6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 2: İleri Geri Metinler


İLERİ GERİ METİNLER

İLERİ


 


Oyun


Çocuk, kişiliğinin geçmiş oyunlardan kavrayabildiği kadarını, bir zaman sonra yetişkinler dünyasında, kendisinden önce “yetişmiş” insanların oyunlarında denemeye başlar. Önce birkaç sonra birçok kez kazanır. Çocukken oynadıklarının aksine sonraki ya da başka oyunlara sıfırdan değil birikimleriyle başlar. Bu birikimler yeteneğindeki gelişme değildir sadece, geçmiş oyunlarda karşı tarafı yenmesi sonucu kazandığı para, kredi, bağlantılar, şöhret gibi şeylerdir aynı zamanda. Öyle bir yere gelir ki katıldığı oyunda artık oyuncu değildir, oyunun sahibidir. Kasadır. Oyunu kurandır, oynatandır. Kaybetmesi neredeyse olanaksızlaşırken, her elde ne kadar kazanacağını bile hesaplayabilir. Gelecekte oyunu ne yönlere doğru geliştirebileceği ve hangi başka oyunlara da el atabileceğiyle ilgili planlar yapmaya başlar. Bir süre sonra bulunduğu durumda yaptığı şey, bugünü yaşamak değil geleceği planlamaktır. Her şeyi kontrol edebilen bu kişi zaten artık oyuncu değildir ya, kaybetme riski olmadan oynanan, şimdiki anın zevkine ve heyecanına varılmadan yaşanan oyun da artık oyun olmaktan çıkar. (Onun için olduğu kadar onun yönetiminde oynayanlar için de... artık oyundan bahsedilemez bile.) Bu, olması istenen, planlanan bir durum değildir tabii ki, ama artık öyle bir bilinçsizlik durumuna gelinmiştir ki tam da bunun olması planlanır, olması planlanacak şeyin bu olduğu sanılır (oyunu yok edecek bir durumun oyuna dahil olamayacağı gerçeği yadsınır, amacın oynamak olduğu düşünülmediğinden oyunun varlığını koruyucu bir kural koymaya da baştan gerek görülmemiştir zaten). Kazanmanın daha riskli hâle gelmesi -isterik bir tutkuya dönüşmedikçe- oyunu daha heyecanlı kılar ya (gerçekten “oyun” olan bir sistemde kaybetmek bir zarar değil, kazanmak kadar doğal bir sonuçtur) oynatanın yapmaya çalıştığı ise riski azaltıp kârı sabitlemektir -ya da kâr artırma hamlelerindeki riski azaltmaktır. Başardığında, artık oyunculuktan çıkmış olan bu insan zaten belli bir yaşa gelmiştir ve ne kadar farklı oyunlar oynamış olsa da, (oyundan) tat alma duyusunu kaybettiğinden, aslında hiçbirinden çocukken aldığı zevki alamamıştır. Ama o güne kadar yaptıkları da genel, soyut anlamıyla bir oyun olduğundan, her oyunda olduğu gibi kazanç tümüyle bırakılmadıkça başa, o ilk, saf heyecana dönmek olanaksızdır.

 

GERİ


 

Zaman


İlerlemenin karşısında gerilemenin, kötülüğün olumlanması.

Yazarımız Yaşar Çabuklu. Kitabı: Kovulanın İzi (Metis). İnsanın hep ilerleme arzusu içinde olmasından bahsediyor Çabuklu. Ve bunun Büyük Patlamayla evrenin oluşması ve bir genişleme sürecine girmesiyle bağlantılı olduğunu düşünüyor. “Ancak bugün dünyanın ileriye yönelik evriminde bir tıkanmaya işaret eden belirtiler var. Bunlar acaba evrenin genişlemesinin galaksilerin çekim gücünün ağır basması sonucu durması ve evrenin bu kez daralmaya başlayarak ilk konumuna benzer bir noktaya varmasına yol açacak Büyük Çöküntünün bir habercisi olabilir mi? Bu durumda zaman bugünle geleceğin aynı olduğu noktada duracaktı. Gelecek duygusu kaybolacak, insanın geçmişi bu kez onun geleceği olacaktı.”

Çabuklu “geçmişin insanı çekmesinden” söz ediyor. “Özgürlüğü gelecekte arama yerine geçmişe yönelme eğilimleri güç kazanıyor; çocukluğa, ana rahmine, ilkel insanın dürtülerine, korkuya. İnsan üst beyin faaliyetlerinden uzaklaşarak hayvanlarla paylaştığı alt beyin faaliyetlerine yöneliyor.” diyor. Ve geçmişin, insanın hafıza kaybını cezalandırırcasına intikamını tek yolla alabileceğini söylüyor. “Büyük çöküntü sonucu insanlığın zamanı geriye yönelik olarak yaşaması, geçmişteki her anın başlangıca yaklaşmanın yol açtığı dehşet duygusu içinde yeniden yaşanması.”

Böylece Büyük Çöküntüye sahip çıkmamız gerektiğinden söz ediyor. “Tavrımız ilerlemeyi, yeniden yapılanmayı olumlamak olmamalı. Dünyadaki kötüyü, pis kokanı, çirkini, bulantıyı, türüne ihaneti, uygarlığı tahribe yönelik bir tepkiyi ortaya dökebilmeli.”

 

Büyük Çöküntüye de kötüye sahip çıkmaya da varım, zamanı geriye yönelik olarak yaşamak da çok cazip geldi*, ama niye “geçmişteki her anın başlangıca yaklaşmanın yol açtığı dehşet duygusu içinde yeniden yaşanması”?!

Sonumuz bir “son” olmayacak, “sona vardığımızda” bitmeyecek de hayatımız, başlangıca dönüp orada mı yok olacağız?

Peki neden?

“Zamanın geriye yönelik olarak yaşanması”na tamam, ama şu an zamanı ileriye yönelik olarak yaşadığımızı nereden biliyoruz? Zamanın belki de geriye yönelik olarak ‘tekrar’ yaşanacak olmasının, neden ilk tekrar olduğunu düşünüyoruz? Belki de zamanı büyük çöküntüden (sondan) büyük patlamaya (başa) kadar bir kez yaşadık ve şu anki ileriye yönelik olarak yaşamak dediğimiz şey aslında zamanın geriye yönelik olarak yaşanması…

Yani ileri-geri diye bir şey yok!

Eğer gelecekteki bir Büyük Çöküntüden sonra geriye doğru tekrar yaşayacaksak hayatı (ki dehşet duygusu haricinde bu iyimser bir bakıştır) yine ilerliyor (yol almak anlamında) olmayacak mıyız? Büyük Çöküntüden uzaklaşarak ilerliyor olmayacak mıyız? Büyük patlamaya, başa yaklaşmak neden gerileme olsun? Ne diye Büyük Patlamada iş bitsin?

 

*“İnsanlık Öldü mü?”de daha basit bir şekilde açıklanmıştı bu. Bu konuda Papini’yi de katabiliriz, Gog’dan: “Olgun insanın niteliği olan akıl ve kuvveti olan mantık yerine gittikçe ilham, bilinçaltı ve seziş, yani genç yaşlara mahsus olan irrasyonel geçiyor.”

Benim tanımlamam da geliyor: Laptoplu mağara adamları…

 

 

 

İLERİ (YUKARIYA DOĞRU)

Apandisit


Kısa Çöp’teki “Resmen” adlı öykümden çıkarttığım bir bölüm:

Biz insan kulları aciz ve sınırlı yaşamlarımız içerisinde Tanrının yaratıcılığıyla boy ölçüşmelere kalkışmışızdır. Ama şu da var ki, Tanrı’yla bizi karşı karşıya getiren yerde -Tanrının zaten bulunduğu, bizim ise ancak düş gücümüzün itkisiyle gidebildiğimiz gökyüzünün katlarından birindeki o uzamda- kuşandığımız öyle bir silahımız vardır ki, bu, Tanrının bile geri çekilmesine, en azından bir süre duraklamasına yol açar.

Bu, çakı benzeri bir silahtır. Ama özel bir çakı, şu her bir köşesinden kaşık, çatal, bıçak, törpü, tırnak makası, şarap ve bira açacakları, tornavida ve çekiç çıkan çakılardan. Bu çakı işlevselliğinde bir silah, her insana Tanrı tarafından doğuştan bağışlanmıştır. Bu gizli kollar açıkken bir insanın yaşamı boyunca uğraş tuttuğu sanatları -zanaatları- yapmasına yardım eden araçlar, kafasındakini aktarıp dünyaya kalıcı bir şeyler bırakmasını sağlayan malzemeler (renkler, şekiller, kelimeler, melodiler...) önümüze serilir; ama henüz açılmamış ve siz araştırıp bulmasanız kendiliğinden açılması o kadar da kolay olmayan haliyle karşınızda dümdüz, şekilsiz, tuhaf ve gizemli bir “şey” gibi durur, ne işe yaradığını bilmediğimiz bir apandisit... Önceleri böyle işe yaramaz bir organ gibi görünür. Onu yaşamları boyunca böyle görmeye devam edenler var, araştırmaya, içinde ne gizlediğine, insanoğlunun içinde ne gizlediğine bakmayanlar var. Tanrının yalnızca başkalarını ödüllendirdiğini, lütfunu kendilerinden esirgediğine inananlar, inanmak isteyenler; kendilerindeki o sonsuz kadar büyük olduğu için görülmez “şey”i hissedemeyip gündelikçi olmaktan öteye geçemeyenler var. (Herkesin sanatçı olabileceği değil söylemeye çalıştığım ama herkesin yaptığına sanatsal bir derinlik katabileceği...)

Çakının sırrı bununla da kalmıyor. Onun asıl sırrı, işlevselliğini fark edemeyenlerin, asla göremeyecekleri bir özelliği: Bu çakının sizin kullanmakta ustalaştığınız yönü öyle bir kullanılabilir ki, çakı elinizde upuzun bir kılıca dönüşür, sivri ucu Tanrıyı dürtüp onun sizin varlığınızdan haberdar olmasını sağlar. Tanrıyı öyle cennetin ağaçlarının birisinin altında koyunlarını otlasınlar diye ovaya salmış çoban gibi huri düşleri görerek uyuklarken dürttüğünüzde ve dürttüğünüz şey de onun size bağışladığı çakıdan onu bile şaşırtacak bir başarıyla yarattığınız keskinliğiyle parlaklığı, etkileyiciliğiyle irkilticiliği savaşan kılıcınız olduğunda, Tanrının bu hareketinizi -belki siz farkında bile değilsinizdir yaptığınızın- bir düello teklifi olarak algılaması mümkündür.

Ve işte o zaman, düzeni sağlansın diye doğayı kendi kendini tekrar etmeye mahkum eden bu varlık, kurduğu döngüden kurtulabilecek zeka verdiği biz kullarını kıskanıp, düellonun sonucunu sağlama bağlamak amacıyla yeteneklerimizi köreltmeye kalkışabilir. (Koyduğu yaşam kanununun açığından yararlanır; hastalığa düşürür bizi, gözlerimizi köreltir, kötüyü sadece kötüyü görme takıntısı yaratır içimizde, hatta delirmemizi sağlar...)

 


GERİ (YERİNDE SAYARAK)


 

Çıkış Yok - Yıkış Çok

Gözlerinde iştah, gözlerinde umutsuzluk. Gözlerinde tutku, gözlerinde cahillik. Gözlerinden tanıdım ben o adamı. Gözlerinden yargıladım. Gözlerinden suçladım. Gözlerinden masumladım.

Gözlerinden tanıdım ben o adamı: Sadece bir örneğiydi milyonlarcasının. Kitap hakkında tartışanların arasında daha okumadığı için susmak zorunda kalan milyonlarcasının. Bilse ki bir zamanlar öyle bir kitap yayınlanmıştı; bilse ki okumak gerekti; okurdu vakit geçirmeden. Bilmese ki yüzlercesi okunmuştu ondan sonra, binlercesi; bilmese ki fark kapanmamacasına açılmıştı; yetişmeye gayret ederdi.

Bilse ki çıkış vardı hiç durmaz çıkardı. Biliyordu ki ne yaparsa yapsın nafile, o insanlardan, o hayatlardan çok uzaktı. Midesini bozacak bir yemeği yemeye koyulmadı. Yetişemeyeceğini anladığı bir trenin peşinden de koşmadı. Baktı, baktı... Cahilliğine verdi, anlamazlıktan geldi.

 

İLERİ (RAKİBİNİN ÜZERİNE)


 

Tenis

Final maçı. Oyunculardan biri eski ustalardan yeni bir eleştirmen tarafından “Servis atmak dışında hiçbir becerisi yok” diye eleştirilmiş maçtan önce. Oyunun sonları. En riskli bölümler. Servis hakkı onda. İlk serviste ace deniyor, olmuyor, ikinci serviste riske girmemesi beklenirken onda da ace deniyor, çift hata yapma pahasına. Ve yapıyor, çift hata. Bir sonraki sayıda yine ace deniyor ve yapıyor, hata; bir sonrakinde yine deniyor ve yapıyor, hata; bir daha deniyor ve yapıyor, sayı... Sonraki dakikalarda sanki üzerindeki bir büyüyü bozmuş gibi. Tutuk oyunuyla sayı, set verip, kendine geldiği anlarda sayı, set alarak son sete kadar başa baş geldiği maçta öne geçiyor ve son seti rakibine artık sayı da set de vermeden alıyor. Sanki olumlu bir büyü yapılmış gibi.

Kazanmayı başardı! Kazanan o mu peki, kendisi mi, yoksa bu kadar isteğe, bir büyüyü bozacak isteğe karşı koyamayıp becermesine izin veren Tanrı mı?

Belki ikisi birden... İrade ve kader...

 

Diğer taraftan rakibi: O hiçbir şey yapmıyor: Ama belki de izin veriyor.

İzin veren oysa... O tanrı değil midir? Yapan değil de izin veren? Tanrı gibi değil midir?

 

İnsan nasıl izin verir? Tanrı gibi tabii ki: Bir şey yapmayarak. Engellemek için bir şey yapmayarak.

En zoru ne peki, kazanmasına izin verirken?

 

Kaybettiğine üzülmüş gibi yapmak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder