İLERİ GERİ METİNLER
İLERİ
Oyun
Çocuk,
kişiliğinin geçmiş oyunlardan kavrayabildiği kadarını, bir zaman sonra
yetişkinler dünyasında, kendisinden önce “yetişmiş” insanların oyunlarında
denemeye başlar. Önce birkaç sonra birçok kez kazanır. Çocukken oynadıklarının
aksine sonraki ya da başka oyunlara sıfırdan değil birikimleriyle başlar. Bu
birikimler yeteneğindeki gelişme değildir sadece, geçmiş oyunlarda karşı tarafı
yenmesi sonucu kazandığı para, kredi, bağlantılar, şöhret gibi şeylerdir aynı
zamanda. Öyle bir yere gelir ki katıldığı oyunda artık oyuncu değildir, oyunun
sahibidir. Kasadır. Oyunu kurandır, oynatandır. Kaybetmesi neredeyse
olanaksızlaşırken, her elde ne kadar kazanacağını bile hesaplayabilir.
Gelecekte oyunu ne yönlere doğru geliştirebileceği ve hangi başka oyunlara da
el atabileceğiyle ilgili planlar yapmaya başlar. Bir süre sonra bulunduğu
durumda yaptığı şey, bugünü yaşamak değil geleceği planlamaktır. Her şeyi
kontrol edebilen bu kişi zaten artık oyuncu değildir ya, kaybetme riski olmadan
oynanan, şimdiki anın zevkine ve heyecanına varılmadan yaşanan oyun da artık
oyun olmaktan çıkar. (Onun için olduğu kadar onun yönetiminde oynayanlar için
de... artık oyundan bahsedilemez bile.) Bu, olması istenen, planlanan bir durum
değildir tabii ki, ama artık öyle bir bilinçsizlik durumuna gelinmiştir ki tam
da bunun olması planlanır, olması planlanacak şeyin bu olduğu sanılır (oyunu
yok edecek bir durumun oyuna dahil olamayacağı gerçeği yadsınır, amacın oynamak
olduğu düşünülmediğinden oyunun varlığını koruyucu bir kural koymaya da baştan
gerek görülmemiştir zaten). Kazanmanın daha riskli hâle gelmesi -isterik bir
tutkuya dönüşmedikçe- oyunu daha heyecanlı kılar ya (gerçekten “oyun” olan bir
sistemde kaybetmek bir zarar değil, kazanmak kadar doğal bir sonuçtur)
oynatanın yapmaya çalıştığı ise riski azaltıp kârı sabitlemektir -ya da kâr
artırma hamlelerindeki riski azaltmaktır. Başardığında, artık oyunculuktan
çıkmış olan bu insan zaten belli bir yaşa gelmiştir ve ne kadar farklı oyunlar
oynamış olsa da, (oyundan) tat alma duyusunu kaybettiğinden, aslında
hiçbirinden çocukken aldığı zevki alamamıştır. Ama o güne kadar yaptıkları da
genel, soyut anlamıyla bir oyun olduğundan, her oyunda olduğu gibi kazanç
tümüyle bırakılmadıkça başa, o ilk, saf heyecana dönmek olanaksızdır.
GERİ
Zaman
İlerlemenin
karşısında gerilemenin, kötülüğün olumlanması.
Yazarımız
Yaşar Çabuklu. Kitabı: Kovulanın İzi (Metis). İnsanın hep ilerleme arzusu
içinde olmasından bahsediyor Çabuklu. Ve bunun Büyük Patlamayla evrenin
oluşması ve bir genişleme sürecine girmesiyle bağlantılı olduğunu düşünüyor.
“Ancak bugün dünyanın ileriye yönelik evriminde bir tıkanmaya işaret eden
belirtiler var. Bunlar acaba evrenin genişlemesinin galaksilerin çekim gücünün
ağır basması sonucu durması ve evrenin bu kez daralmaya başlayarak ilk konumuna
benzer bir noktaya varmasına yol açacak Büyük Çöküntünün bir habercisi olabilir
mi? Bu durumda zaman bugünle geleceğin aynı olduğu noktada duracaktı. Gelecek
duygusu kaybolacak, insanın geçmişi bu kez onun geleceği olacaktı.”
Çabuklu
“geçmişin insanı çekmesinden” söz ediyor. “Özgürlüğü gelecekte arama yerine
geçmişe yönelme eğilimleri güç kazanıyor; çocukluğa, ana rahmine, ilkel insanın
dürtülerine, korkuya. İnsan üst beyin faaliyetlerinden uzaklaşarak hayvanlarla
paylaştığı alt beyin faaliyetlerine yöneliyor.” diyor. Ve geçmişin, insanın
hafıza kaybını cezalandırırcasına intikamını tek yolla alabileceğini söylüyor.
“Büyük çöküntü sonucu insanlığın zamanı geriye yönelik olarak yaşaması,
geçmişteki her anın başlangıca yaklaşmanın yol açtığı dehşet duygusu içinde
yeniden yaşanması.”
Böylece
Büyük Çöküntüye sahip çıkmamız gerektiğinden söz ediyor. “Tavrımız ilerlemeyi,
yeniden yapılanmayı olumlamak olmamalı. Dünyadaki kötüyü, pis kokanı, çirkini,
bulantıyı, türüne ihaneti, uygarlığı tahribe yönelik bir tepkiyi ortaya
dökebilmeli.”
Büyük
Çöküntüye de kötüye sahip çıkmaya da varım, zamanı geriye yönelik olarak
yaşamak da çok cazip geldi*, ama niye “geçmişteki her anın başlangıca
yaklaşmanın yol açtığı dehşet duygusu içinde yeniden yaşanması”?!
Sonumuz
bir “son” olmayacak, “sona vardığımızda” bitmeyecek de hayatımız, başlangıca
dönüp orada mı yok olacağız?
Peki
neden?
“Zamanın
geriye yönelik olarak yaşanması”na tamam, ama şu an zamanı ileriye yönelik
olarak yaşadığımızı nereden biliyoruz? Zamanın belki de geriye yönelik olarak
‘tekrar’ yaşanacak olmasının, neden ilk tekrar olduğunu düşünüyoruz? Belki de
zamanı büyük çöküntüden (sondan) büyük patlamaya (başa) kadar bir kez yaşadık
ve şu anki ileriye yönelik olarak yaşamak dediğimiz şey aslında zamanın geriye
yönelik olarak yaşanması…
Yani
ileri-geri diye bir şey yok!
Eğer
gelecekteki bir Büyük Çöküntüden sonra geriye doğru tekrar yaşayacaksak hayatı
(ki dehşet duygusu haricinde bu iyimser bir bakıştır) yine ilerliyor (yol almak
anlamında) olmayacak mıyız? Büyük Çöküntüden uzaklaşarak ilerliyor olmayacak
mıyız? Büyük patlamaya, başa yaklaşmak neden gerileme olsun? Ne diye Büyük
Patlamada iş bitsin?
*“İnsanlık
Öldü mü?”de daha basit bir şekilde açıklanmıştı bu. Bu konuda Papini’yi de katabiliriz,
Gog’dan: “Olgun insanın niteliği olan akıl ve kuvveti olan mantık yerine
gittikçe ilham, bilinçaltı ve seziş, yani genç yaşlara mahsus olan irrasyonel
geçiyor.”
Benim
tanımlamam da geliyor: Laptoplu mağara adamları…
İLERİ
(YUKARIYA DOĞRU)
Apandisit
Kısa
Çöp’teki “Resmen” adlı öykümden çıkarttığım bir bölüm:
Biz
insan kulları aciz ve sınırlı yaşamlarımız içerisinde Tanrının yaratıcılığıyla
boy ölçüşmelere kalkışmışızdır. Ama şu da var ki, Tanrı’yla bizi karşı karşıya
getiren yerde -Tanrının zaten bulunduğu, bizim ise ancak düş gücümüzün
itkisiyle gidebildiğimiz gökyüzünün katlarından birindeki o uzamda-
kuşandığımız öyle bir silahımız vardır ki, bu, Tanrının bile geri çekilmesine,
en azından bir süre duraklamasına yol açar.
Bu,
çakı benzeri bir silahtır. Ama özel bir çakı, şu her bir köşesinden kaşık,
çatal, bıçak, törpü, tırnak makası, şarap ve bira açacakları, tornavida ve
çekiç çıkan çakılardan. Bu çakı işlevselliğinde bir silah, her insana Tanrı
tarafından doğuştan bağışlanmıştır. Bu gizli kollar açıkken bir insanın yaşamı
boyunca uğraş tuttuğu sanatları -zanaatları- yapmasına yardım eden araçlar,
kafasındakini aktarıp dünyaya kalıcı bir şeyler bırakmasını sağlayan malzemeler
(renkler, şekiller, kelimeler, melodiler...) önümüze serilir; ama henüz
açılmamış ve siz araştırıp bulmasanız kendiliğinden açılması o kadar da kolay
olmayan haliyle karşınızda dümdüz, şekilsiz, tuhaf ve gizemli bir “şey” gibi
durur, ne işe yaradığını bilmediğimiz bir apandisit... Önceleri böyle işe
yaramaz bir organ gibi görünür. Onu yaşamları boyunca böyle görmeye devam
edenler var, araştırmaya, içinde ne gizlediğine, insanoğlunun içinde ne
gizlediğine bakmayanlar var. Tanrının yalnızca başkalarını ödüllendirdiğini, lütfunu
kendilerinden esirgediğine inananlar, inanmak isteyenler; kendilerindeki o
sonsuz kadar büyük olduğu için görülmez “şey”i hissedemeyip gündelikçi olmaktan
öteye geçemeyenler var. (Herkesin sanatçı olabileceği değil söylemeye
çalıştığım ama herkesin yaptığına sanatsal bir derinlik katabileceği...)
Çakının
sırrı bununla da kalmıyor. Onun asıl sırrı, işlevselliğini fark edemeyenlerin,
asla göremeyecekleri bir özelliği: Bu çakının sizin kullanmakta ustalaştığınız
yönü öyle bir kullanılabilir ki, çakı elinizde upuzun bir kılıca dönüşür, sivri
ucu Tanrıyı dürtüp onun sizin varlığınızdan haberdar olmasını sağlar. Tanrıyı
öyle cennetin ağaçlarının birisinin altında koyunlarını otlasınlar diye ovaya
salmış çoban gibi huri düşleri görerek uyuklarken dürttüğünüzde ve dürttüğünüz
şey de onun size bağışladığı çakıdan onu bile şaşırtacak bir başarıyla yarattığınız
keskinliğiyle parlaklığı, etkileyiciliğiyle irkilticiliği savaşan kılıcınız
olduğunda, Tanrının bu hareketinizi -belki siz farkında bile değilsinizdir
yaptığınızın- bir düello teklifi olarak algılaması mümkündür.
Ve
işte o zaman, düzeni sağlansın diye doğayı kendi kendini tekrar etmeye mahkum
eden bu varlık, kurduğu döngüden kurtulabilecek zeka verdiği biz kullarını
kıskanıp, düellonun sonucunu sağlama bağlamak amacıyla yeteneklerimizi
köreltmeye kalkışabilir. (Koyduğu yaşam kanununun açığından yararlanır;
hastalığa düşürür bizi, gözlerimizi köreltir, kötüyü sadece kötüyü görme takıntısı
yaratır içimizde, hatta delirmemizi sağlar...)
GERİ (YERİNDE SAYARAK)
Çıkış Yok - Yıkış Çok
Gözlerinde
iştah, gözlerinde umutsuzluk. Gözlerinde tutku, gözlerinde cahillik.
Gözlerinden tanıdım ben o adamı. Gözlerinden yargıladım. Gözlerinden suçladım.
Gözlerinden masumladım.
Gözlerinden
tanıdım ben o adamı: Sadece bir örneğiydi milyonlarcasının. Kitap hakkında
tartışanların arasında daha okumadığı için susmak zorunda kalan
milyonlarcasının. Bilse ki bir zamanlar öyle bir kitap yayınlanmıştı; bilse ki
okumak gerekti; okurdu vakit geçirmeden. Bilmese ki yüzlercesi okunmuştu ondan
sonra, binlercesi; bilmese ki fark kapanmamacasına açılmıştı; yetişmeye gayret
ederdi.
Bilse
ki çıkış vardı hiç durmaz çıkardı. Biliyordu ki ne yaparsa yapsın nafile, o
insanlardan, o hayatlardan çok uzaktı. Midesini bozacak bir yemeği yemeye
koyulmadı. Yetişemeyeceğini anladığı bir trenin peşinden de koşmadı. Baktı, baktı...
Cahilliğine verdi, anlamazlıktan geldi.
İLERİ (RAKİBİNİN
ÜZERİNE)
Tenis
Final
maçı. Oyunculardan biri eski ustalardan yeni bir eleştirmen tarafından “Servis
atmak dışında hiçbir becerisi yok” diye eleştirilmiş maçtan önce. Oyunun
sonları. En riskli bölümler. Servis hakkı onda. İlk serviste ace deniyor, olmuyor,
ikinci serviste riske girmemesi beklenirken onda da ace deniyor, çift hata
yapma pahasına. Ve yapıyor, çift hata. Bir sonraki sayıda yine ace deniyor ve
yapıyor, hata; bir sonrakinde yine deniyor ve yapıyor, hata; bir daha deniyor
ve yapıyor, sayı... Sonraki dakikalarda sanki üzerindeki bir büyüyü bozmuş
gibi. Tutuk oyunuyla sayı, set verip, kendine geldiği anlarda sayı, set alarak
son sete kadar başa baş geldiği maçta öne geçiyor ve son seti rakibine artık
sayı da set de vermeden alıyor. Sanki olumlu bir büyü yapılmış gibi.
Kazanmayı
başardı! Kazanan o mu peki, kendisi mi, yoksa bu kadar isteğe, bir büyüyü
bozacak isteğe karşı koyamayıp becermesine izin veren Tanrı mı?
Belki
ikisi birden... İrade ve kader...
Diğer
taraftan rakibi: O hiçbir şey yapmıyor: Ama belki de izin veriyor.
İzin
veren oysa... O tanrı değil midir? Yapan değil de izin veren? Tanrı gibi değil
midir?
İnsan
nasıl izin verir? Tanrı gibi tabii ki: Bir şey yapmayarak. Engellemek için bir
şey yapmayarak.
En
zoru ne peki, kazanmasına izin verirken?
Kaybettiğine
üzülmüş gibi yapmak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder