6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 3: Satürn'e Haksızlık


SATÜRN’E HAKSIZLIK

 

-İnsanları oldukları gibi kabul etmek gerekir.

-Başkalarına zarar vermedikçe belki, ama ya zarar verdilerse?

-?!. Ben Satürn’e “yörüngen yanlış” diyemem.

-Denmez zaten. Burada konu, Satürn’e “yörüngen yanlış” diyene ne diyeceğin?

-O da öyle düşünüyor derim.

-Peki Satürn’e haksızlık olmuyor mu?

 

Her insanı olduğu gibi kabul etmeli miyiz gerçekten? Örneğin intihar edeni olduğu gibi kabul etmekle, birisini öldüreni ya da uyguladığı baskılarla, şiddetle, kötücül davranışlarıyla birisinin yaşamının kötü bir noktaya varmasına neden olanı olduğu gibi kabul etmek arasında fark yok mu? Hoşgörünün hedefinin, zamanının, miktarının yanlış belirlenmesi, olayları doğru değerlendirmemize olanak tanıyan bir hakemlik durumundan bizi uzaklaştırıp bir tarafsızlık durumuna, hiçbir şeye karışmamaya, bulaşmamaya, giderek hiçbir şey yapmamaya sürüklemez mi? Örneğin “Depresyon belirtileri gösteren bir insanın bu özelliklerini onun tarzı olarak kabul ettiğimizde, yaşadığı depresyonu fark edemeyiz.” diyor Engin Geçtan. “Kendince” haklı olduğunu kabul ettiğimiz bir insanın “gerçekten” haklı olmadığını, hata yaptığını ya da yapmak üzere olduğunu da anlayamayabiliriz. Ne demek peki gerçekten haklı olmak?

10’u 2’ye bölüp sonucu 4 çıkarttığınızı düşünelim. Olur böyle hatalar. Ama siz özeleştiri yapabilen bir insansınız, kendinizden emin olmak istersiniz, sağlamasını yapacaksınız, ne güzel! 4 ile 2’yi çarpıyorsunuz. Kaç çıkardınız? Tabii ki 8 değil! 10 çıkardınız. Çünkü hep aynı açıdan bakıyorsunuz yaşama. En baştan başlamanızı, konuya başka açılardan yaklaşmanızı, örneğin hesabı parmaklarınızla yapmanızı öneririm. Ya matematik bilmediğinizden yanlış yaptınız (umarım böyledir) ya da kendinizi ne olursa olsun haklı çıkartmak için. Ve hatalarınız üzerine hata eklemeye devam ettiniz; daha sonraki işlemleri yanlış yapmaktan da fazlasını yaptınız, “10 bölü 2, eşittir 5” diyeni astınız, kestiniz, en azından yargıladınız... İşlemi doğru yapan da kendinden emin, yanlış yapan da! Doğru yapanın, doğruyu görebildiği için hatayı görme olasılığı epeyce fazla, ama kimin haklı kimin haksız olduğu kararı, hatalının hatasını kabul etme düşük olasılığına bağlı ne yazık ki.

Haklıyla haksızın, “gerçekten” haklı olanın ayırt edilmesindeki en büyük engel, herkesin kendini haklı çıkarmaya çalışması değil mi?

Kimin olduğunu bilmediğim harika bir görüş, benimmiş gibi ama sanki: “Bilge, bilge olduğunu dile getirdiğinde bilgiç (çok bilmiş) damgasını yer. Bilge olmasının tespit ve takdir edilememiş olmasıdır onu bilge olduğunu dile getirmek istemesi; ihtiyaçtır. Onun öyle bilmiş bilmiş konuştuğunu gören gerçek çok bilmişler de gerçekten bildiklerini sanarak bilmiş bilmiş konuşmaya başlarlar. Böylece bilgeliğin tespit ve takdir edilmemesi sahte bilgiçler doğurur ve gerçek bilgenin ayırt edilmesini zorlaştırır.”

“Herkes kendince haklıdır” sözü herkesin gerçekten haklı olduğunu değil de hiç kimsenin kendi haksızlığına ikna edilemeyeceğini, edilmesine de gerek olmadığını anlatıyor sanki. Karşımızdaki tarafından ikna edilmeyi reddediyoruz. Herhalde bilinçsizce de olsa “ikna” sözcüğünün Latince’de “fethetmek” anlamına geldiğini biliyoruz!

Yanlış bir davranışta bulunan çocuğa kendine güvenini yitirmemesi ve ebeveyninin onu sevmediğini düşünmesine engel olmak için şöyle denmesi öğütlenir: “Seni seviyorum ama bu davranışını sevmiyorum. Ve bu hatalı davranış senin olmayabilirdi.” Çocuk böylece kendisiyle davranışını birbirinden ayırmaya başlıyor. Davranışından özgürleşiyor... Böyle yetiştirilmedikleri, üstelik yasaklamalar ya da aşırı özgürlükle büyütüldükleri için ve sarılacakları tek şey hatalı da olsa yine kendi davranışları olduğundan çoğu yetişkin kör bir özgüvene sahip. İnsan kendini koruma adına cehaletini ve bilinçsizliğini haklı çıkarmaya çalışabiliyor. Hatalarını, kötülüklerini, günahlarını bilinçli ya da bilinçsiz örtbas etmeye çalışabiliyor. Örneğin duyarsız ve kaba biri karşısındakileri duyarsız ve kaba olmakla suçluyor, böylece onlara karşı rahatlıkla duyarsız ve kaba olabilecektir. Telaşlı bir insan telaşlı insanlardan rahatsız oluyor, nedenini bilmeden. En yakın arkadaşlarını ağırbaşlı, uyumlu ve itaatkar insanlardan seçiyor biri; böylece hükmetme eğilimini otaya çıkarmadan tatmin edebilecektir. Aşk zekayı bir kenara bırakmaktır diyen kişi, duygusal ilişkilerdeki yetersizliğini ortaya çıkarmış oluyor aslında. “Riyaya dayanamıyorum.” diyor bir başkası, ya da aynı kişi, ama esas kendisi bir riyakar; demek aslında dayanamadığı riya değil riyakar bir rakip. Otobüste cep telefonuyla konuşunca uyarılan biri, cep telefonunun elektronik cihazları bozma özelliği kanıtlanmamıştır, diyebiliyor. “Hata olağandır, ama tutkusuz olmak affedilemez.” diyor dahi müzisyen; sağır olduğunu bilirseniz, aslında ne demek istediğini anlıyorsunuz…

“Yadsıma, bastırma, akla uydurma, entelektüalize etme, yön değiştirme... günlük yaşamımızda sıkça devreye giren mekanizmalardır. Geçici bir süre için bize kendimizi iyi hissettiren bu mekanizmalar, yaşamımızı yürütme biçimi haline geldiğinde gerçeklerden ve kendimize tanıdık olmaktan uzaklaşmaya başlarız.” (Geçtan)

Ya haksız olan bir çoğunluksa... Engin Geçtan, Alfred Adler’in “Doktorla hastası bir yorum konusunda görüş birliği içindelerse, yorumun yanlış olması pek önemli değildir.” sözünü aktarıp şöyle soruyor: “İki insanın aynı zaman-uzay koordinatlarında buluşmasının pek çok şeyden daha önemli olduğunu anlatmak mı istemişti acaba?” İki insan, sonra üç, on, bin, on bin... Toplumlar da böyle hastalanmıyor mu? Ve çoğunluk olmalarının verdiği güvenle, hasta olduklarının farkına bile varmıyorlar. İnsanların gerçeğe yabancılıkta tanıdık çıkmaları, doğruya uzaklıkta buluşup yakınlaşmaları o insanlara ne dereceye kadar yararlı olabilir? Ortak noktaları zaafları olan insanların birbirlerini hoş görmeleri hataları çoğaltmaktan, zaafları maskelemekten başka ne işe yarayabilir? İki insan bir konuda anlaşmışsa, bu anlaşma ancak yaşam onu onayladığında bir değer ifade etmez mi?

Ne kadar insan varsa, o kadar düşünce var. Peki her “kendince” düşünce doğru olabilir mi? Bazı düşünceler mantıksız, yanlış, sahte değil mi... Bunu anlayabileceğimiz bir kıstas arıyoruz.

Kendini ne olursa olsun haklı çıkarmaya çalışan insanın duygularını kullanarak aklını yönetmeye kalkan ve dolayısıyla duyguyla aklın sağlıklı dengelerinin oluşturduğu bilincini yanlış kullandığını fark edemeyen insan olduğunu düşünüyorum.

Duygu aklı yok sanır, çünkü onu göremez, kendi dışında pek bir şey göremez duygu, kendini de dışarıdan göremez. Karşıdakini dinlemez, dinler gözükür duygu, aslında karşıdakinin kendi içinde yarattığı duyguları dinliyordur, anlatılana anlatan açısından değil de kendi açısından bakar, başkasının ruhuna giremez duygu, kendi deneyimlerini bilir sadece, yaratamaz kendi dışında, uzağında, kendine yabancı bir gerçeklik, ruhunda olup da o zamana kadar ortaya çıkmamış bir şeyi aklın yardımı olmadan çıkaramaz, çıkarabilse kendi de değişim gösterir zaten, akıllı bir duygu olur.

Duygusal olduklarını, duygulara önem verdiklerini söyleyen dolu insanın aslında önem verdikleri şey sadece kendi duygularıdır; bu da duygusallık değil egoistliktir. Duygular karşıdakini umursamamaya götürür, duygularımız devredeyken bize karşı bir görüşü asla haklı bulmayız, duygular herkesin kendini haklı bulması içindir. Akıl kendini eleştirebilir, düşüncesini değiştirebilir, duygu değişimi döneklik olarak yargılar.

Akıl duyguyu yok sanmaz -çünkü görür- ama yok sayabilir, bu onu göremediğinden değil, gördüğü halde önemsemediğindendir. Akıl bilir, bilmezden gelebilir, duygu hiç bilmez, çünkü bilemez (bilmesi de gerekmez zaten, bilince katkısı bilmekle değil hissetmekle ilgilidir. Akıl gördüğünü, bildiğini hissedemez, işte orada duyguya ihtiyaç duyar.) Aklın duyguyu yok saymasının, önemsemiyor gözükmesinin nedeni kötü duygusal deneyimler yaşamış olmasıdır, duygudandır aklın hatası. Akıl kötü duygusal deneyimler yaşayıp da önyargılara kapılmamışsa duyguları önemser, görmezden ve bilmezden gelmez, yok saymaz.

Duygu hatasını ancak yaptıktan sonra anlayabilir, anlarsa. Ama akıl çok daha önceden işe karışır, karşıdakini incitmeni, hata yapmanı engellemeyi sağlar. Kandırdığı kadar kolay kanabilir de duygu. Akıl kolay kolay kanmaz.

Akıl gerçeği gösterir, duygu ise görmek istediğimizi. İsteklerimizle gerçeği değiştirmeye kalkabiliriz, duygularımız aklımızı etkilemeye çalışabilir.

İnsan, zaafları, güçsüzlükleri, çıkarlarına saplantılı bağlılığı nedeniyle aşırı duygusal olmaya daha yakın, aklını da kullanarak bilince ulaşmaktan. İnsan, mantığını kolayca bir kenara bırakabiliyor. Örneğin hava bizi üşütüyorsa soğuk, üşütmüyorsa sıcak olabiliyor. İnsan duyguları adaletli değil, eşitlikçi değil, kayırıyor. İnsan, taraf tutan canlı. Kendinin, sevdiğinin tarafını tutuyor. Bize iyi davranan insan ahlaklı, kötü davranan ahlaksız olabiliyor. Duygular âşık olmamızı sağlıyor ama biten bir aşkta ısrar etmemizi de. Sevmemizi sağlıyor ama nefret etmemizi de. Sevilmeyecek insanı sevmemizi, kötü olmayan birinden nefret etmemizi. Duygular yaşamımızı daha da derinlikli yaşatıyor, ölüm korkumuzu da derinleştirerek. Ölmüş bir sevdiğimizi asla unutmamamızı söylüyor duygu. Hiç bitmese diyor duygu, bu mutluluk, bu aşk, bu hayat... hayatı karşısına aldığının farkına varmadan ya da aldırmadan. Duygunun hayalleri ütopik.

Bu anlamda “sezgilerim gelişmiş” diyen bir dolu insanın sezgilerinin aslında, kullanmayı unuttukları, savsakladıkları, bu nedenle geliştiremedikleri, yetersiz kalmış akıl yürütmelerinden, düşünme yeteneklerinden daha fazla gelişmiş olduklarını görüyorum. Sezgilerinin bilinçsizce geliştiğini görüyorum.

Bu satırlardan duyguyu yadsıdığım sonucunu çıkartanlar olabilir. Varlığı, bilinci akla, mantığa indirgediğim de düşünülebilir. Oysa ben bilince aklın, mantığın önemi açısından yaklaşmaya çalışıyorum, mantığımızı kullanmama “alışkanlığımızı” eleştiriyorum, yoksa aklı tek ve saltık olarak görüyor değilim. Akıl ve duygunun aralarında bir seçim yapmamız ya da birini öbüründen üste koymamız gerekliliğini de savunmuyorum, duyguları aşağılıyor da değilim. Kötülediğim duygular değil kapristir. Duygularla yetinen insanın kaçırdıklarıdır; göremedikleri, düşünemedikleri hatta hissedemedikleridir. Duygusuz mantığın kuru ve çok tehlikeli olabileceğini biliyorum. (Duygulara yenilerek ya da duygular terk edilerek katil olunur. Aklını kullanmayarak kurban. Ne katil ne kurban olmayı seçmemiz gerekiyor.)

İstediğim, anlatmaya çalışacağım dengedir, uyumdur. Peki aralarındaki denge nasıl kurulabilir? Biri zeki diğeri duygusal iki insanın arasındaki denge nasıl kurulabilirse öyle. Bu iki insan birbirlerine eşit (denk) olamayacaklarına göre beraber iş görmeleri için gerekli şey bunların kardeş olmalarıdır. Ama denge, dengeye dışarıdan bakabilen mantığın yönetiminde olmalıdır. Çünkü mantık, akıllı abidir; duygu, hisli kardeş. Duygu öznelliğimizi temsil eder, ama akıl sırf nesnellik değildir. Öznel bakışı nesnel olanla birleştirme görevi olduğundan kapsayıcıdır akıl, o yüzden yönetim onundur.

Fazlasıyla duygusal insana aklını hatırlatırken yaptığım, duyguları hasır altı etmek değil, tam tersi, duyguları tam ve doğru olarak yaşayabilmek için bir yol, öneri. Çevremiz duygusal ama duygularını yaşayamayan insanlarla dolu, bu da onları aşırı duygusallaştırıp kırılganlaştırıyor. Aşırı duygusallığı nedeniyle mantığı çarpılmış bir insan da duygularını yaşamaktan giderek daha fazla uzaklaşıyor. Evet, duyguları yaşamak için akıl gereklidir, çünkü duygular ancak doğru duygulanımlarla tam olarak yaşanabilir, tatmin edilir. Doğru duygulanım ne demektir?

Karısı yanında ağlayan bir adam, psikologun “Karınız şu an ne hissediyor?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Yanlış hissediyor.” Psikolog da bu durumu şöyle yorumluyor: “Yanlış his diye bir şey yoktur, hissediyorsak doğrudur.”

Koca, “Tanrı ile sohbet”i okumuş olsa (Yazarı: Neale Donald Walsh) oradan şunu alıntılayıp psikoloğu şaşırtabilirdi: “Bazı duygular gerçek duygulardır. Yani ruhun doğurduklarıdır. Bazı duygular ise sahte duygulardır. Bunlar zihnimiz tarafından yaratılmıştır. Bir başka deyişle sahte duygular duygu değildir. Düşüncelerdir. Duygu maskesine bürünmüş düşünceler.”

Başka deyişle kurgu duygulardır...

Yani kadın “gerçekten” de ağlıyordur, ama bu ağlama yanlış olabilir (bazı çocuk ağlamaları gibi)... “Ağlıyor işte kardeşim!” demek anlamsız ve yararsızdır, bu insana “yanlış” davranmaya, onun iyiliği için bir şey yapmamaya götürür bizi...

Aklımızı kullanmamızdaki en büyük engel sanıldığının aksine bilgisizlik, cahillik değil bence. Yeterli bilgi sahibi de olsa insanın doğruyu yanlıştan ayırt edebilmesi için bilince ihtiyaç vardır. Ben insanların çoğunu yaşamca yeterli zeka düzeyinde görme eğilimindeyim. Akılsız diye nitelendirdiğimiz birçok insanın yeterince akıllı olduğunu görebiliriz. (Ve akıllı sandıklarımız da rahatlıkla hayal kırıklığına uğratabilirler bizi. Akıl kadar önemli olan, aklının kapasitesini bilecek bilince sahip olmaktır.) Bence her insan bilmediğini bilebilir. Ama bilinç yeterince gelişmemişse bilmeyi istemeyecektir. Cahil, bence cahil kalmakta ısrar eden, gerçekliğe ulaşmak gibi bir derdi olmayan insandır. “Dert” kelimesi yerinde, çünkü cahil bilgi sahibi olmayı, kendini aşmayı gereksiz, bu yoldaki en küçük çabayı da yorucu gören insandır. O bilmediğini bilmek istemez, bilirse de kabul etmek istemez. Cahil bilgisiz değil öncelikle bilinçsiz insandır. (“Cahil”i genelde eğitimsiz anlamında kullanırız ve eğitimin de sadece okulda olacağını düşünürüz. En aşağı duygu-akıl dengesindeki insan bile bilinçli olabilir; bilinç türü insan özelliklerinin (karakter gibi) bir insanda fazlasıyla bulunması tercih edilebilir (ülkeyi, insanlığı kurtarsın diye) ama şart değildir. Burada kıstas denge olmalıdır. İnsan üniversite okuyamayabilir çobandır, entelektüel olamayabilir sorularınıza aklı ermez, oysa yaşamını doğru yaşar. “Niteliksiz” yaftası bir işe göre aşağı düzeyi saptayabilir ama yaşama göre niteliksiz olan dengesiz olandır, en üst entelektüellik seviyesinde bile. “Yaşamın bilgisinden yoksun olan” olarak tanımlarsak cahilliği en akıllı, en bilgili, en entelektüeller de girer bu cahil tanımlamasının içine. Birçok başarılı sanatçı, uğraştığı sanata göre nitelikli olabilir, ama yaşama sanatı söz konusu olduğunda nitelikli değillerdir. Eserleridir nitelikli olan, yaşamları değil. Sanatçı olarak başarılıdırlar, insan olarak değil.)

Duygularımızı öne çıkarırız; çünkü bu aklımızı kullanmaktan daha kolaydır. Aklın görevi olumlu olmaktan çok olumsuzdur (bilgimizin yanlışlarını, çelişkilerini göstermek. Karl Poper). Duygulanım kolaydır, duygulardan belli bir nedene dayanmaları beklenmez. Duygu “öyle istediği için” her şeyi yapabileceğini düşünür. Gerçeğe meydan okur, onu değiştirmeye, kendine uydurmaya çalışır. Sadece aklın olmadığı bir dünya da değildir aradığı, kendisi dışındaki duyguların da olmadığı bir dünyadır. Duygunun neden öne sürme zorunluluğundan muaf olması, sadece yapması, kendi başına bir gerçeklik oluşturduğu yanlış düşüncesi “duygular doğaldır” diye yüceltilerek açıklanır üstelik. Duygular özgürdür! Ama başkasının özgürlüğü pahasına edinilen bir özgürlüktür bu. Duyguya çok uyar bu adaletsizlik.

Duygu, aklı, mantığı geride bırakmaktan, ona üstünlük taslamaktan, sadece kendi dünyasının varlığını tanımaktan daha da fazlasını yapar üstelik. Mantık geri planda kaldığında, duygular tarafından silah olarak da kullanılabilir. Ve biz mantığı suçlarız! Mantıksız hareketlerden, düşünüşlerden söz etmeye başlarız. Engin Geçtan, Aristo mantığıyla ilkel insan mantığını örneğinde çok güzel ayırıyor. Aristo mantığı: Türkiye Cumhurbaşkanı Türk vatandaşı olmalıdır; Süleyman Demirel Türkiye Cumhurbaşkanıdır; öyleyse Süleyman Demirel Türk vatandaşıdır. İlkel insan mantığı: Türkiye Cumhurbaşkanı Türk vatandaşı olmalıdır; ben bir Türk vatandaşıyım; öyleyse ben Türkiye Cumhurbaşkanıyım.

Peki bu “vatandaş” bu mantığına nasıl varmıştır? Tabii ki varmak “istediğinden”. Çıkarları, narsistik duyguları onu bu mantığa götürmüştür. Doğruyu bilmediğinden, doğru mantığa ulaşacak bir aklı olmadığından değil, canının istediği yere ulaşmak istediğinden, duygularının egemenliğindeki mantığını, mantığı çarpıtmak için kullandığından. Böylece yanlış bilince varmıştır.

Mantık bir silah olarak kullanıldığında onu kullanan akla üstünlük sağlayan duygulardır, dedik. Bunun tersi, yani mantığın duyguları bastırması, yok ya da önemsiz sayması durumunun da ben yine duyguların suçu olduğunu düşünüyorum. Yani mantıksız hareket yoktur, dengesiz duygulanım sonucu çarpıtılmış mantıksal hareket vardır. Mantık, alanı daraltılmadığında ve yönetim kendinde olduğunda duyguları çarpıtmaz.

Aşağılanma hissini düşünelim. İlginç bir histir. Peki ya aşağılanma hissinin mantığı var mıdır? Şu: Bir insana onun izni olmadan bir dolu şey yapabilirsiniz, hatta onu öldürebilirsiniz bile, oysa bir insanı onun izni olmadan aşağılayamazsınız, onu küçümseyemezsiniz. Bilmiyorum başka hisler için geçerli olabilir mi ama aşağılanma örneğinde bir hissin mantığını ortaya çıkardığınızda, o (kötü) hisse engel olabiliyorsunuz. Bu bilinç seviyesine geldiğinizde, yaşamınızda bir daha hiç aşağılanmış hissetmeyebilirsiniz. (Umarım gerçekten aşağılık, küçültücü bir hareket yapmamışsınızdır!)

İki sevgili ayrılmışlardır ve birinin diğerine borcu vardır. Şöyle düşünebilir borcu olan: “Ayrıldığımıza göre borcu geciktirmeden vermeliyim.” Ya da şöyle: “Her türlü ilişkimiz bittiğine göre borç ilişkimiz de kalmadı.” Bilmem hangisinin mantıksız, hangisinin mantıklı olduğunu söylememe gerek var mı? Peki şöyle bir mantığa ne dersiniz: “Bir süre bekleyip borcumu öyle vereyim. Bu süre içerisinde ikimiz de ayrılma kararımızı ayrıldıktan sonra da gözden geçirmiş oluruz.” Mantıklılık duygulardan arınmışlığın adı değildir.

Önemli olan duyguları akıllıca yaşamaktır. Duygusal anlarımızda mantığa aykırı kararlar vermemek gerekir. Şöyle birleştirmiştim bu ikisini: “En mantıklı kararlarımı duygusal anlarımda veririm.”

Duygulardan akla, mantığa gidiyoruz, öznellikten nesnelliğe, duyguların önemi burada ama sonuçta mantığa gidiyoruz, gitmek zorundayız, mantığın önemi de burada. Mantıktan tekrar duygulara dönebiliriz, dönmeliyiz, doğru duygulanım için. Bunu yapabildiğimizde bilincin tam merkezinde buluyoruz kendimizi.

Kendini tanımak, keşfetmek yeterli değildir, insanın doğru kendine doğru evrilmeye çalışması gerekir. Yaşam görüşüne sahip olmak ve yaşamın görüşünün ne olduğunu bulmak arasında fark vardır. Yaşamın kendi görüşüyle, duruşuyla uyumlu olmayan insan görüşü, duruşu yararsız olmakla kalmaz, zararlı da olabilir. Diğer bir insanı anlamak için kendimizi onun yerine koymaya çalışmamız gibi yaşamla empati kurmaya çalışmak... ki yaşam denen şey hiç de bir başkası, diğeri, bizden ayrı, yabancı bir dünya değildir...

"Bence" (“kendince”) gerekli ama yetersizdir. Herkes kendince doğru insanı arar, ama kimse sormaz “Bakalım ben doğru insan mıyım?” diye. “İnsanca” bile yetersiz kalır yaşam söz konusu olduğunda. Sonuçta iki insan gerçekten iyi niyetle insanca yaşamaktan söz edebilir ama kafalarındaki tasarı birbirlerine zıt, hatta “düşmanca” olabilir. Ulaşılması gereken nokta "Yaşamca"dır... Yaşamın dilidir bu.

 

Yaşamca (Yaşamın Tarafını Tutmak)

İnsanlara bazı ipuçları verirsiniz, doğru tahminlerde bulunursunuz yaşamlarıyla ilgili, göremediği bir şeyi söylersiniz, size derler ki: “Bu, benim yaşamımı karşılamıyor.” Yaşamını merkeze koyar, zaten kendisinin de memnun olmadığı yaşamını... Halbuki algısını açsa şunu diyecektir: “Benim yaşamım bunu karşılamıyor.” Ve değiştirmeye çalışacaktır yaşamını.

Doğru, bilinçli bir insan olabilmek, duygularla mantığın dengesini bulmak, ne olursa olsun kendimizi haklı çıkarmakla değil, doğal olarak yaşamı haklı çıkarmakla olanaklı olabilir. Yani kıstasımız yaşamın kendisi olmalı. Yaşamın tarafını tutmalıyız. Hem de gerekirse kendimize karşı.

Yaşamın tarafını nasıl tutacağımızın anlatılması zor. İki filmden aklımda kalan iki hikayeyle belki biraz açıklanabilir:

Kaan ile Mehmet iki iyi arkadaştırlar. Mehmet diğer yakın arkadaşı Jale’yi Kaan ile tanıştırır, sevgili olmalarını sağlar. Bu süre içerisinde Mehmet de bazı ilişkiler yaşar, âşık olduğu bir kadın tarafından terk edilir. Terk edilme olayını hazmetmek ve aşkını unutmak için Jale ile sık sık dertleşirler. Sonra bir kadınla nişanlanır.


Dördünün birlikte gittiği bir hafta sonu tatili sırasında, Mehmet nişanlısını, Jale de Kaan’ı, yürüyüşe gelmek istemedikleri için evde bırakarak çıkarlar. Planlamadan yakınlaşırlar ve öpüşürler bir ara. Özür dilerler birbirlerinden. Birkaç hafta sonra bir akşam Kaan’ın bir iş seyahati sırasında birlikte olurlar. Kaan Jale’yi sabah evden arayıp bulamayınca Mehmet’i arar, sevgilisinin nerede olduğunu bilip bilmediğini sorar. “Aslında yanımda” der Mehmet. Jale, sevgilisinin arkadaşının yatağında çıplak, sevgilisiyle konuşur, şaşkın. Kaan şüphelenmeye o zaman başlar. Sormaz. İntihar edinceye kadar kimse anlamaz anladığını. Ağlarlar arkasından. “Artık bir ilişkimiz olamaz” der Jale Mehmet’e “bir ölümün üzerine bir yaşam kuramam seninle.” Mehmet onu kararından vazgeçiremez.


Yıllar sonra karşılaşırlar. Jale kocasıyla tanıştırır Mehmet’i, tek çocuklarını verir kucağına. Mehmet yaşamında kimse olmadığından bahseder. Ayrılırlar.


Kadın bir ölüm üzerine bir yaşam kurmak istemiyor ama kurmak istemediği bu yaşam kurulmuş bir ölüm değil mi? Ve böylece, sonraki evliliği de bir ölüm üzerine kurulmuş bir yaşam olmuyor mu! Üzerine yaşam kurmak istemediği ilk ölüm bir intihar, nedeni olarak kendisini (ve Mehmet’i) gördüğü bir intihar; üzerine yaşam kurmaktan çekinmediği ikinci ölüm ise –fark etmediği- kendi cinayeti, karnındaki çocuğu düşüren bir anne gibi. Yaşamın tarafını tutmak, intihara rağmen sevdiği adamla ilişkiye başlamak ve bunu böyle savunmak olmaz mıydı? Evet, savunmak! Çünkü böyle bir ilişkiye başlayana vicdansız denir, duygusuz denir...

İkinci hikaye: Kadın bir patlamada öldüğü düşünüldüğü için umut kesilen ama içgüdüleri sayesinden yaşadığını hissettiği savaş muhabiri kocasını savaşa gizlice gidip kurtarır. Filmin sonunu ben şöyle yazdım: Adam kendini kurtaran karısını ilk şoku atlattıktan sonra boşar.

- Karını nasıl boşarsın? Seni kurtarmak için yaşamını tehlikeye attı o.

- Evet. İki küçük çocuğumun annesinin yaşamını tehlikeye attı.

Kadının çocuklarından çok babalarını sevdiğini söyleyebiliriz. Kadın kocasını kurtarmaya gitmeseydi, kocasının kaybının bunalımından kurtulup çocuklara annelik edebilecek miydi? (Bunu başarmalı değil miydi?) Çocuklarını yüz üstü bırakıp gidemeyeceğine karar verseydi bir zaman sonra bu zorunlu kararından dolayı çocuklarını suçlamayacak mıydı? (Suçlamamayı başarmak durumunda değil miydi?) Annenin gittiği durumda, o çocuklar bir süre sonra kendilerini bıraktığı için anneye kızgınlık büyütebilirler miydi? (Ve bunda haklı olmazlar mıydı?)

Burada annenin çocuklarını bırakma kararı filmin sonunu kendimce bitirişimden de anlaşılacağı gibi mantığı dışlamış bir karar gibi geliyor bana.

Yaşamın iyiyle kötü arasında bir ayrım gözetmediği söylenir örneğin. Bu da yaşam haklı çıkarılacağına duygular öne çıkarılarak yürütülen bir akıldır. Genelde söylenen şudur: “İyilerin de başına kötü şeyler geliyor. Demek ki yaşam iyiyle kötü arasında bir fark görmüyor.” Farkındaysanız burada yaşama değil insanlara (kendi öznel bakışımıza) inanıyoruz. Yani o başına kötülük gelmiş adamın iyi bir insan olduğunu baştan karar vermişiz bir kez. Halbuki yaşam bize bir şey söylüyor: Başına kötülük gelen bir insan sandığımız kadar iyi bir insan değildir. (Başına gelen şey gerçekten kötü bir şeyse.) Baştan beri dediğim gibi bu nokta, kendimize karşı bile olsa yaşamın tarafının tutulmasının doruk noktasıdır. Çünkü kendimiz için de aynı sonuca varabiliriz, varmalıyız: “Başıma o kadar kötülük geldiğine -istediklerime bir türlü kavuşamadığıma, işim bir türlü rast gitmediğine, iki yakam bir türlü bir araya gelmediğine- göre demek ki sandığım kadar iyi (doğru) bir insan değilim. Bir yerlerde bir hata yapıyorum. En azından yaşamı bir türlü bütüncül kavrayamadığıma göre, demek doğru düşünmüyorum.”

 

Denge

Yaşamın tarafını tutmak, “yaşamca” düşünmek, yaşantılarımızda yaşamın amacını gerçekleştirmeye çalışmak... Yaşamın amacının, yaşamın kendisinin, yaşamın her zaman dönüştüğü şeyin denge olduğunu sanıyorum (ölüm de bir denge hali değil mi). Oysa yaşamda insanca dengesizlikler o kadar çok ki. Örneğin aşk, dengesizliğimizin en yoğun ortaya döküldüğü hal yaşamda, iki ayrı uçta yaşanıyor ancak. Ya aptallaşıyorsunuz âşık olduğunuzda ya da mantık evliliği yapıyorsunuz. Türk popundan rastladığım bir şarkıda da dengesizlik savunuluyordu, “Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek.” diyerek. Niye tapıyorum, niye taşlıyorum... Taparken yanlışsam, taşlarken de benzer yanlışı yapıyor olmayacak mıyım... Olacağım; böylece şu lafı doğrulayacağım: “Türkiye’de ya dinozorluk var ya da döneklik.”

Sokrates haksızlığa uğramanın haksızlığa yol açmaktan daha iyi olduğunu söyler. Oysa bu ikisinin de dengesini bulmak en iyi yol değil midir? Aklını kullanmayıp kurban olmakla, duygularına yenilerek katil olmanın dengesi. Tabii denge konusunda Kaan Arslanoğlu’nun uyarısını dikkate almalı: Arslanoğlu psikolojiye göre bu dengenin normal insan için olduğundan, yani psikolojinin insanı normalleştirmek için var olduğundan, bu nedenle de gerici özellikler taşıdığından söz eder. Gerçekten de “Ben normal insana göre tedavi uygularım” demişti bir psikolog bana, “peki size bir dâhi gelse ne yaparsınız” diye sormuştum, tabii ki içimden. Olduğu gibi kabul etmeyecek kadar yakın değildim ona.

Yaşamımda buna benzer bir durum başıma geldi. Birlikte olduğum bir kadın vardı. İlişkimizi iki döneme ayırıyorum: İlk dönemde bazı psikolojik sorunları nedeniyle bana tuhaf davranıyor, sözel şiddet uyguluyordu ama benim uyarımla bunların farkına vardı, büyük bir olgunlukla hatasını kabul etti, hatta bunları çözmeye yöneldik. İkinci dönem ise şöyle gelişti: Yardım alacağımız iki psikologa gittik (birine kız arkadaşım yalnız, diğerine birlikte.) Bu süreçte kız arkadaşım, bireysel psikologu ona iyileştiğini söylediği için iyileştiğini düşündü (önceleri “ben iyileştiğimi düşünmüyorum, gelmeye devam etmek istiyorum” demiş... Bir psikologun görevi hastaya iyileştiğini söylemek, onu buna ikna etmek mi, yoksa “iyileştim” sözcüğünü onun ağzından duymak mıdır?) Benzer hataları yapmaya devam etmesini bana “ben bu hataları kafama takmamayı öğrendim” cümlesiyle açıkladı. Sonuçta ben psikologların tedavisini sorgulamaya başladım. Ben epeyce sonuca vardım, ama kız arkadaşım kendini haklı çıkartacak kolay sonuçlarda ısrar etti, böyle olunca ayrılmak zorunda kaldık. Hayatındaki sorun ben olmuştum! (Metnin başındaki diyalog, birlikte gittiğimiz psikologla yaptığımız bir konuşmadır.) İnsanın gerçek anlamda iyileşmesi, hatalarını takmamayı öğrenmesi midir, yoksa onlarla yüzleşip çözmeye çalışması mı? Aslanoğlu’nun psikoloji için dikkatimizi çektiği gericilik olasılığının yaşamım içinde birebir gerçekleştiğini görmek çok acı...

Bir düşünür yaşamın anlamıyla ilgili düşünüyor ve bir tanım geliştiriyor: “Yaşamın anlamı, bu anlamı sormaya mahkum olmaktır.” Bu tanımda bazı oynamalar yapmak ihtiyacı hissediyorum, örneğin “mahkum olmaktan hoşnutluk duymaktır” ya da “hoşnut olmaya mahkum olmaktır.” Çünkü yaşamı tanımladığınız cümlede sadece olumsuz bir fiil barındırmak, yaşamın olumlu yanlarını görmezden gelmek, yaşamı karşılayan bir tanım verememek demek.

İnsan düşüncesi kutuplaştırmaya çok yatkın. Çünkü yaşamın bütününü açıklama ihtiyacında. Ama mutlak olana düşünceyi sınırlarına kadar götürerek ulaşabileceğini sanıyor. Oysa eğer mutlaksa uçta değil merkezde olmalı değil midir? Mutlak uçların uyumu, -geometrik olmayan- orta noktası değil midir? Düşünceyi sınırlarına götürmek sadece o düşüncenin olanaklarını ve tehlikelerini, zirvelerini ve girdaplarını açığa çıkartır.

Bir düşünceyi öne sürmek, karşıtını geçersiz, güçsüz ve etkisiz saymayı gerekli kılıyor sanki. “İdeolojin, düşüncen ne?” diye sorulduğunda sorulmak istenen şu oluyor genelde: “Hangi tarafı tutuyorsun?” Yani “bizden misin, karşı taraftan mısın?” Bir röportajda metinlerimdeki bazı noktalara değinilerek “Doğulu mu?” diye sorulmuştu. Bu tanımlamayı kabul etmek istememiştim açıkçası, çünkü “Doğulu”nun aklıma gelen anlamı beni rahatsız etmişti: Doğulu, “Batılı olmayan” demek değil miydi?

İki filozofun orta yolunu bulmaya, onları uzlaştırmaya çalışan bir üçüncüsü dengeyi bulmaya değil yine kendi düşüncesini en uca götürmeye çalışıyor, böyle yapınca düşünce kesinlik kazanacak sanki, mutlağa ulaşacak... Bir düşünürün kendi düşüncesini mutlaklaştırmaya çalışmaması ise karşıt düşünceye ödün vermesi olarak eleştiriliyor, yargılanıyor. Karşıt savunulurken amacın bir bireşime varmak olduğu unutuluyor da karşıt ya da muhalif düşünce, yeni iktidar olarak sunuluyor; antitez, yeni tez olarak savunulmaya başlanıyor. İki tartışan taraf da birbirini köktencilikle suçluyor ve iki taraf da haklı, yani ikisi de haksız. Bir düşünürden şuna benzer bir cümle okumuştum: “O dönemde o görüşe karşı güçlü olabilmek için tam karşıtını savunmak gerekliydi ve biz o kadar güçle savunup kendimizden geçtik ki senteze ulaşmak gerektiğini unuttuk.” Sentez orada ulaşılmayı beklerken kendi tezlerine boğuluyor her iki taraf da. Senteze yine ulaşılıyor, yaşam bunu insanlara sağlıyor, ama insanlar kendilerini yaşamın, çağın gerisinde kalmış hissediyorlar. Kayıp kuşaklar oluşuyor. Yaşama karşı kazanmak isteyenler hep kaybediyor ve yaşama kızıyorlar bunun için, “nerede hata yaptık” soruları bunalımlara, güvensizliklere, köşelerine çekilmelere sürüklüyor insanları. Örneğin 2002 yılında bir gazetede şöyle diyor bir yazar: “İşçi sınıfının tarihin öznesi olduğu düşüncesini artık eski gücüyle savunmak neredeyse olanaksızdır.” İnsanın sorası geliyor: Peki bunu anlamak çok mu zordu! Belli bir sınıf tarihin bir döneminde tarihsel bir rol üstlenebilir, ama tarihin öznesi olmak! Herhangi bir sınıfın tarihin öznesi olamayacağını, bunu savunmanın da ırkçılığa, faşizme prim vermek anlamına geldiğini görmek çok mu zordu! Sadece tümele, bütüne bakarak tekilleri gözden kaçırma tehlikesinden de fazladır, tekile, tümel yokmuş gibi bakmak, çünkü bu, tekile de bakmamaktır. Yaşantılara yaşamdan bağımsızlarmış gibi bakmak yaşantılara da bakmamak demektir...

Düşünceyi kutuplaştırma, sınırlarına götürme tehlikesinin tam karşıtı bir tehlike daha var: Bir hikayede şöyle diyor kahraman: "İnsanı merkeze koyunca, ‘üstün insanın her şeye hakkı vardır’a kadar gidiliyor sanıyorum". Sanki insanı merkeze koymak “üstün insanın her şeye hakkı vardır”a kadar mutlaka gidermiş, bu zorunluymuş gibi! Farkındaysanız sanki biz düşünceyi bir yere götürmüyoruz da düşünce bizi bir yere götürüyor. Daha doğrusu düşünceyi duygularımız bir yere götürüyor. Oysa düşüncelerimizle duyguyu bir yere götürmeliyiz. Evet, irademiz dışında gelişen şeyler var yaşamımızda, ama tüm bunlar duygusal dünyamızda!

“Üstün insanın her şeye hakkı vardır” düşüncesine gitme olasılığı var diye insanı merkeze koyma düşüncesinden vazgeçiş de bir kutuplaştırma değil mi, bizi hiçleştirme tehlikesiyle karşı karşıya getirmiyor mu? Ya da örneğin, toplumu yadsımaya kadar gider diye bireyi önemseyen bir düşünce geliştirmeye çalışmamak, ya da tersi, bireyin yadsınmasına kadar gider diye toplumun önemine hiç değinmemek! Giderek her düşüncenin en aşırısına mutlaka gideceğini düşünerek, hiç düşünmemek! (Aslında amaç karşıdakini düşündürtmemek.) Örneğin kutuplaştırma saplantısı olan (duygularının etkisindeki) bir akıl benim için şöyle söyleyebilir hiç çekinmeden: Düşüncenin tek ve saltık olduğunu savlıyorumdur ben, maddeyi yadsıyorumdur, geçersiz, yok sayıyorumdur, ve varlığı düşünceye indirgiyorumdur!.. Oysa ben düşünceyi, bilince ulaşmada duyguların gerisinde kaldığı, hakkı yendiği için “savunuyorum”.

Nermi Uygur bir yazısında Almanya’da “diyalektik” konulu bir dost tartışmasından söz eder. Herkesin diyalektik’i bir şekilde tanımlamaya çalıştığını söyledikten sonra ortaya atılan tanımlardan birini aktarır: “Diyalektik-olan, bir savın öne sürülmesinden sonra bu savın bir karşı-savla karşı-karşıya konması, üçüncü bir adım olarak da sav ile karşı-savın bir bütünde birleşmesinden başka bir şey değildir.” Sıra kendine geldiğinde Nermi Uygur, Nasrettin Hoca’dan söz etmeye başladığını anlatır. Hoca’nın karşısına saç saça baş başa gelen iki adamın her ikisinin de aralarındaki anlaşmazlığı kendilerine göre anlatmasından sonra her ikisine de “Haklısın” demesi, karısının “İkisi de haklı olur mu Hoca?” sözü üzerine de “Kuşkusuz, sen de haklısın karıcığım!” demesini anlatırken bulmuştur kendini.

Hoca’nın mantığı, diyalektik mantıkla ilgisizliği, neler diyorum, ona tamamen karşı olması bir yana, başta sözünü ettiğim hakem olmaktan kaçınmak, tarafsız kalmak, ama çözüme ulaşamayacağını düşündüğünden değil hiçbir şeye bulaşmak istemediğinden tarafsız kalmak durumunu anlatmıyor mu daha çok.

Hoca’nın felsefesinin “ya o ya da bu” diye nitelendirilebilecek Aristo mantığına karşı yeni keşfedilen ve “hem o hem de bu” diye açıklanan kuantum felsefesi’ni örneklendirdiği söyleniyor. Ama burada bir sorun var! Sanıyorum sadece ifadede bu sorun. Bence Hoca’nın mantığı “hem o hem de bu” değil olsa olsa “ne o ne de bu, hatta ne de öbürü mantığı!” Çünkü hocanın iki tarafa da “haklısın” demesi iki tarafa da “haksızsın” demesinden farklı değil, ama ondan daha tuhaf! (İki tarafa da “haksızsın” deseydi, en azından iki tarafın haksız da olabileceklerini düşünmelerini sağlardı.) Çünkü iki taraf da aynı anda haklı olamaz, ama aynı anda haksız olabilirler, yani aynı anda bir miktar haklı olabilirler. Yani “Hem o hem de bu” mantığını yanlış doğrultuda kurmamak gerek. “Hem o adam, hem bu adam haklı” diye değil de “bu adam hem haklı, hem haksız” diye ve diğeri için de öyle. O zaman ifade şöyle: “Hem o biraz, hem de bu biraz”, “biraz o, biraz bu”... yani yine diyalektik, asıl şimdi diyalektik... Hoca böyle bir sonuca varsaydı, o zaman tek haklı kendisi olurdu. Karısı da şöyle derdi sanıyorum: “Kuşkusuz, sen haklısın Hoca.”

Çünkü “ya o, ya da bu” bir kutuplaştırma olduğu gibi “hem o, hem de bu” da kutuplaştırma, bir öncekinin zıt kutbu. Hem siyah hem beyaz değil, çünkü o rengin adı, gri. (Kuantum mantığı için yapılan “puslu mantık” tanımlaması daha yerinde yani. Daha doğrusu belki: Melez mantık.)

(“Bardağın yarısı dolu mu, yoksa yarısı boş mu?” diye sorulduğunda “hem o, hem de bu” denebilmesi bir aldatmaca barındırıyor, sorunun “yarısı” diye sorulması aldatmacası. Çünkü bir bardak “hem yarısı dolu, hem yarısı boş” olabilir, ama “hem dolu, hem boş” olamaz.)

Baba, oğul ve eşekleri seyahatten evlerine dönüyorlardır. Baba eşeğin üzerindedir. Karşıdan gelen adam babaya çıkışır: “Ne biçim babasın sen. Oğlunu, soyunu, en değerli varlığını, gencecik çocuğu yürütüyorsun, sen kurulmuşun eşeğin üzerine. Babaysan sorumluluklarını yerine getir.” Böylece baba iner eşekten, oğul biner. Yolda karşılaştıkları başka bir adamın yorumu ise şöyledir: “Bu kadar saygısız oğul görmedim. Yaşlı babası yürüyor o eşeğin üzerinde salana sallana gidiyor.” Bu kez baba da oğlun arkasına biner. Üçüncü bir adamla karşılaşırlar: “Yazık değil mi eşeğe. Hem o kadar kullan zavallı hayvanı hem de hiç acımadan iki kişi bin üzerine. Kim eşek anlayamadım.” Baba oğul eşekten inerler. Başka bir adam: “Ya bunlar kadar enayisini de görmedim. Eşek varken taban tepiyorlar.” Baba oğul birbirlerine bakarlar. Baba der ki “Oğul, bunlardan önce biz kendi kararımızı verelim.”

Gerçekten de adamlardan hiçbiri salt haklı değildir, gerçeğin yalnızca bir yönünü dile getirirler (çoğu filozof gibi).

Gerçekten de düşünce, tarihi boyunca bir o düşünür bir bu filozof tarafından oraya buraya, bir o aşırı uca bir bu aşırı uca çekiştiriliyor. Her düşüncenin insansal uğraşla birlikte yaşamın kendi yatağının dışında, yaşamın ritminden bağımsız değişemeyeceği, dönüşemeyeceği unutuluyor.

Herkes yaşamın haklılığını savunmak değil kendi haklılığını kanıtlamak için düşünüyor, yazıyor, yaşıyor. Halbuki ancak yaşamla zıtlaşmamış bir düşünce, yaşantı doğru olabilir. (Karşıtını dışlayan tek düşünce haklı olabilir ancak: Karşıtını dışlayan her düşünceyi dışlayan düşünce.) Bir filozof, düşünür, isterse herhangi bir insan, kendi haklılığına ancak yaşamın haklılığını kanıtladığında ulaşabilir. Kendine göre değil yaşama göre, kendince değil yaşamca haklı olunabilir. Tek ölçüt yaşamın kendisidir.

 

Yaşamın Haklılığını Kanıtlamak

Felsefenin amacı olmalı bu, yaşamın haklılığını kanıtlamak. Peki yaşama tümel bakabilir miyiz? Yaşam buna olanak tanır mı? Bildiğim şu; tümel, tümel olabilmek için tekillerin bütününden en azından bir fazlası etmeli; tümel, en azından bir açıdan tekillerden farklı olmalı: Tümel olma farklılığı. Yoksa tekillerden farkı kalmazdı. O en az bir fark dediğim şey ne? Ona varabilir miyiz? Onu anlayabilir miyiz? Bunun için öncelikle yaşantılara, hem de huzursuz, başarısı şüpheli, daha kendinin bilincinde olmayan yaşantılara bakarak Yaşamı açıklamaya çalışmamalı. Yaşam insan tasarımı bir şey değil. Yaşam kendi başına bir şeydir. Kendi başına bir şeyi nasıl anlarız? Anlamaya yaklaşırız?

Yaşama dışarıdan bakmanın olanaksızlığını savunan Nermi Uygur’a kulak verelim. Nermi Uygur, felsefe ile metafiziğin farklılıklarını dile getirirken değiniyor bu konuya. “Her metafizik sav metafizikçilere özgü büyük programı yerine getirmiş, evrenin bilmecesini çözmüş, evrende bilinmedik hiçbir şey bırakmamıştır.” Bilimlerin (ve felsefenin) buna özenmeyeceğini söyledikten sonra şunu soruyor: “Metafizik bunu başarabilir mi?”

“Gerçek sayıdır.” “İlk madde sudur.” türü ifadelerin metafizik olduklarını söylüyor, buna karşılık “Evren güzeldir”in dize; “Evren sevgidir”in inanış, din; “Evren 4 boyutludur”un varsayım, fizik olduğunu. Bu ikinciler için şöyle diyor: “Bunlar tümel, genelgeçer bir bilgi olma savıyla ortaya çıkmazlar. Bunları metafizik önermelerle bir tutmak için bağlamlarından, bu bağlamlara özgü amaçlarından zorla koparmak böylece asıl dilediklerini bozmayı göze almak gerekir.”

Peki “Evren güzel ile çirkinin (ya da sevgiyle nefretin, diğer karşıtlıkların) biraradalığıdır, etkileşimdir, dengesidir, uyumsuzlukları içindeki uyumudur...” metafizik mi? Metafizik olup olmamasına çok aldırmıyorum da, bence önemli olan bu söylediğimin ne olduğu? Evrenin tümü üzerine bir bilgi mi, değil mi? Tümel mi, değil mi? Doğru mu, yanlış mı? Karşıtı var mı, yok mu?

Nermi Uygur bilgilerin doğruluklarının denetlenerek çıkarabileceğini söylüyor. “Denetlemelerin doğrulayacağı biçimde metafizik yapmak gerekir.” diyor. “Ama metafizik yanıtlar denetlenemez.” diye de ekliyor.

“Metafizik yanıtlar denetlenemez.” savı denetlenebilir mi? Çünkü denetlenemezse bilgi ya da felsefe olamaz, yine metafiziktir. Metafizik olduğuna göre de metafizik yanıtların denetlenemezliği konusunda doğru bir bilgi vermez.

Benzer soruyu A. J. Ayer’in felsefeden metafiziksel ifadelerin elenmesi gerektiğine değinirken söylediği şu cümle için de sorabiliriz: “Duyu deneyimlerinin sınırlarını aşan bir “gerçekliğe” gönderme yapan hiçbir tümce gerçek bir anlama sahip olamaz...” Bu yargı duyu deneyimlerinin sınırlarını aşmıyor mu? Bu metafizik karşıtı görüşler yine bir metafiziğe bel bağlıyor değiller mi?

Bilgi için sınır çizmenin kendisi paradoksal bir eylemdir. Sınırın bu tarafından olduğu kadar öteki tarafından da bir şeyler bilmeyi gerektirir ki bu da bilinmeyen hakkında bazı bilgilere sahip olabilmek gibi paradoksal bir duruma yol açar. Sınır çizme eylemin kendisi zaten açık bir sınır ihlalidir.” (Robain La Poidevin / İnanmama hakkı.)

Nermi Uygur’dan devam edelim: “Metafizik gözlemciliği hiçe saymaktır. Çünkü evreni tümüyle veren bir gözlem yoktur. (Gene de metafizik böyle bir gözlemin varlığını öne sürmekten yılmaz.)” “Her şeyi söyleyen bir tümce doğru bir şey söyleyemez, söylediğini doğrulamamız olanaklı değildir.”

Bilimin belki ama bilginin kaynağı sadece gözlem mi? Her şeyi gözlemle mi anlarız?

“Sözgelişi karamsarlık, pesimizm, evrenin özüyle kötü bir yaratılışı olduğunu öne sürer. Bu metafizik sava göre her şey kötüdür ve bu öz değiştirilemez. Girişkenlikler boşunadır. Daha iyici ise evrenin gidişinin kendine bağlı olduğunu düşünür, her şeyden kendi sorumludur.”

Ben kendimi bir iyimser (iyici) sanırdım örneğin, oysa her şeyin bana (insana) bağlı olduğunu asla düşünmem, benim dışımda gelişen şeyler de vardır. Benim tarzım bir iyimser, yani kötünün ve kötümserliğin olmadığını düşünmeyen, bunlara rağmen yaşamın yaşanabilirliğini savunan bir iyimser, iyimserliğin kötümserliği de içine aldığını, kapsadığını düşünür. (“Yaşam iyimserdir.” Hesse) Görebildiğim kadarıyla kötümserin karakteristik özelliği ise iyimserliği dışlamasıdır, iyilik vardır ama hakim değildir, bu da yaşamı kötü, yaşanamaz, iyi yaşanamaz yapar diye düşünür (halbuki iyi yaşamak şart değildir, insanlar tamamen duygusal nedenlerle bu şartmış gibi düşünürler! Hastalıklı bir yaşam da yaşamdır.) Karamsarlık evrenin özüyle kötü olduğunu söylüyor, Nermi Uygur’un deyişiyle metafiziktir, bilgi değildir. Peki benim anladığım anlamdaki iyimserlik de mi bilgi değildir? Yani iyiyle kötünün biraradalığı, etkileşimi, bunun yaşamın anlamı olduğu?

“Her şeyi bilmek istemez felsefe. Konusuna hep yeni yeni açılardan sokulmayı dener. Bu bakımdan felsefeye özgü çalışma biçimi bütüncü değil parçacıdır. Bölük pörçüklük her bilme kolu gibi felsefenin de güçlü özelliğidir. Bölük pörçüklüğünde, açık kalmakla gelişir. Metafizik kapalıdır. Katıdır. Metafiziğin tersine sonradan düzeltmeler kadar felsefeyi tutarlı kılan bir işlem düşünülemez. Felsefe yetkinliğe özenmez. İzmlere özgü bir tek yanlılık felsefede barınamaz. Her metafizikçi eninde sonunda bir izm’in adamıdır. Felsefe açık olduğu için yetkin olmaz, bunun için de çok yanlıdır; yetkin olmadığı için hem açık hem çok yanlıdır; çok yanlı olduğu için de ne yetkindir ne de kapalıdır.”

Yukarıdaki tanımlamalar bölük pörçük, düzeltilmesi gerekli, yetkin değil, ucu açık, belirsizliğe varırcasına çok yanlı... Kötü şeyler söylüyorum gibi gelmesin, yukarıdaki tanımlamaların felsefe olduğunu söylüyorum, Nermi Uygur’a göre.

Felsefe her şeyi bilmek istemeyebilir ama insan bilmek istemez mi? Bütüncü olmadan, parçacı kalarak yaşamak yeter mi insana?* “Bölük pörçük bir kuruluşu yoksa onun felsefe olmadığını söyleyebiliriz.” “Bölük pörçük” sıfatını ben mi yanlış anladım da olumsuz bir anlam yükledim bugüne kadar, çünkü o felsefenin güçlü bir özelliğiymiş! İyimserlik ya da kötümserlik ya da herhangi bir izm kapalı-katı, sonradan düzeltilemez yani yetkin, tek yanlı olduğundan metafizikse, iyimserliğin ve kötümserliğin iyimserliğin yönetiminde ve kapsayıcılığında biraradalığı, duygunun ve mantığın, mantığın kapsayıcılığında biraradalığı, ve diğer biraradalıklar, bu denge düşüncesi, karşıtların birliği düşüncesi nedir? Kapalı gözüküyor ama bu kapsayıcılığından dolayı. Dışarıyla etkileşimi yok; çünkü dışarıda bıraktığı bir şey yok. Katı da değil, karşıtlar arasında sürekli bir etkileşim içinde, devamlı salınan bir sarkaç ne kadar katıysa o kadar katı. Sonradan düzeltilemez, çünkü düzeltilmesine gerek yok, ama bileşenleri sonsuz sayıda kaos ve düzen dönüşümüyle, gelgitlerle, doğum ölüm doğum süreçleriyle devam eden yaşam gibi dengeden uzaklaşıp yine dengeye dönüyor, dönüşüyor. Yetkin mi? İfadenin yetkinliği sorgulanabilir belki ama ifade etmeye çalıştığı şey, örnekler değil belki ama gösterdikleri yer, yetkindir. Tek yanlı mı? Evet, bir düzene bağlı olmasıyla tek yanlı, belirli, ama içinde bir karmaşayı barındırması açısından da çok yanlı aynı zamanda, belli bir düzene bağlı bir karmaşa. Madalyonun iki yüzü olması gibi: Bir madalyon iki yüzlü, belirsizdir; ama bir madalyon aynı zamanda tek yanlı, belirlidir, çünkü bir madalyonun her zaman iki yüzü vardır. Yaşamın içindeki her şey birbirinden farklıdır, birbirlerinden farklı olmaları anlamında birbirlerine benzerler. Hepsi yaşama benzer.

Descartes “aklın güvenilirliğini önceden varsaymak zorundayım” diyor. Duyguları akla emanet etmeyi savunuyorum da aklı neye emanet edeceğiz? Akıl kendi kendinin güvencesi olabilir mi? Düşünce tarihinde şeyleri önce Tanrıyla açıklayan teolojik boyuttan, soyut kavramlarla açıklamaya çalışan metafizik boyuta ve en sonra da deneyimle ve gözlemle açıklayan bilimsel boyuta gelindiği bugünkü durumda deneyim ve gözlem de her şeyi açıklayamıyor. Zaten gelinen son aşama her zaman diğerlerini dışlamak durumunda mı? Yani bilim neden teolojiyi ve metafiziği dışlamak zorunda olsun... İnsan aklının yetersiz kaldığı üst düzey bilimsel ve felsefi durumlarda, doğru duygulanımla oluşturulan doğru mantığın yine duygulara yönelmesi gerekir, böylece artık burada sağlam duyulardan, güçlü sezgilerden söz edilebilir. (Mantıkla bulunan bir yol olarak, yoksa canımız öyle istedi diye değil...)

 

Yaşamın Mantığı

Yaşamın içinde duygusallık vardır ama yaşamın kendisi duygusal değildir. Yaşamın duyguları değil mantığı vardır. Ve bu mantığa ulaşabiliriz bence. Bunun için de öncelikle kendimizi değil yaşamı haklı çıkartmaya çalışmalıyız. Ancak yaşamı haklı çıkartmada birleşebilir insan. Yoksa her biri kendi çıkarı, kendi duyguları, kendi akıl yürütmesi ve ideolojisi peşinden gidecek ve karşıtını yadsımaya, dışlamaya, yargılamaya, suçlamaya yönelecektir. Oysa kimse haklı çıkmayı umarak yaşamı yadsıyamaz, dışlayamaz, yargılayamaz, suçlayamaz. Evrensel bir şey varsa o da yaşamın kendisidir.

“Tanrıya onun sonsuzluğuna aykırı hiçbir şey yakıştırma.” demiş Epikuros. Yaşama da onun özelliklerine aykırı bir şey yakıştırmamak gerek.

 

*

Nermi Uygur, “Felsefenin konusu doğrudan doğruya evren değil, evreni bilme savı güden bilgilerdir. Evren nasıldır diye sormaz, evreni bildiğimiz bilgiler nasıldır, neye göre sağlamlık dereceleri belirlenir, bilgi nedir” diye sorar.

Bu “Hayat nedir?” sorusunun değil “Hayat üzerine konuşan şu filozof ne demiştir; o filozof kimdir?” sorusunun daha önemli olduğunu söylemektir. Etrafta bir dolu hayattan değil filozoftan bahseden metin görürsünüz o zaman. Araç, amaç olmuştur. Herhangi bir iş kolu için o iş kolunda başarılı olmak, hayatta başarılı olmak değil o iş kolunda başarılı olmaktır. O iş kolundaki başarı, bir örnek olarak sizi hayattaki başarıya götürebilir, götürmelidir. Aynı mantıkla edebiyatı da bir kenara bırakabilirsiniz, ama felsefeyi değil: Felsefede başarılı olmak felsefede başarılı olmak değildir; doğrudan hayatta başarılı olmak, ya da en azından başkalarının yararlanacağı “hayatta başarılı olma” felsefeleri yapmak demektir.

Tabii “hayatta başarılı olmak” dediğimde ne kadar yanlış anlama çekiliyor. Bilinçli olmak, adam olmak vs yerine, zengin olmak, iş sahibi olmak, aile ya da çocuk “sahibi” olmak gibi başarılar anlaşılıyor. Felsefe Nermi Uygur’un dediği gibi geri çekerse kendini (ya da hatalı ilerlerse) olacağı budur. Felsefe neredeyse filozofların hayatlarına, aralarındaki atışmalara indirgenirken, “Hayat” denen şeyle ilgili herkes ileri geri konuşmaya başlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder