.”
türü ifadelerin metafizik olduklarını söylüyor, buna karşılık “Evren
güzeldir”in dize; “Evren sevgidir”in inanış, din; “Evren 4 boyutludur”un
varsayım, fizik olduğunu. Bu ikinciler için şöyle diyor: “Bunlar tümel,
genelgeçer bir bilgi olma savıyla ortaya çıkmazlar. Bunları metafizik
önermelerle bir tutmak için bağlamlarından, bu bağlamlara özgü amaçlarından
zorla koparmak böylece asıl dilediklerini bozmayı göze almak gerekir.”
Peki “Evren güzel ile çirkinin (ya da
sevgiyle nefretin, diğer karşıtlıkların) biraradalığıdır, etkileşimdir,
dengesidir, uyumsuzlukları içindeki uyumudur...” metafizik mi? Metafizik olup
olmamasına çok aldırmıyorum da, bence önemli olan bu söylediğimin ne olduğu?
Evrenin tümü üzerine bir bilgi mi, değil mi? Tümel mi, değil mi? Doğru mu,
yanlış mı? Karşıtı var mı, yok mu?
Nermi
Uygur bilgilerin doğruluklarının denetlenerek çıkarabileceğini söylüyor.
“Denetlemelerin doğrulayacağı biçimde metafizik yapmak gerekir.” diyor. “Ama
metafizik yanıtlar denetlenemez.” diye de ekliyor.
“Metafizik yanıtlar denetlenemez.” savı
denetlenebilir mi? Çünkü denetlenemezse bilgi ya da felsefe olamaz, yine
metafiziktir. Metafizik olduğuna göre de metafizik yanıtların denetlenemezliği
konusunda doğru bir bilgi vermez.
Benzer
soruyu A. J. Ayer’in felsefeden metafiziksel ifadelerin elenmesi gerektiğine
değinirken söylediği şu cümle için de sorabiliriz: “Duyu deneyimlerinin
sınırlarını aşan bir “gerçekliğe” gönderme yapan hiçbir tümce gerçek bir anlama
sahip olamaz...” Bu yargı duyu deneyimlerinin sınırlarını aşmıyor mu? Bu
metafizik karşıtı görüşler yine bir metafiziğe bel bağlıyor değiller mi?
“Bilgi
için sınır çizmenin kendisi paradoksal bir eylemdir. Sınırın bu tarafından
olduğu kadar öteki tarafından da bir şeyler bilmeyi gerektirir ki bu da
bilinmeyen hakkında bazı bilgilere sahip olabilmek gibi paradoksal bir duruma
yol açar. Sınır çizme eylemin kendisi zaten açık bir sınır ihlalidir.” (Robain
La Poidevin / İnanmama hakkı.)
Nermi
Uygur’dan devam edelim: “Metafizik gözlemciliği hiçe saymaktır. Çünkü evreni
tümüyle veren bir gözlem yoktur. (Gene de metafizik böyle bir gözlemin
varlığını öne sürmekten yılmaz.)” “Her şeyi söyleyen bir tümce doğru bir şey
söyleyemez, söylediğini doğrulamamız olanaklı değildir.”
Bilimin
belki ama bilginin kaynağı sadece gözlem mi? Her şeyi gözlemle mi anlarız?
“Sözgelişi
karamsarlık, pesimizm, evrenin özüyle kötü bir yaratılışı olduğunu öne sürer.
Bu metafizik sava göre her şey kötüdür ve bu öz değiştirilemez. Girişkenlikler
boşunadır. Daha iyici ise evrenin gidişinin kendine bağlı olduğunu düşünür, her
şeyden kendi sorumludur.”
Ben kendimi bir iyimser (iyici)
sanırdım örneğin, oysa her şeyin bana (insana) bağlı olduğunu asla düşünmem,
benim dışımda gelişen şeyler de vardır. Benim tarzım bir iyimser, yani kötünün
ve kötümserliğin olmadığını düşünmeyen, bunlara rağmen yaşamın
yaşanabilirliğini savunan bir iyimser, iyimserliğin kötümserliği de içine
aldığını, kapsadığını düşünür. (“Yaşam iyimserdir.” Hesse) Görebildiğim
kadarıyla kötümserin karakteristik özelliği ise iyimserliği dışlamasıdır,
iyilik vardır ama hakim değildir, bu da yaşamı kötü, yaşanamaz, iyi yaşanamaz
yapar diye düşünür (halbuki iyi yaşamak şart değildir, insanlar tamamen
duygusal nedenlerle bu şartmış gibi düşünürler! Hastalıklı bir yaşam da
yaşamdır.) Karamsarlık evrenin özüyle kötü olduğunu söylüyor, Nermi Uygur’un
deyişiyle metafiziktir, bilgi değildir. Peki benim anladığım anlamdaki
iyimserlik de mi bilgi değildir? Yani iyiyle kötünün biraradalığı, etkileşimi,
bunun yaşamın anlamı olduğu?
“Her şeyi bilmek istemez felsefe. Konusuna hep yeni yeni
açılardan sokulmayı dener. Bu bakımdan felsefeye özgü çalışma biçimi bütüncü
değil parçacıdır. Bölük pörçüklük her bilme kolu gibi felsefenin de güçlü
özelliğidir. Bölük pörçüklüğünde, açık kalmakla gelişir. Metafizik kapalıdır.
Katıdır. Metafiziğin tersine sonradan düzeltmeler kadar felsefeyi tutarlı kılan
bir işlem düşünülemez. Felsefe yetkinliğe özenmez. İzmlere özgü bir tek
yanlılık felsefede barınamaz. Her metafizikçi eninde sonunda bir izm’in
adamıdır. Felsefe açık olduğu için yetkin olmaz, bunun için de çok yanlıdır;
yetkin olmadığı için hem açık hem çok yanlıdır; çok yanlı olduğu için de ne
yetkindir ne de kapalıdır.”
Yukarıdaki tanımlamalar bölük pörçük, düzeltilmesi
gerekli, yetkin değil, ucu açık, belirsizliğe varırcasına çok yanlı... Kötü
şeyler söylüyorum gibi gelmesin, yukarıdaki tanımlamaların felsefe olduğunu
söylüyorum, Nermi Uygur’a göre.
Felsefe
her şeyi bilmek istemeyebilir ama insan bilmek istemez mi? Bütüncü olmadan,
parçacı kalarak yaşamak yeter mi insana?* “Bölük pörçük bir kuruluşu yoksa onun
felsefe olmadığını söyleyebiliriz.” “Bölük pörçük” sıfatını ben mi yanlış
anladım da olumsuz bir anlam yükledim bugüne kadar, çünkü o felsefenin güçlü
bir özelliğiymiş! İyimserlik ya da kötümserlik ya da herhangi bir izm kapalı-katı, sonradan düzeltilemez yani
yetkin, tek yanlı olduğundan metafizikse, iyimserliğin ve kötümserliğin
iyimserliğin yönetiminde ve kapsayıcılığında biraradalığı, duygunun ve
mantığın, mantığın kapsayıcılığında biraradalığı, ve diğer biraradalıklar, bu
denge düşüncesi, karşıtların birliği düşüncesi nedir? Kapalı gözüküyor ama bu
kapsayıcılığından dolayı. Dışarıyla etkileşimi yok; çünkü dışarıda bıraktığı
bir şey yok. Katı da değil, karşıtlar arasında sürekli bir etkileşim içinde,
devamlı salınan bir sarkaç ne kadar katıysa o kadar katı. Sonradan
düzeltilemez, çünkü düzeltilmesine gerek yok, ama bileşenleri sonsuz sayıda
kaos ve düzen dönüşümüyle, gelgitlerle, doğum ölüm doğum süreçleriyle devam
eden yaşam gibi dengeden uzaklaşıp yine dengeye dönüyor, dönüşüyor. Yetkin mi?
İfadenin yetkinliği sorgulanabilir belki ama ifade etmeye çalıştığı şey,
örnekler değil belki ama gösterdikleri yer, yetkindir. Tek yanlı mı? Evet, bir
düzene bağlı olmasıyla tek yanlı, belirli, ama içinde bir karmaşayı
barındırması açısından da çok yanlı aynı zamanda, belli bir düzene bağlı bir
karmaşa. Madalyonun iki yüzü olması gibi: Bir madalyon iki yüzlü, belirsizdir;
ama bir madalyon aynı zamanda tek yanlı, belirlidir, çünkü bir madalyonun her
zaman iki yüzü vardır. Yaşamın içindeki her şey birbirinden farklıdır,
birbirlerinden farklı olmaları anlamında birbirlerine benzerler. Hepsi yaşama
benzer.
Descartes
“aklın güvenilirliğini önceden varsaymak zorundayım” diyor. Duyguları akla
emanet etmeyi savunuyorum da aklı neye emanet edeceğiz? Akıl kendi kendinin
güvencesi olabilir mi? Düşünce tarihinde şeyleri önce Tanrıyla açıklayan
teolojik boyuttan, soyut kavramlarla açıklamaya çalışan metafizik boyuta ve en
sonra da deneyimle ve gözlemle açıklayan bilimsel boyuta gelindiği bugünkü
durumda deneyim ve gözlem de her şeyi açıklayamıyor. Zaten gelinen son aşama
her zaman diğerlerini dışlamak durumunda mı? Yani bilim neden teolojiyi ve
metafiziği dışlamak zorunda olsun... İnsan aklının yetersiz kaldığı üst düzey
bilimsel ve felsefi durumlarda, doğru duygulanımla oluşturulan doğru mantığın
yine duygulara yönelmesi gerekir, böylece artık burada sağlam duyulardan, güçlü
sezgilerden söz edilebilir. (Mantıkla bulunan bir yol olarak, yoksa canımız
öyle istedi diye değil...)
Yaşamın Mantığı
Yaşamın
içinde duygusallık vardır ama yaşamın kendisi duygusal değildir. Yaşamın
duyguları değil mantığı vardır. Ve bu mantığa ulaşabiliriz bence. Bunun için de
öncelikle kendimizi değil yaşamı haklı çıkartmaya çalışmalıyız. Ancak yaşamı
haklı çıkartmada birleşebilir insan. Yoksa her biri kendi çıkarı, kendi
duyguları, kendi akıl yürütmesi ve ideolojisi peşinden gidecek ve karşıtını
yadsımaya, dışlamaya, yargılamaya, suçlamaya yönelecektir. Oysa kimse haklı
çıkmayı umarak yaşamı yadsıyamaz, dışlayamaz, yargılayamaz, suçlayamaz.
Evrensel bir şey varsa o da yaşamın kendisidir.
“Tanrıya
onun sonsuzluğuna aykırı hiçbir şey yakıştırma.” demiş Epikuros. Yaşama da onun
özelliklerine aykırı bir şey yakıştırmamak gerek.
*
Nermi
Uygur, “Felsefenin konusu doğrudan doğruya evren değil, evreni bilme savı güden
bilgilerdir. Evren nasıldır diye sormaz, evreni bildiğimiz bilgiler nasıldır,
neye göre sağlamlık dereceleri belirlenir, bilgi nedir” diye sorar.
Bu
“Hayat nedir?” sorusunun değil “Hayat üzerine konuşan şu filozof ne demiştir; o
filozof kimdir?” sorusunun daha önemli olduğunu söylemektir. Etrafta bir dolu
hayattan değil filozoftan bahseden metin görürsünüz o zaman. Araç, amaç
olmuştur. Herhangi bir iş kolu için o iş kolunda başarılı olmak, hayatta
başarılı olmak değil o iş kolunda başarılı olmaktır. O iş kolundaki başarı, bir
örnek olarak sizi hayattaki başarıya götürebilir, götürmelidir. Aynı mantıkla
edebiyatı da bir kenara bırakabilirsiniz, ama felsefeyi değil: Felsefede
başarılı olmak felsefede başarılı olmak değildir; doğrudan hayatta başarılı
olmak, ya da en azından başkalarının yararlanacağı “hayatta başarılı olma”
felsefeleri yapmak demektir.
Tabii
“hayatta başarılı olmak” dediğimde ne kadar yanlış anlama çekiliyor. Bilinçli
olmak, adam olmak vs yerine, zengin olmak, iş sahibi olmak, aile ya da çocuk
“sahibi” olmak gibi başarılar anlaşılıyor. Felsefe Nermi Uygur’un dediği gibi
geri çekerse kendini (ya da hatalı ilerlerse) olacağı budur. Felsefe neredeyse
filozofların hayatlarına, aralarındaki atışmalara indirgenirken, “Hayat” denen
şeyle ilgili herkes ileri geri konuşmaya başlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder