6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 4: Polyanna Auschwitz'de


POLYANNA AUSCHWITZ’DE


 

“Yaşam düşünenler için bir komedi; hissedenler içinse bir trajedidir.” (Horace Walpole)

 

 

İntihar bir “özgür ölüm” müdür?

Ahmet Cemal’in “Ölümün Estetiği ya da Jean Amery” adlı denemesinde geçiyor “özgür ölüm” tanımlaması. “1912’de Musevi bir ailenin çocuğu olarak Viyana’da doğan, asıl adı Hans Mayer olan Jean Amery babasını Birinci Dünya Savaşı’nda yitirir. 1938’de Belçika’ya sürgüne gitmek zorunda kalır. 1943 yılında Belçika’da yeraltı direniş örgütünde çalıştığı için Gestapo tarafından tutuklanır. Bir süre işkence gördükten sonra toplama kamplarına gönderilir. Savaş sonunda İngilizler tarafından kurtarılır. Sonrasında Avrupa’nın en tanınmış deneme yazarları arasına girer. 1978 yılında, 66. yaş gününe birkaç gün kala, Belçika’da değil, ama bir zamanlarki vatanı Avusturya’da, Salzburg kentinde bir otel odasında yaşamını kendi eliyle noktalar.”

Jean Amery intihar eder. “Bu herhangi bir bunalım anında, anlık bir eylemle değil, son derece soğukkanlı, önceden düşünülerek gerçekleştirilmiş bir ’özgür ölüm’dür. Amery insanın yaşamına kendi eliyle son vermesini anlatmak için Almanca’da ‘kendine karşı işlenen cinayet’ anlamına gelen sözcüğü değil, fakat tam çevirisi ‘özgür ölüm’ olan sözcüğü yeğlemiştir.”

 

Acı

Jean Amery “hayvanın, özgür ölüm diye bir şey bilmediğini, çünkü özgürlüğün ne olduğunu bilmediğini” söyler. Hayvanın özgürlüğün ne olduğunu bilmemesinin nedeni özgürlüğün kavramsal bir gerçeklik olmasıdır herhalde. O zaman hayvan yine kavramsal bir gerçeklik olan ölümü de bilemez. “Kurt kuzunun canını kendi canına katarak ölümü yenmek ister.” der Canetti. Kurdun eylemini felsefi amaçlarla gerçekleştirdiğini söylemeye çalışmıyordur sanırım Canetti! Kurdun sadece karnı acıkmıştır; ölümü yenmek değil, yaşamda kalmak için kuzuyu öldürür. Hayvandaki ölüm korkusu değil, yaşama dürtüsü bence. İnsandaki ise ölüm korkusunun da etkilerini taşıyan, bazen de tümüyle ölüm korkusunun neden olduğu bir yaşama dürtüsü. Korkunun etiketini taşıyan ya da korkudan üretilmiş her şey gibi yaşama dürtüsü de insanda sağlıksız bir şekilde ortaya çıkabilir bu yüzden.

Hayvanın kavramsal gerçeklikleri kavrayamaması, bu nedenle içgüdüleriyle hareket etmesi hayvanları “hata”dan muaf tutar diyebiliriz. (Yani kurdun kuzuyu öldürmesi bir cinayet değildir… Peki köpeğin kediyi boğazlaması!?) Hata (yalan, kötülük) insana özgüdür. Çünkü çoğu kez insan da bazı kavramları, örneğin yaşamı, ölümü ya da özgürlüğü tam ve doğru olarak kavrayamaz, yorumlayamaz; doğru akıl yürütmeyi her zaman başaramadığı için, içgüdülerini yanlış algılayabilir ve yanlış yönlendirebilir yaşamını. Bu aşamada “acı”yı sokar ölümle arasına. Fazlasıyla sokar.

İlk -ve son- koyun kes(ilirken izley)işimde gözleri bağlı ikinci koyunun başına gelecekleri fark edip paniğe kapıldığını görmüştüm. Bir bilgin benzer bir tecrübede ikinci koyunun umursamazlığından söz ediyor. Onun koyunu sanırım şu lafı doğruluyor: “Hep başkaları ölür. Biz onların ölmesinden kendimizin de öleceğini çıkartırız. Hayvanda bu çıkarım yetisi yok.” Benim koyunum niye paniğe kapıldı o zaman? Belki benim koyunum daha bilinçliydi, bilginin koyunu daha aptal ya da soğukkanlı! Benim koyunum kan kokusunu almış, tehlikeyi hissetmiş olabilir. Peki hissettiği tehlike aslında neydi? Ölümü mü hissetti! Benim koyunumun derdi öldürülmek değildi belki de, acı çekmekti. Çünkü hayvan acıyı deneyimlemiştir. Hayvanlardaki korku ölüm korkusu değil de içgüdüsel bir acı çekme korkusu mu? O zaman “bilinçli” bir koyun şöyle der herhalde “can havliyle” meelerken: “Bana acı çektirme”. İnsan ise şöyle der: “Acı çektir ama öldürme.” Evet, ölüm korkusu insanı acıyı kabul etmeye yöneltebiliyor.

Sadece ölümden kaçmak için acıyı aramaz insan. “Fiziksel acı duymak yaşadığımızı anlamamıza yardım eder... Öte yandan yaşama sarılmak, yaşamı sürdürmek için bizi kışkırtacak olaylar yoksa, bu tür olayları arar, ortamı hazırlar ve tekdüze, kaygısız, önemsiz yaşamaktansa utanç ya da acı duymayı yeğ tutarız...” (Saul Bellow / Boşlukta Sallanan Adam)

Tabii acı sadece fiziksel olarak düşünülmemeli. Hislerine karşılık vermediği erkek tarafından birkaç günlüğüne tutsak edilen bir kadın tanımıştım. Adam sinirlenip bıçağı kaptığında kadın ona güzel sözler söyleyerek gönlünü alıyordu. Böylece birkaç gün sonra kadın kurtulmayı başarmıştı. Burnu bile kanamamıştı kadının, herhalde bu yüzden ruhunda ne tür çizikler oluşmuş olabileceğini soran olmadı...

Toplama kamplarındaki insanlar da ölmemek için ve kurtulma umuduyla türlü acılara, işkencelere katlanıyorlar. Ya ölüm orucundakiler? Onların yaptıkları kendi kendilerine işkence değil mi? Evet, yaşamak için, insan gibi yaşamak için, ama yine de yapılan şey kendi kendine işkence. Hayvanlar dünyasında işkence var mı? Kendi kendine işkence yapan hayvan var mı? İşkence değil, ama toplu intihar eden hayvanlar geliyor aklıma...

İşte Kafka’nın hayvanı: “Hayvan, hışımla çekip alır kırbacı efendisinin elinden ve kendi efendisi olmak için kendi kendisini kırbaçlar, bilmez ki bu, efendisinin kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir hayalden başka bir şey değildir.”

Ahmet Cemal Jean Amery’yi anma konuşmasından şunu alıntılar: “Bunların hepsi de (Stefan Zweig, Paul Celan ve Peter Szondi) o cehennemlerin ardından yaşamda kalmalarını bir anlamda haksız buldular ve hep bu haksızlığın düzeltilmesi gerektiği düşüncesiyle yaşadılar.”

Yaşamda kalmayı haksız bulmak!..

Bülent Somay iyi tespit eder: Yas, kaybı unutmadan kabullenmenin bir yoludur. Yasını tutmayı başardığınız bir kaybı unutmazsınız, ama intikam duygusunu da bir kenara bırakabilirsiniz artık. Kaybınızı hafızanızda saklayarak yolunuza devam edersiniz. Şiddetin dili egemen, çünkü yas tutamıyoruz. O zaman da intikam ve intihar iki büyük seçenek olarak duruyor önümüzde. Kendi ölümlerimizin yasını tutabilirsek öldürmeyi de seçmeyeceğizdir artık. İntikam ve intihar çaresizlerin işidir. Oysa çektiğimiz acıyı anlamak bir çare sunar bize. Bu dünyayı kendimiz ve herkes için değiştirme içgörüsünü sağlar...”

Toplama kampından kurtulan başka birisini dinleyelim, Mario Levi aktarıyor: “Yaşadıklarını, o gördüğü ölümleri kitaplarıyla ölümsüzleştirmek isteyen Elie Wiesel’in ‘Toplama kamplarını her anlatışımda biraz daha sıradanlaştığına inanıyorum.’ demesi boşuna değil. Yaşananların anlatılamadığı bir yer var öyleyse.”

Elie Wiesel anlatmak için daha iyi kelimeler, daha iyi ifadeler bulmaktan söz etmiyor, anlatımın sıradanlaşmasından da söz etmiyor sanki. Sözünü ettiği, yaşadıklarının, anılarının sıradanlaşması. Belki ne kadar sıra dışı olurlarsa olsunlar acıların bile sıradanlaştığı bir yer var. Ve bu sıradanlaşma yaşamın iyileştirici, dengeleyici etkisi. Bunun “duyarsızlaşma”yla bir ilgisi yok. Acıların kanıksandığı bu aşama, yaşamın bulması gereken yol belki.

İşte, Kafka da bunu yapmaya çalışmış: “(...) öykü, nasıl da eşi bulunmaz bir iğrençlikte!(...) belki yazdıkça ve kendimi özgür kıldıkça, senin gözünde daha arınmış ve sana daha layık biri olacağım, ama şurası kesin ki, içimde atmam gereken daha çok şey var (...)” (Kafka’nın “Dönüşüm”ü yazarken nişanlısı Felice’ye yazdığı mektuplardan. Öykü, diye sözü edilense “gerçek” Dönüşüm!..)

Alain de Botton “Aşk Üzerine” romanında ilginç bir durumdan söz eder. İspanya’ya kısa bir tatile gittiklerinde kız arkadaşı hastalanır. Doktor durumu gayet normal karşılar, “(...)mutluluk tehdidiyle ani bir korku şeklinde beliren anhedonia teşhisi koyar. (...)pastoral çevreyle yüzleşince dünyevi mutluluğun belki de pek uzaklarda olmadığı gerçeğini aniden fark eden ama böyle bir olasılığa karşı şiddetli bir fizyolojik tepkinin ağına düşen turistlerde sık görülen bir hastalıktır bu.” Sadece acının değil hazzın da fazlası sağlıksız bir şey olabiliyor demek ki. Dengenin acı lehine bozulması nasıl insanın aleyhineyse haz lehine bozulması da öyle. (Kendini yaşarken cennette sandığı için hastalanan biri “iyileşmezse” intihara kalkışabilir belki. Bu tür bir ölüme “özgür ölüm” denilebilir mi?)

“His, zevkleri ya da mutlulukları değil acıları hissetmekle özdeşleşir oldu. Ruhu olan insan, acılara duyarlı insan demekti aynı zamanda. (…) Sanatçıların acılarına karşın değil acılar sayesinde yarattıkları düşüncesi oldukça yaygındır.” (Botton)

Hidrojen ve oksijen atomlarından oluşan su gibi ya da gündüz ortamdaki karbondioksitten, geceleri de oksijenden beslenen bu nedenle yatak odasında durması zararlı olabilen bitkiler gibi insan da hem hazlardan hem acılardan besleniyor değil mi?

Oysa insan, yaşamıyor yakınıyor, yaşamı yakınarak tanımlıyor. Ölüm korkusunun da neden olduğu sağlıksız bir bilinçle, başka yanlış tanımlar getiriyor yaşama.

 

Yaşam

“Bize verilmiş olan kısa yaşam süresi tek şansımızdır(...)” (Jean Amery)

“Artık söylenebilecek ne kaldı? Bir insanın yaşlanmakta olduğu ve bu nedenle yaşamın yalanlarına daha fazla direnmek istemediği mi?” (Jean Amery’nin ölümünün ardından yapılan bir konuşmadan.)

“Her deneyimin yaşamın kalan bölümü için olumlu yönde değerlendirilebileceğine ilişkin Polyanna çözümü, yaşam gerçeğini yaşama en aykırı yanlarıyla tanımış olan Amery’ye yabancıdır.” (Ahmet Cemal)

İnsan yaşamın (Sadık Hidayet’in deyişiyle) “korkunç girdaplar”dan oluştuğunu düşünüyor, ama öte yandan kısa yaşam süresinden yakınıyor! Bir türlü kabul edemediği, yaşamına uyarlayamadığı, sadece süslü felsefi bir söz olarak söyleyip geçtiği o “her şeyin karşıtıyla var olabildiği” fikri üzerine mükemmel bir denge kurmuş olan yaşamın “gerçekleri”nden “yaşamın yalanları” diye söz edebiliyor! Sadece diğer canlıları, dünyayı kendi gerçekliğine uydurmaya çalışmakla kalmıyor, yaşamı da kendi gerçekliğine uydurmaya çalışıyor, yaşamın kendine uymayan yanlarını da “aykırı yanlar” diye dışlıyor! İşin ilginci acıları bela gibi gören insanın başına asıl belalar yaşamda kalma tutkusunun saplantıya dönüşmüş halinden geliyor. Yaşantıların sonu var, ama yaşam devam ediyor, oysa insan sanki tüm insanlık tarihini kendi yaşamak istiyor. Yaşamda kalma saplantısı insanları acımasızlığa, türlü kötülüklere ve öldürmeye kadar götürebiliyor.

(Başka bir “mağdur”, Canetti, ölüm korkusunun ancak yaşamda kalan olarak yenilebileceğini söyler. Kendisini “ölüm düşmanı” olarak adlandırır, ölümü ise en kötü insanın dahi hak etmediği bir ceza, en ağır ceza olarak niteler. Ama ölüm korkusundan ve yaşamda kalma saplantısından kurtulmak için önce ölümü bir ceza olarak algılamaktan kurtulmak gerektiğini göremez. Canetti’nin ve onun gibilerin düşüncelerini geliştirme sürecinde “ölüm düşmanı” olduğunu hiç sanmıyorum, bence “ölüm düşmanı” olarak başladılar işe.)

Bir insanın başkalarını suçlaması anlaşılabilir, bu suçlama haksız bile olsa psikolojik açıdan yararlı da bulunabilir. Bir savunma mekanizmasıdır. Ama yaşamı suçlamak! Haklı olması zaten olası değil bunun, peki insan ruhuna yararı olabilir mi böyle bir tavrın?

Bir esere dönüşmüşse, böylece akıtılmışsa belki evet! Ama kendini kandırmaya yönelmişse...

 

Estetik Ölüm


“Asker bir kahraman ya da bir kurban olarak ölürdü: Kamp tutuklusu ise ancak mezbahaya götürülmüş bir hayvan gibi ölürdü.” (Jean Amery)

Jean Amery’nin büyüklük ve güzellik tutkusuna, aşırı gururuna bakın: “Bu koşullar altında toplama kampındaki düşünen insanın ilk yaşadığı, kafasındaki estetik ölüm tasarımının çöküşü olurdu; özellikle Alman kültürünün egemen olduğu ortamdan gelenler, bu estetik ölüm tasarımın belleklerinde hep taşımışlardır. (..) Bu tasarımı belirleyenler Novalis, Schopenhauer, Wagner, Thomas Mann gibi adlardır. Oysa Aushwitz toplama kampında edebiyat ya da felsefe düzeyinde, ya da müzik bestelerinde geçtiği biçimiyle ölüme yer yoktu. Aushwitz’de ölüm’den Venedik’te Ölüm’e uzanan hiçbir köprü yoktu.”

Jean Amery’nin karşı olduğu ölüm değil aslında, estetik olmayan ölüm. “Düşünen” insanın ölümü ancak estetik olmak kaydıyla hak edeceğini düşünüyor. İntihara “özgür ölüm” demesine katılmıyorum, ama “estetik ölüm” deseydi katılabilirdim. Aslında intihar ederek yaptığı, yapmak istediği de bu değil mi: Estetik ölüm.* Keşke özgürlüğü hiç karıştırmasaydı.

Ama neden karıştırdığını anlayabiliriz sanırım...

 

* Aslında intihar etmesine de gerek yok belki! Micheal Tournier’in “korkunç güzel” tespitine bakalım: “Homoseksüeller AIDS’e Yahudilerin gaz odalarına sahip çıktıkları gibi sahip çıktılar. Homoseksüeller, heteroseksüllerin AIDS’e yakalanmasından hoşlanmazlar, tıpkı Yahudilerin gaz odalarında onlardan başkalarının da bulunduğunun söylenmesinden hoşlanmamaları gibi. En büyük dehşete kendileri sahip çıkmak istiyorlar. Neden mi? Gururdan! Çünkü felakette ezici bir büyüklük ve güzellik vardır.”

 

 

Güç

Ahmet Cemal “Yaşama iradelerini yaşadıkları sürece birbirinden olgun eserler vermek için kullananların sonradan aynı iradeyi özgür ölüm’e yöneltmeleri kimilerine yadırgatıcı gelebilir; dahası böyle bir adım, çoğu kez yapıldığı üzere, bir zayıflık diye bile nitelenebilir.” dedikten sonra zayıflık savına Jean Amery’nin yanıtı olarak değerlendirdiği şu sözleriyle kafa açıcı, etkileyici denemesini bitiriyor: “Kim daha güçlüdür? Özgür ölümü seçen mi, yoksa ne pahasına olursa olsun yaşamak için kendini hep başkalarının iradesine bırakmayı yeğleyen mi?”

Ah biz erkekler! (Bu konuda kadınlar belki ayrı tutulabilir! Onlar acıya bizden daha dayanıklılar ve bu anlamda bizden daha güçlüler. Ama daha da önemlisi kadının “erkek gibi” güçlü olmak zorunda olmaması. “Adam olmak” zorunda olmaması. “Karı gibi” ağlayabilme hakkı olması. Ne yazık ki günümüz kadını bu “ayrıcalığı” istemiyor sanki!) Evet, ah biz erkekler... Öylesine güçlü olmak, olamazsak güçlü görünmek ve başkalarına da güçlü olmayı telkin etmek, giderek onları içten içe zorlamak durumundayız ki, yaşamı acılarla geçmiş bir insan, artık dayanamayıp ölmek istemesindeki samimiyete bile inanmayacağımızı, inançlı, bilinçli ve gayet insani kararını, intihar kararını küçümseyeceğimizi, güçsüzlüğünün doğal sonucu olan bu kararı yüzünden onu aşağılayacağımızı bildiği için güçlülük mazeretleri bulmak zorunda kalıyor. Belki de Jean Amery toplama kampından kurtulmasından intiharına kadar geçen 30 küsur yıl boyunca intiharını değil de intiharına nasıl mazeret bulacağını düşündü!

Bir dostum çok güzel ifade etmişti: “Zayıflığını bilir de kabul edemez, kabul ederse iyice zayıflık olur!”

Çünkü biz zayıflığın kabul edilmesinin daha büyük bir cesaret ve güç olduğunu unutuyor da güçlü olmayı beceremeyen insanlarda bile güçlü görünme arzusu yaratıyoruz. Güçlü olmayı yüceltmemiz insanı zayıflığından utanır bir hale getiriyor. Zayıflık yasak çünkü. Zayıflık kötü. Zayıflık da kötülük, acı ve ölüm gibi yaşamın “aykırı yanı”, gerçeği değil yaşamın “yalanı”. Sonuç: Yaşam olduğu gibi duruyor: Hâlâ zayıfız; hâlâ kötülük kol geziyor, hâlâ acı çekiyor ya da başkalarına acıyarak içimizi rahatlatıyoruz, hâlâ öleceğiz. Zayıf olabileceğimizi kabul etmediğimiz için zayıfız, daha zayıfız. Ne zaman bükemediğimiz yaşamın elini öpmesini –ama sadece onunkini- öğreneceğiz.

“Doğaya yalnızca ona boyun eğmekle hükmedebiliriz.” (Bacon)

Jean Amery, elimdeki metinler doğrultusunda ve onu anlayabildiğim ölçüde güçsüz bir insandı (güç, kendini başkalarının iradesine bırakmamak için intihar etmenin dışında bir yol bulmaktır.) Böyle doğmuş ya da şartlar onu böyle olmaya yöneltmiş olabilir. Ama o –umduğum kadarıyla- güçsüzlüğünün bedellerini (örneğin Hitler gibi) başkasına ödetmeye çalışmamıştır. Bu onun gibi bir insan için çok büyük (ve yeterli) bir başarıdır. Çünkü:

“Her insan insan değildir...” (Elio Vittorini / Sicilya Konuşmaları)

“İnsanların büyük çoğunluğu sadece yarı insan sayılır, bunların arasında da hayvanlardan farksız kimseler yer alır.” (Hermann Hesse)

Hitler zayıf bir insandı, bu zayıflığını kimsenin anlamaması için bulduğu çareye bakar mısınız! Acınacak bir insan olmamak için nefret edilecek bir insan olmayı tercih etti. Oysa Kafka da zayıf bir insandı, zayıflığına bulduğu çareyi alkışlıyorum.

Ama yine de Kafka’nın bu konuda iyi (ideal) bir örnek olmadığını düşünüyorum. Sadece yazdıklarının yakılmasını istemesinden değil yazdıklarının içeriğinden dolayı da.

Ahmet Cemal “Franz Kafka Türkiye’ye Ne Verebilir?” başlıklı denemesinde bu konuya değiniyor: “Kafka’nın böceği, görünüşte kendi istenci dışında böceğe dönüşmüş gibidir; ne var ki anlatının akışı boyunca eskiden bir üyesi olduğu insan toplumunu farklı bakış açılarından tanıdıkça, artık onların arasına insan olarak dönme isteği de söner ve bir böcek olarak ölümü yeğler.”

Ahmet Cemal “Kafka’nın dünyasını salt sanrılardan oluşma diye değerlendirenlere karşı çıkmak için, Kafka’yı anlayabilmenin ancak ‘sağlıklı’ bir bilinçle olanaklı” olduğunu söylüyor.

Benim karşı düşüncem, Bülent Somay’ın özeleştirel bir konuşmasından yapacağım bir alıntıda çok iyi belirtiliyor: (Sting için) “Herif hem İngiliz, hem zengin, hem de erkek. E tabii istesen şiddete hiç değmeden yaşayabilirsin sen, derdim. Daha sonraları bu tepkimin biraz safça, kendine acımaktan zevk alan bir tepki olduğunu anladım.”

Gerçekten de neden kendine acımak? Kendini küçük görmek? Kendini bir “ucube”ye dönüştürmek? Bence kendini böceğe dönüştürmek, bunu düşünmek sağlıklı bir bilinç değildir. Gerçektir, doğaldır, insanidir ama sağlıklı değildir. Bu güçsüzlüktür. Bunun güçsüzlük olduğunu anlayabilmek (ve tabii bu güçsüzlüğü küçük görmemek)... İşte asıl bu anlayışa ulaşmak sağlıklı bir bilinçle mümkündür.

Duyarlı ve güçlü, akıllı ve iyimser, ölüm korkusunu da yaşama tutkusunu da saplantıya dönüştürmemiş, tüm kötülüğüne ve kırılganlığına karşın insandan umutlu bir insanın (başka çare olmadığından değil tam da çare insandan umutlu olmak olduğundan) kendini asla böceğe dönüşmüş hayal etmeyeceğini düşünüyorum. Böylece çok önemli bir korumayı gerçekleştirmiş olacaktır: Doğru insan tanımının korunması. Doğru insan düşüncesinden uzaklaşılmaması. Kafka kendini ezilmiş hissediyor olabilir ve kırılgan insanın duyarlılığını, isyanını, içe kapanıklığını, kaçışını dile getiriyor olabilir. Ama bu “Kafka’nın insanı”dır ve böceğe dönüşmekten başka çaresi olmayabilir. Bunun dışında “İnsan” gerçekten de “Böceğin ezilmişliğine asla yakışmaz”. *

 

*

Kafka’nın salt sanrılardan oluşmuş bir dünyayı anlatmasına, kahramanını “hissettiği” hayvana dönüştürmesine hiç bir itirazım olamaz, çünkü o bir edebiyatçıdır. Bir filozofun, bir düşünce adamının olması gerektiği gibi yaşamın dengesini bulmak değil, anlatısının dengesini kurmaktır işi.

Ahmet Cemal Jean Amery için, “Eserlerinin tümü, yanılsamalara, aldatıcı avuntulara hiç yer vermeksizin, doğrudan insanın ve yaşamın gerçekliğine yöneliktir” diyor. Jean Amery’nin hiçbir eserini okuma şansım olmadı. Burada onu ele almamın nedeni, yaşamda benzerine çokça rastlanan insan tipinin bir örneği olmasıdır sadece. Eserleriyle ilgili bir yorum yapamam. Belki birçok sanatçıda olduğu gibi eserleriyle, eserlerindeki felsefeyle yaşamı yan yana koyulduğunda tutarsızlıklar sergiliyordur. Çünkü eserleri öyle olabilir ama Ahmet Cemal’in alıntılarından öğrenebildiğim kadarıyla Jean Amery’nin yaşamı “doğrudan insanın ve yaşamın gerçekliği”ne değil insanın ve yaşamın gerçekliğinin sadece bir yönüne yöneliktir. Ben Jean Amery’nin yaşamıyla “Yaşam”ı, Jean Amery’nin insan kişiliğiyle “İnsan”ı karşılaştırdığımızda ortaya çıkan “yanılsamaları, aldatıcı avuntuları” göstermeye çalışıyorum.

 

 

Peki neden güçsüz oluruz? Ya da neden yeterince güçlü olamayız? Çünkü yeterince bağımsız değilizdir.

 

Özgürlük


“Evet, yaşam sahip olduğumuz tek şeydir, ama sahip olunabileceklerin en yücesi değildir; özgür ölüm, insani özgürlüğümüzün en uç noktadaki vurgusudur. (…) Kim daha güçlüdür? Özgür ölümü seçen mi, yoksa ne pahasına olursa olsun yaşamak için kendini hep başkalarının iradesine bırakmayı yeğleyen mi?” (Jean Amery)

Daha “özgür” özgürlük tanımları olabileceğine inanıyorum; dahası, daha özgür yaşamlar olabileceğine. Bakalım...

Jean Amery sürgündeyken şunları yazar: “Ben, artık bir ‘ben’ değildim ve herhangi bir ‘biz’ içerisinde yer almıyordum. Ne pasaportum, ne geçmişim ne de bir tarihim vardı. (...) Atalarımın elinden bile vatandaşlıkları alınmıştı, bu nedenle sürgüne beraberimde yalnızca onların gölgelerini götürebilmiştim.”

Bir hikaye kahramanının yangında evini, ailesini yitirdikten sonra söylediği şu sözler uzun zamandır notlarım arasında: "Bir zamanlar gözümün içi gibi baktığım her şey bir gecede yok oldu. Artık özgürüm.”

 

İki insanın başına da felaket geliyor. Algılamaları ne kadar farklı. Oysa Jean Amery’ninki bir sürgün, ikincisininki düpedüz bir yok olma. Ama ikinci alıntıdaki “kahraman” köklerinden daha bağımsız, bir biz’den ayrı düşünebildiği ben’liğine daha tutkun ve hakim, özgürlüğe daha yakın gözükmüyor mu?

Jean Amery köklerini çok seviyor, onlara çok bağlı, belli; ikinci “kahraman” nasıl bağımsız olabiliyor bu kadar, sevmiyor mu o kimseyi, duygusuz mu, bu derece bağımsız olunabilir mi?

Örneğin bir baba sevgisi: "Sizin hiç babanız öldü mü, benim bir kere öldü kör oldum." (Cemal Süreya)

Peki insan babasını sevmeyebilir mi? Örneğin şöyle bir babayı sevmeme hakkımız yok mu?: “Benim evladım bana benzemedikten sonra ha olmuş ha olmamış benim için birdir.” (Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir kahramanı)

Kafka’dan baba kavramının sakıncaları: "Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır." Oysa toplum ayıplar: “İnsan hiç babasını sevmez mi?” Botton “Hitler’in çocukları sevdiğini duymak hoşlarına gitmez insanların” diyor. Şöyle söylerler herhalde bu insanlar Botton’a: ”Ari ırkı olarak yetiştirmek için seviyordur tabii, daha saf ve yönlendirilmemişler ne de olsa!” Haklılar tabii ama ben de şöyle katılabilirim sohbete: “Birçok ebeveyn benzer şekilde davranmıyor mu çocuğuna!” Birkaç “masum” ebeveyn örneği var önümde: İşiyle ilgili önemli bir sınav sırasında eşinin doğum haberini aldığı için çocuğuna Sınav adını veren bir babadan söz etmişlerdi! Bir de, bunalıma girdiği için hastaneye kaldırılan orta yaşlı birisi var. Geçmişiyle, yetiştiriliş tarzıyla ilgili başkaca hiçbir şey sormamıştım, adı söylenince. Adı Kral’mış.

Bunların verebileceğim en basit, en “saf” örnekler olduğunu tahmin edersiniz...

Burada “baba” için söylediklerim yerine göre anne, aile, kökler için de geçerli olabilir. Örneğin “ev” için. “Ev, insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi.” (Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası.)  Peki korunma ve süreklilik gereksinimimizi bir “beton yığını”yla değil de içsel bir mekanizmayla tatmin etmeye çalışmak bize hiç kaybetmeyeceğimiz bir yuva sağlamaz mı, dağılıp gitmeyi engelleyebilir miyiz böylece?

Ahmet Cemal de aynı görüşü ifade ediyor “Sanat Kavramı Üzerine Bir Deneme” başlıklı yazısında: “(...)birbirine kan bağıyla bağlı bulunanların birbirini “doğal” olarak sevmeleri, kim olursa olsunlar “büyükleri” saymak,(...) genelde bireylerin yaşamlarını artık kendileri yönetmeye başladıklarında bile tartışma konusu yapmayı düşünmeyecekleri konulardır. Yine genelde olmak üzere, insan -çoğu kez bilincine varmaksızın- yerleşik her türlü düzene en azından görünüşte uymayı sonrasız bir görev sayacak kadar kendi içine doğduğu gerçekliğin tutsağı kılan bir varlıktır.”

Kendimizi bir şeyle tarif ettiğimizde, o şeyi kendimizi anlatmak için kullanırız sadece... O şeyler “biz” değildir “biz”le ilgilidir sadece. Onlara benzeriz, bir kavramı örnekle açıklamaya yaklaşmak gibi yaklaşırız onlarla kendimizi anlatmaya... Örnek vererek, benzeterek kavramın sadece bir yönünü anlattığımızı unuturuz oysa çoğu kez, o kavramı o örnekle sınırlarız. Kavramı sadece eksik değil aynı zamanda yanlış tanımlamaya, anlamaya kadar gider bu. Bir “örnek”:

-Turuncu nasıl bir renk?

-Portakal rengi gibi.

-Turuncu yuvarlak mı yani?

Sonuçta örnekler kavramları tam olarak açıklayamaz, yoksa zaten o kavramın adı olurdu. Baba, ev, sahip olunan (ve hatta olunan) şeyler de insanı, ben’i, üstelik sadece bir yönünü açıklamak için örnekler olabilir sadece ama ben’in kendisi olamaz. Bunu unutursak ben’i bu örneklere tutsak etmiş oluruz.

(Kötü) Deneyimlerimizle “belirlenen”, yaşadıklarımızın (olumsuz) izlerini “taşıyan” düşünceler, felsefeler, ideolojiler kendilerine “özgür” denmeyi hak eder mi? Tüm bunlara rağmen özgür düşünebilir miyiz?

Bir örnek: Mehmet Serdar trafikte arabalarından çıkmış kavga eden iki insandan söz ediyor: “Onlar da bizim gibi her an patlamaya, öfke saçmaya, yumruk savurmaya hazır insanlardan yalnızca ikisiydiler. Rastlantılarla koşullar yerine gelmiş, şiddet dizginlerinden boşanmıştı. Kuşkusuz hatalıydılar.” Buraya kadar tamam. Özeleştiri de içeren olağan bir yaşam dramını anlatıyor Mehmet Serdar. Bir sonraki cümlelerde olayın belki de birbirlerini öldürmeye kadar gidebileceğinden endişe ediyor: “Ama bir an öfkelerine yenilmelerinin bedelini yaşamlarıyla mı ödemeliydiler? Ölümü bile hak ettirecek bir yanlış mıydı bu?” Burada biraz duralım. Anlatım kişisel bir isyana dönüşmeye başladı. Olay halen sıradan, hatta birbirlerini öldürseler bile sıradan! Ama anlatım sıradan çıkmaya meylediyor. Ve bir sonraki cümlelerde de başarıyor bunu, yaşama iftiraya yöneliyor. İnsan hatası, bir anda yaşamın hatası olarak algılanmaya başlıyor. “Yaşam bu kadar sert, boşluksuz ve acımasız mıydı? Yanlış yapan hemen elenip gidecek miydi?”

Ahmet Cemal’in bir başka denemesini ele alalım, “Borovski’nin Tanıklığı”: “Borovski’ye göre Auschwitz bir kuraldışılık değildir. Bir kural-olandır. Dünya tarihi de birbirini izleyen Auschwitz’lerden oluşmadır.” Bundan sonra Borovski şuraya gelir: “Bugün Platon’un yalan söylemiş olduğunu biliyorum. Çünkü dünyada olup bitenler ideali yansıtmaz, bu olup bitenlerin içinde yalnızca insanların o ağır ve kanlı çabaları vardır.”

Borovski bu satırları Auschwitz’de tifüsten yatarken, aynı kampın kadınlar bölümündeki nişanlısına yazmış. Bunu ona acımanız için değil, durumuyla düşüncesi arasındaki tutarlılığı(!) anlatabilmek için belirtiyorum. Borovski’nin tanıklığı yaşamın bir bölümüne tanıklıktır, ve bu nedene Borovski’nin yorumu yaşamın doğru yorumlanışı değildir. Borovski’nin yorumuyla yaşamın bütünsel gerçekliği arasındaki bağ kopuktur! İnsan başına bir bela gelince Platon’un yalan söylediğini düşünebilir. Ama Platon doğruyu söylemiş. Tam tersi bir görüşü de savunabilirdi Platon. Ama bunun da bir önemi yoktur, çünkü yaşam sizin ya da benim ya da Platon’un söylediğiyle belirlenmez.

“Umut en büyük kötülüktür demek umudun kötülük olmadığı gerçeğine dokunamaz, bunu ifade eden insanı, onun yaşamını umuttan uzaklaştırır sadece. Yaşam insanlar onu şöyle ya da böyle yaşıyorlar diye şöyle ya da böyle olmaz. Hiçbir insan yaşantısı yaşamı yıkamaz, hiçbir insan umutsuzluğu umudu yerinden edemez.” (Schopenhauer)

Üstelik bu sözü Schopenhauer gibi “umutsuz filozof” denilen biri söylüyor; bu, sözü daha değerli kılıyor.

 “Dünyadaki her olay bir mecazdır, her mecaz da açık bir kapıdır, ruh hazırsa bu kapıdan geçerek dünyanın derinliklerine inebilir.” (Hesse)

Ama ruh hazır değilse, ya da yanlış etkilenimlerden dolayı tek taraflı derinlikleri görebiliyorsa sadece, portakal örneğinde olduğu gibi turuncunun yuvarlak olduğunu (belki böylece turuncunun da yuvarlağın da ve giderek yaşamın da anlamsız olduğunu) düşünebilecektir.

Jean Amery’ye dönersek... İnsan yoğun acılar sonucunda ölümü isteyebileceği bir noktaya gidebiliyor. O yoğun acılar değil mi bu ölümün komutanı, insanın kendi saf, etki altında kalmamış ya da etkilerden sıyrılmış iradesi değil ki. “Jean Amery’nin özgür ölümünün kökenlerinin, İkinci Dünya Savaşı’na, ülkesini bırakmak zorunda kaldığı, daha sonra işkence gördüğü ve toplama kamplarına gönderildiği yıllara kadar uzandığı saptanır. Yazar, “üstesinden gelinmesi, izlerinin silinmesi olanaksız” şeyler yaşamıştır.” Böyle bir ölüm özgür olabilir mi? Özgürlük, tam anlamıyla özgürlük, kökenlerden kurtulmak, “izleri” silmek, “üstesinden gelmek” değil midir? “Olanaksız” tanımlaması Jean Amery’nin yaşamı için geçerli olabilir. Ama başaran tek bir insan örneği bile bunun başarmanın “olanaklı” olduğunu göstermeye yetmez mi.

Sürgündeki insanın şaşkınlığı, endişesi, korkusu temelde varoluşsal bir şaşkınlık değildir. İnsanın “dünyaya gelmiş” olmasıyla, şu ülkede, şu anne babadan dünyaya gelmiş olması arasında varoluşsal bir fark yoktur. İnsan bu yaşamsal etkilerin varoluşunu etkilemesine izin vermemeyi başarabilir. Ahmet Cemal “Yüzyılımızın nice edebiyat ürünlerinde rahatlıkla olası diye sergilenen bir çözüm, yani “ikinci vatan edinmek” gerçekte Amery’ye göre hiç de bir çözüm değildir.” der. İkinci bir vatan edinmenin “rahatlıkla” olası olduğunu sergileyen bir eser de yaşamın sadece bir bölümünün gerçekliği üzerine kuruyordur gerçekliğini. Jean Amery de buna karşıt başka bir bölüm üzerine kuruyor yaşamını; o sanki uyum sağlamamaya programlamış kendini. Belçika’ya, sürgüne gizlice giderken edinmiş olduğu izlenimi(!) dile getiriyor: “Kar diz boyuydu; kapkara çam ağaçlarının vatanımdaki kardeşlerinden farklı bir görünümü yoktu, ama bunlar artık Belçika çam ağaçlarıydı ve biz, onların bizi istemediklerini biliyorduk.”

Belçika çam ağaçları mı var! Çam ağaçları insan seçer mi, ırkçılık yapar mı!

Herkesin kendince bir mantığı, yaşama bakışı vardır tabii. Ama bir üst mantık, Yaşam’ın mantığı da yok mudur, bize mantıksızlığımızı göstermek için orada bekleyen?

Benzer bir “kendince” mantık ve yaşama bakış örneği: İki arkadaşım lafı ortak bir arkadaşımıza dokundurarak, insanın nasıl kuş avladığına akıl sır erdiremediklerinden söz ediyorlardı. Merakla sordum: “O zaman balık avlanmasına da karşısınız?” Hayır, balık avlanmasına karşı falan değillerdi, o gayet doğal, normaldi!

Jean Amery ölümünü hür iradesiyle, hiçbir şeyin etkisi altında kalmadan kendi seçmemiştir, yaşadığı “üstesinden gelinmesi, izlerinin silinmesi olanaksız” şeyler neden olmuştur ölümü seçmesine. “Kendince” bir mantıkla, taraflı bir bakışla, ölümün tarafını tutan bir bakışla yaşam için oy kullanmamıştır. Özgürlük herhalde intihar düşüncesinden özgürleşmesi olurdu. Ölümden, toplama kampında beynine kazınmış ölüm düşüncesinden özgürleşmesi. O zaman belki de kaderi farklı olurdu. Ama ben herkes gibi Jean Amery’nin de –kendine itiraf etmese de- seçtiği bir yaşamı yaşadığını düşünüyorum. Herkesin özgür olması gerekmiyor.

İntihar herhangi bir şekilde özgür ölüm olabilir mi? Belki, yaşamı seven ama daha çok ölüme tutkun bir insanın intiharı... Yaşamı sevmeyenin kendini öldürmesi özgür ölüm olabilir mi! Eğer yaşamı hapishane ya da toplama kampı gibi görme yanılgısına düşmüşseniz, yaşamı bir “bağlılık” olarak algılıyorsanız, ama bir de özgürlüğe özeniyorsanız, yaşamdan kaçmanın bir özgürlük olduğunu tabii ki düşünebilirsiniz. Ama bu da özgür ölüm ile değil, intihar etme özgürlüğü ile açıklanır ancak.

 

Bilinç


Amery’nin yaşamı bilen, bilerek yazmış biri olduğuna değinilir. “Sürgünlüğün ne olduğunu bilen yaşamda da bazı yanıtlar almış demektir.”

Evet ama, örneğin askerdeki en korkunç düşmanının kendini ölmeye terk etmediğini gören insandan daha fazla mıdır aldığı yanıtlar? Benim örneğimdeki insan, insanların iyi de olabileceklerini düşünür, yaşamın tümünü kapsayan bir düşünce, bilinçtir bu. Halbuki acıyı tanıyan çok az insan yaşamın kötü de olabileceğini düşünür. Acıyı tanıyan çoğu insan için yaşam tek kelimeyle “kötü”dür!

Amery yaşamı biliyor mudur gerçekten? Yoksa o sadece kötüyü, acıyı mı biliyordur? Yaşamı bilmek yaşamı tüm olasılıklarıyla bilmek değil midir?

Bilgiyle bilinçten birini seçmem gerekse bilinci seçerim, hem de hiç düşünmeden. Bilgiden çok bilince inanırım. Bilinç, o olmasa bilgiyi doğru kullanamayacağımız şeydir. Bilinç sahibi olmadan bilgi sahibi olmak bir işe yaramaz. Duygular da mantık da çıkarcı olabilir çünkü, bilinç bunu dengeler, aralarını bulur.

Ölüm konusunda bir çok insanın “gevşek”, “ciddiyetsiz” diyebileceği bir tutumum vardır... Neredeyse şu tutum gibi bir şey: “Bir Fransız olduğu kadar bir Çinli de olmaya çalışmıştır. Leghorn’da bir deprem olur; Flaubert oturup gözyaşı dökmez. O deprem kurbanlarına duyduğu sempati yüzyıllarca önce zorba bir hükümdarın değirmentaşını çevirirken ölen kölelere duyduğu sempatiden çok değildir.  Şoka mı uğradınız? Buna tarihsel bir imgeleme sahip olmak denir. Buna, yalnız tüm dünyayı değil tüm çağları da kendine vatan bilmek denir. Bu Flaubert’in “zürafalar ve timsahlardan insana, yaşayan her şeyle Tanrı önünde kardeş olmak” dediği şeydir. Buna yazar olmak denir.” (Julian Barnes - Flaubert’in Papağanı)

Bu alıntıyı bilmeyenler, bilseler de ne söylendiğini algılamamış olanlar, algılasalar da “fazlasıyla tanrısal bir tavır” bulup “böyle insan var mı hiç” diyenler, daha çok “Bir yakının öldü mü hiç?” diye sorarlar, “Başına geldi mi hiç?” derler; üstelik üstten üstten bakarak, sanki övünerek... Ölümü, en iyi, bir yakını ölmüş olanların bilebileceği önyargısı...

Halbuki bir yakının ölmesi eğer belli bir bilinç seviyesinde değilse (ya da bu bilinç o yakınını kaybetmesi sonucu sakatlanmışsa) insanın ölüm konusunda yanlış bir fikre saplanmasına neden olabilir.

Bunu başka bir örnekle daha iyi açıklayabilirim. İdam cezasına karşı olan bir insan düşünün. Bir gün bir yakını canice öldürülüyor. “O caniyi düşündükçe...” diyor ama gerisini getiremiyor. İdam edilmesini istiyor, onun “da” ölmesini istiyor. Ama daha önceki idam karşıtı düşünceleri hatırından çıkmıyor. Bu durumu bir önceki örnekteki gibi rahatlıkla “Başına geldi de gerçeği gördü” diye mi açıklamalı? Bu insan idam cezasına karşı olan başka birisine şöyle mi diyecektir: “Konuşuyorsun ama başına gelmeden bilemezsin.”

Metnin başındaki “Yaşam düşünenler için bir komedi; hissedenler içinse bir trajedidir.” alıntısından daha iyisi söylenmiş çok daha önce, Konfüçyüs tarafından: “Bir insanın akıllı davranması için üç yol vardır: Birincisi iyi düşünmektir, bu en soylusudur. İkincisi taklit etmektir, bu en kolayıdır. Üçüncüsü denemiş olmaktır, bu en acısıdır.”

Zaten, bazı düşünceler düzene sokulmuş önyargılardır...

“Benmerkezcil” kelimesini çok seviyorum. Bu kelimeyi basitçe kendini merkeze koymak diye açıklayalım. Önemli bir gerçeği dile getiriyor kelime bu durumda: Çünkü insan kendini merkeze koymak zorundadır. Her insan bunu yapar, en “yakıcı” örnek çocuğu için kendini feda eden anne örneğidir herhalde. Anne çocuğu için kendini feda etmemiştir temelde, anneliği için kendini feda etmiştir, çocuğu olmasa ya da onun için kendini feda etmese anneliği ortadan kalkacağı için... Benmerkezcil kendini merkeze koyandır ama bencil kelimesinden farklı olarak benmerkezcilin zenginliği, benmerkezcil insanın kendinden sonraya, kendi merkezinin çevresine, ikincil bir yere başkalarını da koyabilme olasılığıdır. “Bencil”le birlikte “sencil”i de içinde barındırma olasılığıdır. Ama ikincil, üçüncül, dördüncül... sıralar hâlâ benmerkezcilin kendi ben’inden oluşuyorsa o zaman ona bencil demek eğilimindeyim. Yani “önce kendini düşünmek” değil, “sadece kendini düşünmek”tir sakınılması gereken, benmerkezcillik değil bencilliktir. Bencil insan ise işi daha da ileriye götürebilir, bazen sadece kendini düşünmekten de geriye düşebilir, kişisel deneyimlerden herkesçe geçerliymiş gibi felsefeler çıkartabilir. Kişiselliğini evrenselmiş gibi yorumlamaya meraklıdır. Dikkat edilmezse evrenselliğe yönelik süsü verilmiş bir dolu kişiselliğin aslında bencilliğe sapmış olduğu gözden kaçar.

İnsanın, yaşantısının özel, kişisel, somut felsefesini geliştirmesi yanında, Yaşam’ın ve İnsan’ın genel, bağımsız, soyut felsefesini de yakalaması sonra bu ikisinin arasında, Yaşam’ın ve İnsan’ınkini “kayırarak” bir uyum yaratması gereklidir. Ama insan ne yazık ki bencilliğini doğal olarak en yoğun yaşadığı, ama henüz kavramları sağlam bir temele oturtup yorumlayamayacağı çocukluk çağlarından edindiği deneyimler doğrultusunda bir felsefe ediniyor. Özgür yorumlayamıyor Yaşam’ı. Yaşam’a karşı kendi yaşantısını kayırıyor. Nasıl başarılı olabilir ki! O yüzden bana birçok “tecrübeli” filozofun düşünceleri çocuksu geliyor. Birçok yaşlı insan olgunlaşacağına çocuklaşıyor. Oysa yaşlı insan, bilge bir çocuk olmalıdır. Felsefe, onu yaşantınıza uydurarak yapılamaz.

Edebiyatçı, eğer kişiselliğini evrenselleştiremezse eseri iyi edebiyat eseri sayılmaz, ama felsefe için geçerli değil sanki bu. Yaşamından çıkardığı sonuçları anı değil de, yaşam görüşü olarak değil de, insanoğlunun salt gerçekliği diye aktaran bir dolu “filozof” var. Edebiyat ise buna izin vermez. Onun felsefeye üstün yönüdür bu. (Felsefenin zor yanı da burada ortaya çıkar. Edebiyat bir terapi olabilir ama felsefe asla.)

Yaşamın karşıtının ölüm olduğu düşünülür. Halbuki ölüm, doğumun karşıtıdır; ve, ölüm ve doğum, yaşamın içinde yer alan ikiliklerdir.

Yaşamın karşıtı “yaşam olmayan”dır, (varlık) olmak ya da (varlık) olmamak... Yaşamdaki diğer ikilikler (sıcak-soğuk, iyi-kötü, olumlu-olumsuz, tez-antitez ve üzerinde durulmayan ölüm-doğum ikiliği ) yaşamdaki, yani olmak’ın içindeki ikiliklerdir. Bir de yaşamın, “olmak’ın” karşıtı olan “olmamak” vardır. Yaşam, karşıtı “olmayan” bu yüzden de mutlak olan şeydir. “Gerçeğin zıttı yoktur.” der Braque.

Ölüm, (ya da doğum) yaşamın sadece bir yönünü açıklayabilir, portakal örneğinin turuncunun sadece bir yönünü açıkladığı gibi. Ölüm düşmanı olmak (Canetti) (ya da doğum düşmanı olmak, Cioran), yaşamın ayaklarından birine düşman olmak, yani yaşama düşman olmak demektir.

Yaşam kötüyü de barındırdığı için “bu yönü” kötülenebilir, “iyi yönü” yüceltilebilir. Ama yaşamın kendisinin kötülenmesi yararsız bir çabadır.  Felsefenin amacı bu yüzden yaşamın haklı çıkarılması, olumlanması olmalıdır. Felsefe yaşamı karşısına değil arkasına almalıdır. Bunun tersi hiçbir felsefe gerçeği bütünüyle ifade edebilmiş olamayacaktır. Yaşamı karşısına alan felsefe kendi içini boşaltır, kendi kendini hiçleştirir.

Belki de işkence, bu kötü dediğimiz yaşam, acılar, savaşlar, tüm kötülükler şunun için vardır: Yaşama arzusunun gücünü sınamak için. Belki de Polyanna haklıydı.

Peki Polyanna’nın iyimserliği nereye kadar gider acaba?

 

Doğal Ölüm


“Bize verilmiş olan kısa yaşam süresi tek şansımızdır, ama yapısıyla kendini yadsıma, ortadan kaldırma özgürlüğünü de içerir; özgür ölümü seçen böylece yaşamını, saçma olarak “doğal ölüm” diye nitelendiren olay gerçekleşmeden önce noktalayan kişi, var oluşumuzun bizim için olanaklı kıldığı en köktenci ve en canlı eylemi gerçekleştirmiş olur; özgür ölüm, tasarımlayabileceğimiz en görkemli ve en anlamsız ütopyadır.” (Ahmet Cemal)

“Doğal” kelimesi üzerine biraz düşünmek istiyorum. Yaşamdan neredeyse hiçbir beklentisi olmayan bir insan tanımıştım. Hırslı insanın anti-tezi gibi görürdüm onu. Ona “Sen tam bir nihilistsin!” derdim. “Ama tek bir eksiğin var, bunun üzerine düşünmüyorsun, bunun felsefesini oturtmuyorsun, dillendirmiyorsun.” Sonra ne dediğimin farkına vardım: Ona bir hırs değilse bile bir istek yamamaya çalışıyordum, bir amaç. Nihilizminin sonunu getirecek bir şeydi bu. Bir nihilist nihilizminin üzerine düşünmeye başladığında nihilizmin yok olması gerekmez mi? Arkadaşım (neredeyse) tam bir nihilistti ama benim anladığım anlamda değil, kendisinin olduğu anlamda. Bana şöyle demişti: “Benim cümlelerim kurulmaz.” Bu cümlesini bile kurmamıştı, doğallıkla ağzından çıkmıştı, “kaçmıştı” cümle ağzından. Gerçek bir yaratımdı, ama tabii benim bakışımla, ben not almıştım kurmadığı cümlesini, üzerine başka şeyler kurmak amacıyla, o ise unutup gitmişti. Hep sandığım gibi nihilist yaşamın bir amacı olduğuna inanmayan insan değildi, yaşamda bir amacı olmayan insandı; hiçliği “seçen” insan değildi, hiçliğin içinde yaşayan insandı ve tabii farkında bile olmayan; asıl nihilist, nihilist olduğunu bile bilmeyen insandı.

Ülkesinin özgürlük için savaştığını söyleyen bir İngiliz’e bir “ilkel”, insanın kadın sahibi olmaktan başka bir şey için neden savaştığını anlayamadığını söylemiş…

 Jean Amery hayvanın özgürlüğü bilmediğini söylemişti, doğrudur sanıyorum, ama tam da bu nedenle hayvanın tam olarak özgür olduğunu düşünüyorum. İstediğine sahip olmak için belirlenen amaçlar, planlar, arzular ve bunlara “sahip olmak” insanın yaşamdaki özgürlüğünü nasıl kısıtlıyorsa, özgürlüğe sahip olmaya çalışmak da özgürlüğü kısıtlıyor belki. Özgürlük belki de nihilizm “örneğinde” olduğu gibi özgür olup olmadığını kendine hiç sormamaktır. “Aramıyorum, buluyorum.” Picasso’nun bu ünlü lafında anlatmak istediği türden bir şeydir belki de gerçek özgürlük. Gerçek özgürlük aranmayan çünkü ancak bulunabilen bir şeydir belki de.

Nihilist, felsefesini kurmaya başladığında felsefinin sonunu getirir. Özgürlük amaçlandığı anda, amaca bağlı kalındığından, özgürlükten uzaklaşılır. Bazı şeyler doğal olarak içimizde vardır ya da yoktur. İntihar zaten “doğal ölüm” değil, ama sonsuza kadar yaşamaya çalışmak da doğal değil bence. Tam tersi ecelimizle ölmek doğal, belki bir kazada ölmek bile doğal! 20 yaşındaki Ciaron “Artık hiçbir şey yapacak halim yok.” dediğinde annesi, “Bunu bilseydim doğmadan düşürürdüm seni.” demişti. O günleri hatırlayan Cioran da “Başkaldıracağım yerde gülümsemiştim. Bu da bir esin gibi oldu, talihin ürünü olmak, hiçbir zorunluluk olmadan, bir çeşit özgürlüktü bu.” diye düşünmüştü... Cioran’ın talihin ürünü olmak dediği şey! Tarihin değil de talihin. Cioran doğmasaydık özgür olabileceğimiz sonucuna gitmiştir buradan. Belki de bizi özgür yapan doğumumuzu planlamamış olmaktır! Talih bizi amaçtan bağımsızlaştırdığı için özgürüzdür belki de. Talih bu anlamda sadece bizim belirleyemediğimiz yaşantıları değil de, evet, bizim belirlemediğimiz ve bu nedenle de tarihten, planlardan, duygulardan, bedenin arzularından, aşırı kişisellikten, kendince mantıklardan ve böylece hatadan ama doğruyu yapma zorunluluğundan da bağımsız, özgürce gerçekleştirilen yaşantılara olanak tanıyor değil midir? Sürgün, ailenin kaybı, evimizin yanması, altından kalkabilirsek bizi bağlarımızdan kurtaran süreçler değil midir, tam da bizden “bağımsız” gelişen süreçler oldukları için?

Yaşamın paradoksal yanı mı? “Hiçbir kurala uyma, bu kurala da” kuralı gibi mi? Çelişki, ona “düştüğümüz” için mi doğal? Yaşamın sezgisel yanı mı?

“Düşünen” insanlara kulak verelim:

“Bize hiç danışılmadan varoluşa atılmış olmamızla nasıl uzlaşabiliriz.” (Beckett)

“İnsan planlayarak doğan bir canlı değil. Ve bir yaştan sonra ölümün farkına vardığında yaşamın anlamsızlığının da farkına varıyor. Yaşam anlamsız. Çünkü sonu var.” (Enis Batur)

“İnsan tümüyle kendisi tarafından yaratılmış bir dünyada ancak tam özgürlüğüne kavuşabilir.” (Hegel)

Nasıl yaratırdık dünyayı peki? Yaşam gibi olmazdı kesinlikle, yaşamdan şikayetçiyiz! Yaşamdan başka bir şey planlayabilirdik, evet, sonsuz yaşamı planlardık, sıkıntıyı plan dışı bırakmak durumundayız tabii. Güzel-çirkin, iyi-kötü ve diğer karşıtlıklar yerine herkesi güzel ve iyi planlardık. İstemeyene doğmama hakkı planlardık, doğduktan sonra isteyen için ölümü, intiharı planlardık. (O zaman intihar özgür ölüm olur muydu?) Peki herkes aynı şeyi mi planlardı? Kolayı var: Görüş ayrılığını da planlamazdık! (Karşıtlıkları ortadan kaldırdığımız için görüş ayrılığı zaten var olmazdı.) Kıskançlığı, bencilliği de yok edince aramızdan herhangi biri herkesin planlayacağına tıpa tıp aynısını planlardı. Tek bir kişi... Hepimizin içindeki, ruhundaki şeyi planlayacak tek bir kişi...

Bir an durup bu dünyadan bakalım, birbirimizi kıskandığımız, kırdığımız, kazıkladığımız, öldürdüğümüz bu dünyadan bakalım son bir kez ve soralım: O kişi kim olurdu?

O kişi Tanrı olurdu!

O kişi Tanrı olurdu ve o kadar kalabalığa gerek yok, herkes aynı olacaksa tek bir kişiyi, Adem’i yaratırdı. Sonra... Bir dakika... Bu yaşama fazla benzemeye başladı, “özgür” düşünemiyor muyuz!? Yoksa sonra Tanrı görüş ayrılığını, karşıtlıkları, doğumu ve ölümü mü planlardı? (Tabii ki Havva’dan sonra!) Sanırım Cioran haklı! Özgürlük sadece doğmadan önceki yaşamda. Ve o yaşamda hepimiz biriz, Tanrıyız.

O zaman doğumumuzu biz planladık... Ve ölümümüzü de... Ve talihi de. Yaşamı biz planladık. Bu “tasarımlayabileceğimiz en görkemli ütopya.”

“Dünya yaratılırken tüm insanların sonsuz ruhlarına maddi bir biçime bürünmek isteyip istemedikleri sorulmuştur: Kötülükle yapılacak savaşta bir kenarda kalmaktansa maddi bir biçim almayı onlar kendileri seçmiştir.” Dünyanın en eski din/öğretilerinden birinde böyle deniyor. Acaba o zamanlardan bu yana çok yanlış yerlere mi gittik? Umarım zaman döngüseldir!

Yaşamı biz yarattık, sadece Picasso gibi ne yarattığımızı tam olarak bilmiyoruz, hatırlamıyoruz. Tabii unutmayı da biz planladık. (Cemil Meriç’in “Her yalan bir yaratış.” sözünden hareketle, “Her unutuş bir yaratış.”) Çirkin, kötü, aptal, yeteneksiz, suçlu olmayı da yarattık ki güzel, iyi, akıllı, yetenekli ve masum olmanın anlamı olsun, onları seçebilelim. (İsteyen sonra cennete gitsin.) Her şeyin karşıtıyla varlığını koruduğu fikrini yarattık ki hiç ayrılmasınlar, çünkü ayrılırlarsa dağılırız. Adem’e geri döneriz, ve -öyle yalnızken- yapacağımız tek şey olur, intihar!

Tanrı olmak çok mu zor geldi! Saçma mı geldi? Peki sözlerimi geri alıyorum. Tanrı falan değiliz! Ama Tanrı’yı anlayabiliriz belki bu yolla. Planlayarak doğsaydık -ölümü kimse planlamayacağından- yaşam da olmazdı, doğamazdık bile... O zaman... Doğumumuzu planlasaydık ölümümüzü de planlamak zorunda kalırdık. Tanrı olmasaydı onu yaratmanın gerekeceği gibi, ölüm olmasaydı onu yaratmak gerekecekti. O zaman planlamış olmak ya da olmamak önemli değil, değil mi? Yaşamı planlasaydık da şu an olduğundan farklı planlamayacaktık.

Peki tüm bu düşünceleri yaşamımıza nasıl yediririz? Başımıza her an bir şey gelebilecek olmasının büyük bir özgürlük olduğuna, belki de bunu bizim planladığımıza felsefe yaparak ulaştık, peki bununla uyumlu olarak nasıl yaşayacağız? Bedenimiz istemiyor, etimiz acıyor çünkü, ama ruh sakınca görmüyor. Nasıl birleşeceğiz ruhumuzla, tabii bedenimizi de unutmadan?

“Basit bir biçimde söylenirse temel sorun şudur: ‘Ben yazıyorum’, dediğimde kendim hakkında konuşuyorum; benim bir parçam başka bir parçamın yapmakta olduğu şeyi tanımlıyor. Aynı anda hem gözlemci, hem de gözlediğim nesneyim. Gerçek ‘ben’, bu ikisinden hangisidir?” (Beckett)

Seçmek, seçmediğinden ayrı kalmayı kabul etmeyi gerektirir, denir. Farkındaysanız yine acıya katlanmak felsefesi. Seçimimizin doğru olduğunu bilebilir miyiz... Doğruluğunu sağlamlaştırmak için seçmediğimizin asla seçilemeyecek olduğunu söyleyip yasaklamaya da kalkabiliriz. Seçmek olgunluk değildir, seçmemek de nihilizme götürür bizi, asıl olgunluk ikisini de seçebilmektir. İkisini de içselleştirebilmek. Neden iki ben’imden birini seçmek zorunda kalayım ki? İkisini de hem ayrı ayrı hem de birbiriyle ilişkilendirerek yaşamaya çalışırım.

Acıya karşı hazzı seçiyoruz ama peşimizi bırakmayan acıya kızıyoruz. Ruha karşı bedeni seçiyoruz ama içimizde hep bir huzursuzluk taşıyoruz. İki ben aynı anda var olmaz mı? İki karşıt aynı anda, yan yana. Bütünlüklü olarak. Yaşamda olduğu gibi. Tanrısal ve insani yönümüz.

Ecelimizle ölmenin özgür ölüm olmasının anlaşılması, bunu içselleştirilmesi zor görünebilir. Ama asla insani olmadığı söylenemez. Bunu yaşamımıza katmaya çalışmadan önce düşünüşümüze katmalıyız. Yaşama karşı felsefeler geliştirmeyi bırakmalıyız artık. İnsanın ne kadar tutunamayan olarak hâlâ tutunabileceğini sorgulayabiliriz, bu yoldan yine yaşamı destekleyen felsefeler çıkarabiliriz. İçimizde kendimizi böceğe dönüştürme arzusu varsa bu duygumuzu sonuna kadar yaşayabiliriz. Ama birilerinin de insanın ne kadar üstinsan olmayı kaldırabileceğini sorgulaması gerekiyor. İnsanlıktan çıkmadan ne kadar olgun, güçlü olabiliriz acaba? Zaaflarımıza rağmen üstinsana ne kadar yaklaşabiliriz? Acılarımız sayesinde değil, acılarımıza rağmen nasıl üretebiliriz?

İnsanlığın sanatta ve felsefede olduğu kadar yaşama sanatında da dahilere ihtiyacı var.

“İnsanlar arasında bir Tanrı gibi yaşayacaksın... Çünkü ölümsüzlük nitelikleriyle yaşayan bir insan ölümlü bir insana hiç benzemez...” (Epikuros)

 


DOĞMAMIŞSINIZ, CENNETTESİNİZ

 

Hapissiniz. İki kapılı bir odada. Bir kapı özgürlüğe, diğeri ölüme açılıyor... Birinin önünde doğrucu gardiyan, diğerininkinde yalancı... Tek soru hakkınız var... Hangisine ne sorardınız?

Biraz düşünün, cevabı bulamasak da, düşünmek işe yarar...

Cevap şu: Gardiyanlardan dilediğiniz bir tanesine yaklaşır ve diğer gardiyanı işaret ederek “O, önünde durduğu kapının ne kapısı olduğunu söyler?” diye sorarsınız. Söyleyeceği şey yalandır. Tersini yaparsınız.

Doğrucu, yalancının söyleyeceği yalanı aynen söyleyecektir: Yani yalandır söylediği.

Yalancı, doğrucunun söylediği doğruyu söylemeyecektir. Yani yalandır söylediği.

Doğruyla yalan birbirlerinin üzerine ışıklarını düşürdüğünde yalan kazanacaktır.

Ama biz başka bir yerden devam edelim konuya… O hapisteki insan olsa, ne yapar? Ne yaparsınız, siz olsanız o…

Çoğu insan yerinde oturur. Ölmemek için özgürlük olasılığını yok sayar... Hadi yok saysın, oturmaz da oturduğu yerde; ayağa kalkıp, hücresinde felsefe de yapar: Doğru cevabın bulunamayacağını bile savunabilir... Doğru var olsa bile yalanın olduğu yerde ona üstünlük sağlayamıyordur... Doğru, doğrultusu yalana çevrildiğinde yalanlaşıyor, yalan ise doğruyu kendine benzetiyordur... Kendini yok sayar, sanki dünyada yalanla doğru at koşturuyordur, insandan bağımsız. Kendisinin yalanın zaferine rağmen doğruyu yapabileceğine ve yalanın zaferinden artık söz edilemeyeceğine inanmaz. Yalanın, ancak kendi müdahale etmezse kazanacağını düşünmez. Yalanın zaferinin(!) yalanı görünür kıldığını, görünür kılınan yalanın da yenilebileceğini anlayamaz...

Doğruyla yalanın birbirlerinin üzerine ışıklarını düşürdüğünde yalanın kazanacağı bilgisi bizim doğruyu yapmamızı sağlar...

Bir başka çeşit insan da şöyle bir hikaye kurar: Hapissiniz, iki gardiyan var ve ikisi de doğrucu. İnsanın kötülüğü diye bir şey yok yani... Ama o zaman iki gardiyana gerek yok, teki de yeter... İki kapı da özgürlüğe açılıyor. Hayatın kötülüğü diye bir şey de yok yani. Sorun yok.

Teki haricinde: Siz hâlâ hapissiniz... Doğmamışsınız, cennette hapissiniz.

Ve iki kapı var: Biri doğum, özgürlük; diğeri doğmamak, ölüm (ölümden daha kötü bir ölüm hem de, yaşamadan ölüm…)

Neyi seçerdiniz...


YAZIT KUTUPLAR

 

“Sevgilimin favori ülkesi İspanya, benimki İtalya.” (Bir İngiliz, aslında iki)

“Eşim Küba gibi bir yerde yaşamak istiyor, ben Fransa’da.” (İspanyolun çifti)

“Fransız edebiyatını, müziğini ve Paris’i çok seviyorum.” (Nereli? Daha doğrusu nereli değil?)

“Belçika’da kime sorduysam Brel’den hazzetmediğini söyledi.” (Yukarıdaki Amerikalı)

 

“Eğer şu yeryüzünde rahat ediyorsam bunun nedeni yalnızca var olmak yoluyla burada bulunmaya alışmamdır. Oysa ben başka bir yere ait olduğumu sanıyorum. Nereye olduğunu bilsem her şey düzelecekti ama bu soru nasıl cevaplandırılabilir göremiyorum. İnsanın anlaşılmaz bir özlemle dolu olması olgusu bir “başka-yer”in varlığına işaret sanki.”

Yukarıdaki vasat zihin örneklerine entelektüel bir katkıdan daha ileri gitmeyebilecekken Eugene Ionesco, Yalnız Adam adlı romanının kahramanına şunları da söyleterek kurtulur:

“Bu ‘başka-yer’ benim bulmayı beceremediğim bir ‘burası’ olabilir.”

Bu cümleyle bir anda umutsuzluktan özeleştiriye sapar, tek taraflılıktan kurtulur, olasılıkları düşünerek, üstelik doğru olasılığa da değinerek taçlandırır mantığını. Hâlâ mutsuz olabilir, olmayabilir, ama buradan sonrası bizi ilgilendirmez, buradan öncesi hem ilgilendirir hem bilgilendirirken…

Bu başka-yer benim bulmayı beceremediğim bir burası ‘olabilir.’

İki olabilirlikten birini seçmek ne kadar kolay bazen!

Olasılıklar birbirine taban tabana zıt olsa da. (İpucu şu: Aynı taban)

Gerekli olan şu: Hiçbir olasılığı dışlamamak… (“Asla turayı seçmem” diyen birini düşünsenize.)

Zihin dışladıklarının negatif etkisini hep içinde taşır. Bir de olumlu olasılıklarsa bu dışlananlar... O zaman hayata, kendine ihanetten söz edilebilir… Doğmaya karar verip, bunun farkında olmayınca “hayat kötü” diyen insan, kendi cehennemini yaratmış ve orada yaşıyor-yanıyor demektir.

 

 


OLUMLU DEPREM

 

Tanrı ile Sohbet adlı o harika kitapta şöyle der:

“Ruh, büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda, yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı seçebilir.”

Bunun doğruluk olasılığını araştırmak o kadar gereksiz ki! Şu söylenen, en kötü ihtimalle yüzde on bile doğru olsa, bu tüm dünyayı baştan sona değiştirecek bir şeydir... (Zaten olumlunun gücü de buradadır... Yüzde onu, yüzde doksanı kapsar...)

Bu mantık, olumlu bir depremdir...

Çünkü artık kimse sorumluluktan kaçamaz...

 

“Bu dünyaya kendi isteğim dışında geldim.” diyen kişi için de olurunu düşünelim... Hayata kendi isteği dışında gelmeyi planlamış olmalı.

Böylece “Bu hata elimde değildi, çünkü bu hayat elimde değildi...” diyebilir…

 

İşte, usta bir yazarımız diyebiliyor: 

”Sizin için yazılan bir kaderi yaşıyor olmanızın neresi kötü. Hayatımızı kendimizin yazamayacağı aklımıza hiç geldi mi? Hangi sağduyulu insan hayatını baştan sona yazma ve yazdığı gibi yaşama fikrine uygulayacak kadar (bence aptalca) cesur olduğunu düşünür. Bu ukalalıktır.”

Müthiş bir olasılığı düşünebilen birisi, bu yazarımıza göre, sağduyusuz, aptal, ukala!

 

Çoğu yazara bulaşmış, "Yaşam, daha başında kaybedilmiş bir savaştır." diye ifade edilen Kafkaesk bir  düşünüş...

Acılı edebiyat…

Dünyadaki yazar ve filozofların, iyimser bakarak diyorum ki, yüzde ellisinin boğazına sarılacaksınız, yarım dakika ile bir dakika arası nefeslerini keseceksiniz -birkaç dakika mı lazım, peki- acıyla besleyeceksiniz onları, sonra özgür bırakacaksınız biraz da oksijenle beslenecekler, yeniden doğma durumu yaratacaksınız bir çeşit…

Çoğu, muhtemelen ve açıklayamadığım bir nedenden yine sanki hiç doğmamış gibi yaşamaya ve yine yazdıkları tarzda metinler yazmaya devam edeceklerdir, siz her ne kadar felsefelerini çökertmiş olsanız da nefeslerini kesemeyeceksiniz…

Karl Poper “Aydınların yaklaşımındaki ve bakış açısındaki derinlik, her zaman kötümserliklerindeki derinlikle ölçülür.” der: “Kaygılı insan için başarı ve fiyasko arasında fark yoktur. İkisi de onu aynı şekilde rahatsız eder.“

Buna iyi örnektir Cioran: “Bu sabah banyodayken, radyodan bir gökbilimcinin yüz milyonlarca güneşten söz ettiğini duydum. Tıraş olmayı hemen kestim: Artık tıraş olmak neye yarardı.”

(Ah Cioran ah! Halbuki daha dikkatli tıraş olmalısın artık!)

Jean-Claude Carriere söylüyor oysa: “Küçücük bir köyden, çocukluğumu geçirdiğim kırsal kesimden geldiğim için kişisel olarak daha çok karamsar olma eğilimindeyim –ama, bunun bilincindeyim- çünkü, on beş yaşına değin yaşadığım Cennet görünümündeki dünya yok oldu. Bu yok olmuş çocukluk, beni her şeyin yok olduğunu düşünmeye yönlendiriyor; bu doğru değil.”

“Ama bunun bilincindeyim...”

Oysa çoğu insan sadece kötünün olasılıklarını görerek, üstelik bu olasılığı abartarak hayatlarını, başkalarının hayatlarını kendileri kötüleştiriyorlar... İyinin gerçekleşmesine değil gerçekleşmemesine katkı yapıyorlar, umudu umutsuzluğa, iyiyi kötüye kendi elleriyle dönüştürüyorlar, sonra da, bakın işte iyi hakim değil, kötülük kol geziyor, umut bir işe yaramadı, insanoğlu düzelmiyor, diyorlar.

Yaşamın kötü olduğuna kanıt bulunmadıklarından, onu dünyada yaratmak istiyorlar.

Kötümserlik kötülükten kötü olabiliyor…*

 

*1. Freud’un “masum” suçlular için yaptığı şu tespit, neden bu “olumlu depremzedeler” için de geçerli olmasın: “Bu gibi kişiler kaynağı bilinmeyen bir suçluluk bilincinin ağırlığı altında eziliyor, bir suç işler işlemez üzerlerindeki ağırlık hafifliyor, suçluluk bilinci en azından belli bir eyleme dayandırılıyordu.”

2. Selçuk Erdem’in bugüne kadar hiçbir yerde rastlamadığım harika yakıştırması: Şeytan cehennem ateşlerine heyecanla bakarken şöyle der: “Burası bile böyleyse cennet kim bilir nasıl korkunçtur.”

Tek bir sıkı ironi her zaman dünyanın trajiğini al yukarı eder.

Selçuk Erdem’e karikatürünün dahice olduğunu söylediğimde, teşekkür ettikten sonra “abartmayın canım” dedi. Benzer bir durumu ileride Graham Bell örneğinde vereceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder