POLYANNA AUSCHWITZ’DE
“Yaşam düşünenler için bir komedi;
hissedenler içinse bir trajedidir.” (Horace Walpole)
İntihar
bir “özgür ölüm” müdür?
Ahmet
Cemal’in “Ölümün Estetiği ya da Jean Amery” adlı denemesinde geçiyor “özgür
ölüm” tanımlaması. “1912’de Musevi bir ailenin çocuğu olarak Viyana’da doğan,
asıl adı Hans Mayer olan Jean Amery babasını Birinci Dünya Savaşı’nda yitirir.
1938’de Belçika’ya sürgüne gitmek zorunda kalır. 1943 yılında Belçika’da
yeraltı direniş örgütünde çalıştığı için Gestapo tarafından tutuklanır. Bir
süre işkence gördükten sonra toplama kamplarına gönderilir. Savaş sonunda
İngilizler tarafından kurtarılır. Sonrasında Avrupa’nın en tanınmış deneme
yazarları arasına girer. 1978 yılında, 66. yaş gününe birkaç gün kala, Belçika’da
değil, ama bir zamanlarki vatanı Avusturya’da, Salzburg kentinde bir otel
odasında yaşamını kendi eliyle noktalar.”
Jean
Amery intihar eder. “Bu herhangi bir bunalım anında, anlık bir eylemle değil,
son derece soğukkanlı, önceden düşünülerek gerçekleştirilmiş bir ’özgür
ölüm’dür. Amery insanın yaşamına kendi eliyle son vermesini anlatmak için
Almanca’da ‘kendine karşı işlenen cinayet’ anlamına gelen sözcüğü değil, fakat
tam çevirisi ‘özgür ölüm’ olan sözcüğü yeğlemiştir.”
Acı
Jean
Amery “hayvanın, özgür ölüm diye bir şey bilmediğini, çünkü özgürlüğün ne
olduğunu bilmediğini” söyler. Hayvanın özgürlüğün ne olduğunu bilmemesinin
nedeni özgürlüğün kavramsal bir gerçeklik olmasıdır herhalde. O zaman hayvan
yine kavramsal bir gerçeklik olan ölümü de bilemez. “Kurt kuzunun canını kendi
canına katarak ölümü yenmek ister.” der Canetti. Kurdun eylemini felsefi
amaçlarla gerçekleştirdiğini söylemeye çalışmıyordur sanırım Canetti! Kurdun
sadece karnı acıkmıştır; ölümü yenmek değil, yaşamda kalmak için kuzuyu öldürür.
Hayvandaki ölüm korkusu değil, yaşama dürtüsü bence. İnsandaki ise ölüm
korkusunun da etkilerini taşıyan, bazen de tümüyle ölüm korkusunun neden olduğu
bir yaşama dürtüsü. Korkunun etiketini taşıyan ya da korkudan üretilmiş her şey
gibi yaşama dürtüsü de insanda sağlıksız bir şekilde ortaya çıkabilir bu
yüzden.
Hayvanın
kavramsal gerçeklikleri kavrayamaması, bu nedenle içgüdüleriyle hareket etmesi
hayvanları “hata”dan muaf tutar diyebiliriz. (Yani kurdun kuzuyu öldürmesi bir
cinayet değildir… Peki köpeğin kediyi boğazlaması!?) Hata (yalan, kötülük)
insana özgüdür. Çünkü çoğu kez insan da bazı kavramları, örneğin yaşamı, ölümü
ya da özgürlüğü tam ve doğru olarak kavrayamaz, yorumlayamaz; doğru akıl
yürütmeyi her zaman başaramadığı için, içgüdülerini yanlış algılayabilir ve
yanlış yönlendirebilir yaşamını. Bu aşamada “acı”yı sokar ölümle arasına.
Fazlasıyla sokar.
İlk
-ve son- koyun kes(ilirken izley)işimde gözleri bağlı ikinci koyunun başına
gelecekleri fark edip paniğe kapıldığını görmüştüm. Bir bilgin benzer bir
tecrübede ikinci koyunun umursamazlığından söz ediyor. Onun koyunu sanırım şu
lafı doğruluyor: “Hep başkaları ölür. Biz onların ölmesinden kendimizin de
öleceğini çıkartırız. Hayvanda bu çıkarım yetisi yok.” Benim koyunum niye
paniğe kapıldı o zaman? Belki benim koyunum daha bilinçliydi, bilginin koyunu
daha aptal ya da soğukkanlı! Benim koyunum kan kokusunu almış, tehlikeyi
hissetmiş olabilir. Peki hissettiği tehlike aslında neydi? Ölümü mü hissetti!
Benim koyunumun derdi öldürülmek değildi belki de, acı çekmekti. Çünkü hayvan
acıyı deneyimlemiştir. Hayvanlardaki korku ölüm korkusu değil de içgüdüsel bir
acı çekme korkusu mu? O zaman “bilinçli” bir koyun şöyle der herhalde “can
havliyle” meelerken: “Bana acı çektirme”. İnsan ise şöyle der: “Acı çektir ama
öldürme.” Evet, ölüm korkusu insanı acıyı kabul etmeye yöneltebiliyor.
Sadece
ölümden kaçmak için acıyı aramaz insan. “Fiziksel acı duymak yaşadığımızı
anlamamıza yardım eder... Öte yandan yaşama sarılmak, yaşamı sürdürmek için
bizi kışkırtacak olaylar yoksa, bu tür olayları arar, ortamı hazırlar ve
tekdüze, kaygısız, önemsiz yaşamaktansa utanç ya da acı duymayı yeğ tutarız...”
(Saul Bellow / Boşlukta Sallanan Adam)
Tabii
acı sadece fiziksel olarak düşünülmemeli. Hislerine karşılık vermediği erkek tarafından
birkaç günlüğüne tutsak edilen bir kadın tanımıştım. Adam sinirlenip bıçağı
kaptığında kadın ona güzel sözler söyleyerek gönlünü alıyordu. Böylece birkaç
gün sonra kadın kurtulmayı başarmıştı. Burnu bile kanamamıştı kadının, herhalde
bu yüzden ruhunda ne tür çizikler oluşmuş olabileceğini soran olmadı...
Toplama
kamplarındaki insanlar da ölmemek için ve kurtulma umuduyla türlü acılara,
işkencelere katlanıyorlar. Ya ölüm orucundakiler? Onların yaptıkları kendi
kendilerine işkence değil mi? Evet, yaşamak için, insan gibi yaşamak için, ama
yine de yapılan şey kendi kendine işkence. Hayvanlar dünyasında işkence var mı?
Kendi kendine işkence yapan hayvan var mı? İşkence değil, ama toplu intihar
eden hayvanlar geliyor aklıma...
İşte
Kafka’nın hayvanı: “Hayvan, hışımla çekip alır kırbacı efendisinin elinden ve
kendi efendisi olmak için kendi kendisini kırbaçlar, bilmez ki bu, efendisinin
kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir hayalden başka bir şey değildir.”
Ahmet
Cemal Jean Amery’yi anma konuşmasından şunu alıntılar: “Bunların hepsi de
(Stefan Zweig, Paul Celan ve Peter Szondi) o cehennemlerin ardından yaşamda
kalmalarını bir anlamda haksız buldular ve hep bu haksızlığın düzeltilmesi
gerektiği düşüncesiyle yaşadılar.”
Yaşamda
kalmayı haksız bulmak!..
Bülent Somay iyi tespit eder: “Yas, kaybı unutmadan kabullenmenin bir yoludur. Yasını
tutmayı başardığınız bir kaybı unutmazsınız, ama intikam duygusunu da bir
kenara bırakabilirsiniz artık. Kaybınızı hafızanızda saklayarak yolunuza devam
edersiniz. Şiddetin dili egemen, çünkü yas tutamıyoruz. O zaman da intikam ve
intihar iki büyük seçenek olarak duruyor önümüzde. Kendi ölümlerimizin yasını
tutabilirsek öldürmeyi de seçmeyeceğizdir artık. İntikam ve intihar
çaresizlerin işidir. Oysa çektiğimiz acıyı anlamak bir çare sunar bize. Bu
dünyayı kendimiz ve herkes için değiştirme içgörüsünü sağlar...”
Toplama
kampından kurtulan başka birisini dinleyelim, Mario Levi aktarıyor:
“Yaşadıklarını, o gördüğü ölümleri kitaplarıyla ölümsüzleştirmek isteyen Elie
Wiesel’in ‘Toplama kamplarını her anlatışımda biraz daha sıradanlaştığına
inanıyorum.’ demesi boşuna değil. Yaşananların anlatılamadığı bir yer var
öyleyse.”
Elie
Wiesel anlatmak için daha iyi kelimeler, daha iyi ifadeler bulmaktan söz
etmiyor, anlatımın sıradanlaşmasından da söz etmiyor sanki. Sözünü ettiği,
yaşadıklarının, anılarının sıradanlaşması. Belki ne kadar sıra dışı olurlarsa
olsunlar acıların bile sıradanlaştığı bir yer var. Ve bu sıradanlaşma yaşamın
iyileştirici, dengeleyici etkisi. Bunun “duyarsızlaşma”yla bir ilgisi yok.
Acıların kanıksandığı bu aşama, yaşamın bulması gereken yol belki.
İşte,
Kafka da bunu yapmaya çalışmış: “(...) öykü, nasıl da eşi bulunmaz bir
iğrençlikte!(...) belki yazdıkça ve kendimi özgür kıldıkça, senin gözünde daha
arınmış ve sana daha layık biri olacağım, ama şurası kesin ki, içimde atmam
gereken daha çok şey var (...)” (Kafka’nın “Dönüşüm”ü yazarken nişanlısı
Felice’ye yazdığı mektuplardan. Öykü, diye sözü edilense “gerçek” Dönüşüm!..)
Alain
de Botton “Aşk Üzerine” romanında ilginç bir durumdan söz eder. İspanya’ya kısa
bir tatile gittiklerinde kız arkadaşı hastalanır. Doktor durumu gayet normal
karşılar, “(...)mutluluk tehdidiyle ani bir korku şeklinde beliren anhedonia
teşhisi koyar. (...)pastoral çevreyle yüzleşince dünyevi mutluluğun belki de
pek uzaklarda olmadığı gerçeğini aniden fark eden ama böyle bir olasılığa karşı
şiddetli bir fizyolojik tepkinin ağına düşen turistlerde sık görülen bir
hastalıktır bu.” Sadece acının değil hazzın da fazlası sağlıksız bir şey
olabiliyor demek ki. Dengenin acı lehine bozulması nasıl insanın aleyhineyse
haz lehine bozulması da öyle. (Kendini yaşarken cennette sandığı için
hastalanan biri “iyileşmezse” intihara kalkışabilir belki. Bu tür bir ölüme
“özgür ölüm” denilebilir mi?)
“His,
zevkleri ya da mutlulukları değil acıları hissetmekle özdeşleşir oldu. Ruhu
olan insan, acılara duyarlı insan demekti aynı zamanda. (…) Sanatçıların
acılarına karşın değil acılar sayesinde yarattıkları düşüncesi oldukça
yaygındır.” (Botton)
Hidrojen
ve oksijen atomlarından oluşan su gibi ya da gündüz ortamdaki karbondioksitten,
geceleri de oksijenden beslenen bu nedenle yatak odasında durması zararlı
olabilen bitkiler gibi insan da hem hazlardan hem acılardan besleniyor değil
mi?
Oysa
insan, yaşamıyor yakınıyor, yaşamı yakınarak tanımlıyor. Ölüm korkusunun da
neden olduğu sağlıksız bir bilinçle, başka yanlış tanımlar getiriyor yaşama.
Yaşam
“Bize
verilmiş olan kısa yaşam süresi tek şansımızdır(...)” (Jean Amery)
“Artık
söylenebilecek ne kaldı? Bir insanın yaşlanmakta olduğu ve bu nedenle yaşamın
yalanlarına daha fazla direnmek
istemediği mi?” (Jean Amery’nin ölümünün ardından yapılan bir konuşmadan.)
“Her
deneyimin yaşamın kalan bölümü için olumlu yönde değerlendirilebileceğine
ilişkin Polyanna çözümü, yaşam gerçeğini yaşama en aykırı yanlarıyla tanımış olan Amery’ye yabancıdır.”
(Ahmet Cemal)
İnsan
yaşamın (Sadık Hidayet’in deyişiyle) “korkunç girdaplar”dan oluştuğunu
düşünüyor, ama öte yandan kısa yaşam süresinden yakınıyor! Bir türlü kabul
edemediği, yaşamına uyarlayamadığı, sadece süslü felsefi bir söz olarak
söyleyip geçtiği o “her şeyin karşıtıyla var olabildiği” fikri üzerine mükemmel
bir denge kurmuş olan yaşamın “gerçekleri”nden “yaşamın yalanları” diye söz
edebiliyor! Sadece diğer canlıları, dünyayı kendi gerçekliğine uydurmaya
çalışmakla kalmıyor, yaşamı da kendi gerçekliğine uydurmaya çalışıyor, yaşamın
kendine uymayan yanlarını da “aykırı yanlar” diye dışlıyor! İşin ilginci
acıları bela gibi gören insanın başına asıl belalar yaşamda kalma tutkusunun saplantıya
dönüşmüş halinden geliyor. Yaşantıların sonu var, ama yaşam devam ediyor, oysa
insan sanki tüm insanlık tarihini kendi yaşamak istiyor. Yaşamda kalma
saplantısı insanları acımasızlığa, türlü kötülüklere ve öldürmeye kadar
götürebiliyor.
(Başka
bir “mağdur”, Canetti, ölüm korkusunun ancak yaşamda kalan olarak
yenilebileceğini söyler. Kendisini “ölüm düşmanı” olarak adlandırır, ölümü ise
en kötü insanın dahi hak etmediği bir ceza, en ağır ceza olarak niteler. Ama
ölüm korkusundan ve yaşamda kalma saplantısından kurtulmak için önce ölümü bir
ceza olarak algılamaktan kurtulmak gerektiğini göremez. Canetti’nin ve onun
gibilerin düşüncelerini geliştirme sürecinde “ölüm düşmanı” olduğunu hiç
sanmıyorum, bence “ölüm düşmanı” olarak başladılar işe.)
Bir
insanın başkalarını suçlaması anlaşılabilir, bu suçlama haksız bile olsa
psikolojik açıdan yararlı da bulunabilir. Bir savunma mekanizmasıdır. Ama
yaşamı suçlamak! Haklı olması zaten olası değil bunun, peki insan ruhuna yararı
olabilir mi böyle bir tavrın?
Bir
esere dönüşmüşse, böylece akıtılmışsa belki evet! Ama kendini kandırmaya
yönelmişse...
Estetik
Ölüm
“Asker
bir kahraman ya da bir kurban olarak ölürdü: Kamp tutuklusu ise ancak mezbahaya
götürülmüş bir hayvan gibi ölürdü.” (Jean Amery)
Jean
Amery’nin büyüklük ve güzellik tutkusuna, aşırı gururuna bakın: “Bu koşullar
altında toplama kampındaki düşünen insanın ilk yaşadığı, kafasındaki estetik
ölüm tasarımının çöküşü olurdu; özellikle Alman kültürünün egemen olduğu
ortamdan gelenler, bu estetik ölüm tasarımın belleklerinde hep taşımışlardır.
(..) Bu tasarımı belirleyenler Novalis, Schopenhauer, Wagner, Thomas Mann gibi
adlardır. Oysa Aushwitz toplama kampında edebiyat ya da felsefe düzeyinde, ya
da müzik bestelerinde geçtiği biçimiyle ölüme yer yoktu. Aushwitz’de ölüm’den
Venedik’te Ölüm’e uzanan hiçbir köprü yoktu.”
Jean
Amery’nin karşı olduğu ölüm değil aslında, estetik olmayan ölüm. “Düşünen”
insanın ölümü ancak estetik olmak kaydıyla hak edeceğini düşünüyor. İntihara
“özgür ölüm” demesine katılmıyorum, ama “estetik ölüm” deseydi katılabilirdim.
Aslında intihar ederek yaptığı, yapmak istediği de bu değil mi: Estetik ölüm.*
Keşke özgürlüğü hiç karıştırmasaydı.
Ama
neden karıştırdığını anlayabiliriz sanırım...
*
Aslında intihar etmesine de gerek yok belki! Micheal Tournier’in “korkunç
güzel” tespitine bakalım: “Homoseksüeller AIDS’e Yahudilerin gaz odalarına
sahip çıktıkları gibi sahip çıktılar. Homoseksüeller, heteroseksüllerin AIDS’e
yakalanmasından hoşlanmazlar, tıpkı Yahudilerin gaz odalarında onlardan başkalarının
da bulunduğunun söylenmesinden hoşlanmamaları gibi. En büyük dehşete kendileri
sahip çıkmak istiyorlar. Neden mi? Gururdan! Çünkü felakette ezici bir büyüklük
ve güzellik vardır.”
Güç
Ahmet
Cemal “Yaşama iradelerini yaşadıkları sürece birbirinden olgun eserler vermek
için kullananların sonradan aynı iradeyi özgür ölüm’e yöneltmeleri kimilerine
yadırgatıcı gelebilir; dahası böyle bir adım, çoğu kez yapıldığı üzere, bir
zayıflık diye bile nitelenebilir.” dedikten sonra zayıflık savına Jean Amery’nin
yanıtı olarak değerlendirdiği şu sözleriyle kafa açıcı, etkileyici denemesini
bitiriyor: “Kim daha güçlüdür? Özgür ölümü seçen mi, yoksa ne pahasına olursa
olsun yaşamak için kendini hep başkalarının iradesine bırakmayı yeğleyen mi?”
Ah
biz erkekler! (Bu konuda kadınlar belki ayrı tutulabilir! Onlar acıya bizden
daha dayanıklılar ve bu anlamda bizden daha güçlüler. Ama daha da önemlisi
kadının “erkek gibi” güçlü olmak zorunda olmaması. “Adam olmak” zorunda
olmaması. “Karı gibi” ağlayabilme hakkı olması. Ne yazık ki günümüz kadını bu
“ayrıcalığı” istemiyor sanki!) Evet, ah biz erkekler... Öylesine güçlü olmak,
olamazsak güçlü görünmek ve başkalarına da güçlü olmayı telkin etmek, giderek
onları içten içe zorlamak durumundayız ki, yaşamı acılarla geçmiş bir insan,
artık dayanamayıp ölmek istemesindeki samimiyete bile inanmayacağımızı,
inançlı, bilinçli ve gayet insani kararını, intihar kararını küçümseyeceğimizi,
güçsüzlüğünün doğal sonucu olan bu kararı yüzünden onu aşağılayacağımızı
bildiği için güçlülük mazeretleri bulmak zorunda kalıyor. Belki de Jean Amery
toplama kampından kurtulmasından intiharına kadar geçen 30 küsur yıl boyunca
intiharını değil de intiharına nasıl mazeret bulacağını düşündü!
Bir
dostum çok güzel ifade etmişti: “Zayıflığını bilir de kabul edemez, kabul
ederse iyice zayıflık olur!”
Çünkü
biz zayıflığın kabul edilmesinin daha büyük bir cesaret ve güç olduğunu
unutuyor da güçlü olmayı beceremeyen insanlarda bile güçlü görünme arzusu
yaratıyoruz. Güçlü olmayı yüceltmemiz insanı zayıflığından utanır bir hale
getiriyor. Zayıflık yasak çünkü. Zayıflık kötü. Zayıflık da kötülük, acı ve
ölüm gibi yaşamın “aykırı yanı”, gerçeği değil yaşamın “yalanı”. Sonuç: Yaşam
olduğu gibi duruyor: Hâlâ zayıfız; hâlâ kötülük kol geziyor, hâlâ acı çekiyor
ya da başkalarına acıyarak içimizi rahatlatıyoruz, hâlâ öleceğiz. Zayıf
olabileceğimizi kabul etmediğimiz için zayıfız, daha zayıfız. Ne zaman
bükemediğimiz yaşamın elini öpmesini –ama sadece onunkini- öğreneceğiz.
“Doğaya
yalnızca ona boyun eğmekle hükmedebiliriz.” (Bacon)
Jean
Amery, elimdeki metinler doğrultusunda ve onu anlayabildiğim ölçüde güçsüz bir
insandı (güç, kendini başkalarının iradesine bırakmamak için intihar etmenin
dışında bir yol bulmaktır.) Böyle doğmuş ya da şartlar onu böyle olmaya
yöneltmiş olabilir. Ama o –umduğum kadarıyla- güçsüzlüğünün bedellerini
(örneğin Hitler gibi) başkasına ödetmeye çalışmamıştır. Bu onun gibi bir insan
için çok büyük (ve yeterli) bir başarıdır. Çünkü:
“Her
insan insan değildir...” (Elio Vittorini / Sicilya Konuşmaları)
“İnsanların
büyük çoğunluğu sadece yarı insan sayılır, bunların arasında da hayvanlardan
farksız kimseler yer alır.” (Hermann Hesse)
Hitler
zayıf bir insandı, bu zayıflığını kimsenin anlamaması için bulduğu çareye bakar
mısınız! Acınacak bir insan olmamak için nefret edilecek bir insan olmayı
tercih etti. Oysa Kafka da zayıf bir insandı, zayıflığına bulduğu çareyi
alkışlıyorum.
Ama
yine de Kafka’nın bu konuda iyi (ideal) bir örnek olmadığını düşünüyorum.
Sadece yazdıklarının yakılmasını istemesinden değil yazdıklarının içeriğinden
dolayı da.
Ahmet
Cemal “Franz Kafka Türkiye’ye Ne Verebilir?” başlıklı denemesinde bu konuya
değiniyor: “Kafka’nın böceği, görünüşte kendi istenci dışında böceğe dönüşmüş
gibidir; ne var ki anlatının akışı boyunca eskiden bir üyesi olduğu insan
toplumunu farklı bakış açılarından tanıdıkça, artık onların arasına insan
olarak dönme isteği de söner ve bir böcek olarak ölümü yeğler.”
Ahmet
Cemal “Kafka’nın dünyasını salt sanrılardan oluşma diye değerlendirenlere karşı
çıkmak için, Kafka’yı anlayabilmenin ancak ‘sağlıklı’ bir bilinçle olanaklı”
olduğunu söylüyor.
Benim karşı düşüncem, Bülent Somay’ın
özeleştirel bir konuşmasından yapacağım bir alıntıda çok iyi belirtiliyor:
(Sting için) “Herif hem İngiliz, hem zengin, hem de erkek. E tabii istesen
şiddete hiç değmeden yaşayabilirsin sen, derdim. Daha sonraları bu tepkimin
biraz safça, kendine acımaktan zevk alan bir tepki olduğunu anladım.”
Gerçekten
de neden kendine acımak? Kendini küçük görmek? Kendini bir “ucube”ye
dönüştürmek? Bence kendini böceğe dönüştürmek, bunu düşünmek sağlıklı bir
bilinç değildir. Gerçektir, doğaldır, insanidir ama sağlıklı değildir. Bu
güçsüzlüktür. Bunun güçsüzlük olduğunu anlayabilmek (ve tabii bu güçsüzlüğü
küçük görmemek)... İşte asıl bu anlayışa ulaşmak sağlıklı bir bilinçle
mümkündür.
Duyarlı
ve güçlü, akıllı ve iyimser, ölüm korkusunu da yaşama tutkusunu da saplantıya
dönüştürmemiş, tüm kötülüğüne ve kırılganlığına karşın insandan umutlu bir
insanın (başka çare olmadığından değil tam da çare insandan umutlu olmak
olduğundan) kendini asla böceğe dönüşmüş hayal etmeyeceğini düşünüyorum.
Böylece çok önemli bir korumayı gerçekleştirmiş olacaktır: Doğru insan
tanımının korunması. Doğru insan düşüncesinden uzaklaşılmaması. Kafka kendini
ezilmiş hissediyor olabilir ve kırılgan insanın duyarlılığını, isyanını, içe
kapanıklığını, kaçışını dile getiriyor olabilir. Ama bu “Kafka’nın insanı”dır
ve böceğe dönüşmekten başka çaresi olmayabilir. Bunun dışında “İnsan” gerçekten
de “Böceğin ezilmişliğine asla yakışmaz”. *
*
Kafka’nın
salt sanrılardan oluşmuş bir dünyayı anlatmasına, kahramanını “hissettiği”
hayvana dönüştürmesine hiç bir itirazım olamaz, çünkü o bir edebiyatçıdır. Bir
filozofun, bir düşünce adamının olması gerektiği gibi yaşamın dengesini bulmak
değil, anlatısının dengesini kurmaktır işi.
Ahmet
Cemal Jean Amery için, “Eserlerinin tümü, yanılsamalara, aldatıcı avuntulara
hiç yer vermeksizin, doğrudan insanın ve yaşamın gerçekliğine yöneliktir”
diyor. Jean Amery’nin hiçbir eserini okuma şansım olmadı. Burada onu ele
almamın nedeni, yaşamda benzerine çokça rastlanan insan tipinin bir örneği
olmasıdır sadece. Eserleriyle ilgili bir yorum yapamam. Belki birçok sanatçıda
olduğu gibi eserleriyle, eserlerindeki felsefeyle yaşamı yan yana koyulduğunda
tutarsızlıklar sergiliyordur. Çünkü eserleri öyle olabilir ama Ahmet Cemal’in
alıntılarından öğrenebildiğim kadarıyla Jean Amery’nin yaşamı “doğrudan insanın
ve yaşamın gerçekliği”ne değil insanın ve yaşamın gerçekliğinin sadece bir
yönüne yöneliktir. Ben Jean Amery’nin yaşamıyla “Yaşam”ı, Jean Amery’nin insan
kişiliğiyle “İnsan”ı karşılaştırdığımızda ortaya çıkan “yanılsamaları, aldatıcı
avuntuları” göstermeye çalışıyorum.
Peki
neden güçsüz oluruz? Ya da neden yeterince güçlü olamayız? Çünkü yeterince
bağımsız değilizdir.
Özgürlük
“Evet,
yaşam sahip olduğumuz tek şeydir, ama sahip olunabileceklerin en yücesi
değildir; özgür ölüm, insani özgürlüğümüzün en uç noktadaki vurgusudur. (…) Kim
daha güçlüdür? Özgür ölümü seçen mi, yoksa ne pahasına olursa olsun yaşamak
için kendini hep başkalarının iradesine bırakmayı yeğleyen mi?” (Jean Amery)
Daha
“özgür” özgürlük tanımları olabileceğine inanıyorum; dahası, daha özgür
yaşamlar olabileceğine. Bakalım...
Jean
Amery sürgündeyken şunları yazar: “Ben, artık bir ‘ben’ değildim ve herhangi
bir ‘biz’ içerisinde yer almıyordum. Ne pasaportum, ne geçmişim ne de bir
tarihim vardı. (...) Atalarımın elinden bile vatandaşlıkları alınmıştı, bu
nedenle sürgüne beraberimde yalnızca onların gölgelerini götürebilmiştim.”
Bir
hikaye kahramanının yangında evini, ailesini yitirdikten sonra söylediği şu
sözler uzun zamandır notlarım arasında: "Bir zamanlar gözümün içi gibi
baktığım her şey bir gecede yok oldu. Artık özgürüm.”
İki
insanın başına da felaket geliyor. Algılamaları ne kadar farklı. Oysa Jean
Amery’ninki bir sürgün, ikincisininki düpedüz bir yok olma. Ama ikinci
alıntıdaki “kahraman” köklerinden daha bağımsız, bir biz’den ayrı düşünebildiği
ben’liğine daha tutkun ve hakim, özgürlüğe daha yakın gözükmüyor mu?
Jean
Amery köklerini çok seviyor, onlara çok bağlı, belli; ikinci “kahraman” nasıl
bağımsız olabiliyor bu kadar, sevmiyor mu o kimseyi, duygusuz mu, bu derece
bağımsız olunabilir mi?
Örneğin
bir baba sevgisi: "Sizin hiç babanız öldü mü, benim bir kere öldü kör
oldum." (Cemal Süreya)
Peki
insan babasını sevmeyebilir mi? Örneğin şöyle bir babayı sevmeme hakkımız yok
mu?: “Benim evladım bana benzemedikten sonra ha olmuş ha olmamış benim için
birdir.” (Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir kahramanı)
Kafka’dan
baba kavramının sakıncaları: "Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta
binlerce ölüm hükmü saklıdır." Oysa toplum ayıplar: “İnsan hiç babasını
sevmez mi?” Botton “Hitler’in çocukları sevdiğini duymak hoşlarına gitmez
insanların” diyor. Şöyle söylerler herhalde bu insanlar Botton’a: ”Ari ırkı
olarak yetiştirmek için seviyordur tabii, daha saf ve yönlendirilmemişler ne de
olsa!” Haklılar tabii ama ben de şöyle katılabilirim sohbete: “Birçok ebeveyn
benzer şekilde davranmıyor mu çocuğuna!” Birkaç “masum” ebeveyn örneği var
önümde: İşiyle ilgili önemli bir sınav sırasında eşinin doğum haberini aldığı
için çocuğuna Sınav adını veren bir babadan söz etmişlerdi! Bir de, bunalıma
girdiği için hastaneye kaldırılan orta yaşlı birisi var. Geçmişiyle,
yetiştiriliş tarzıyla ilgili başkaca hiçbir şey sormamıştım, adı söylenince.
Adı Kral’mış.
Bunların
verebileceğim en basit, en “saf” örnekler olduğunu tahmin edersiniz...
Burada
“baba” için söylediklerim yerine göre anne, aile, kökler için de geçerli
olabilir. Örneğin “ev” için. “Ev, insan yaşamında kazanılmış şeylerin
korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp
giderdi.” (Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası.) Peki korunma ve süreklilik gereksinimimizi bir “beton
yığını”yla değil de içsel bir mekanizmayla tatmin etmeye çalışmak bize hiç kaybetmeyeceğimiz
bir yuva sağlamaz mı, dağılıp gitmeyi engelleyebilir miyiz böylece?
Ahmet
Cemal de aynı görüşü ifade ediyor “Sanat Kavramı Üzerine Bir Deneme” başlıklı
yazısında: “(...)birbirine kan bağıyla bağlı bulunanların birbirini “doğal”
olarak sevmeleri, kim olursa olsunlar “büyükleri” saymak,(...) genelde
bireylerin yaşamlarını artık kendileri yönetmeye başladıklarında bile tartışma
konusu yapmayı düşünmeyecekleri konulardır. Yine genelde olmak üzere, insan
-çoğu kez bilincine varmaksızın- yerleşik her türlü düzene en azından görünüşte
uymayı sonrasız bir görev sayacak kadar kendi
içine doğduğu gerçekliğin tutsağı kılan bir varlıktır.”
Kendimizi
bir şeyle tarif ettiğimizde, o şeyi kendimizi anlatmak için kullanırız
sadece... O şeyler “biz” değildir “biz”le ilgilidir sadece. Onlara benzeriz,
bir kavramı örnekle açıklamaya yaklaşmak gibi yaklaşırız onlarla kendimizi
anlatmaya... Örnek vererek, benzeterek kavramın sadece bir yönünü anlattığımızı
unuturuz oysa çoğu kez, o kavramı o örnekle sınırlarız. Kavramı sadece eksik
değil aynı zamanda yanlış tanımlamaya, anlamaya kadar gider bu. Bir “örnek”:
-Turuncu
nasıl bir renk?
-Portakal
rengi gibi.
-Turuncu
yuvarlak mı yani?
Sonuçta
örnekler kavramları tam olarak açıklayamaz, yoksa zaten o kavramın adı olurdu.
Baba, ev, sahip olunan (ve hatta olunan) şeyler de insanı, ben’i, üstelik
sadece bir yönünü açıklamak için örnekler olabilir sadece ama ben’in kendisi
olamaz. Bunu unutursak ben’i bu örneklere tutsak etmiş oluruz.
(Kötü)
Deneyimlerimizle “belirlenen”, yaşadıklarımızın (olumsuz) izlerini “taşıyan”
düşünceler, felsefeler, ideolojiler kendilerine “özgür” denmeyi hak eder mi?
Tüm bunlara rağmen özgür düşünebilir miyiz?
Bir
örnek: Mehmet Serdar trafikte arabalarından çıkmış kavga eden iki insandan söz
ediyor: “Onlar da bizim gibi her an patlamaya, öfke saçmaya, yumruk savurmaya
hazır insanlardan yalnızca ikisiydiler. Rastlantılarla koşullar yerine gelmiş,
şiddet dizginlerinden boşanmıştı. Kuşkusuz hatalıydılar.” Buraya kadar tamam.
Özeleştiri de içeren olağan bir yaşam dramını anlatıyor Mehmet Serdar. Bir
sonraki cümlelerde olayın belki de birbirlerini öldürmeye kadar
gidebileceğinden endişe ediyor: “Ama bir an öfkelerine yenilmelerinin bedelini
yaşamlarıyla mı ödemeliydiler? Ölümü bile hak ettirecek bir yanlış mıydı bu?”
Burada biraz duralım. Anlatım kişisel bir isyana dönüşmeye başladı. Olay halen
sıradan, hatta birbirlerini öldürseler bile sıradan! Ama anlatım sıradan
çıkmaya meylediyor. Ve bir sonraki cümlelerde de başarıyor bunu, yaşama
iftiraya yöneliyor. İnsan hatası, bir anda yaşamın hatası olarak algılanmaya
başlıyor. “Yaşam bu kadar sert, boşluksuz ve acımasız mıydı? Yanlış yapan hemen
elenip gidecek miydi?”
Ahmet
Cemal’in bir başka denemesini ele alalım, “Borovski’nin Tanıklığı”:
“Borovski’ye göre Auschwitz bir kuraldışılık değildir. Bir kural-olandır. Dünya
tarihi de birbirini izleyen Auschwitz’lerden oluşmadır.” Bundan sonra Borovski
şuraya gelir: “Bugün Platon’un yalan söylemiş olduğunu biliyorum. Çünkü dünyada
olup bitenler ideali yansıtmaz, bu olup bitenlerin içinde yalnızca insanların o
ağır ve kanlı çabaları vardır.”
Borovski
bu satırları Auschwitz’de tifüsten yatarken, aynı kampın kadınlar bölümündeki
nişanlısına yazmış. Bunu ona acımanız için değil, durumuyla düşüncesi
arasındaki tutarlılığı(!) anlatabilmek için belirtiyorum. Borovski’nin
tanıklığı yaşamın bir bölümüne tanıklıktır, ve bu nedene Borovski’nin yorumu
yaşamın doğru yorumlanışı değildir. Borovski’nin yorumuyla yaşamın bütünsel
gerçekliği arasındaki bağ kopuktur! İnsan başına bir bela gelince Platon’un
yalan söylediğini düşünebilir. Ama Platon doğruyu söylemiş. Tam tersi bir
görüşü de savunabilirdi Platon. Ama bunun da bir önemi yoktur, çünkü yaşam
sizin ya da benim ya da Platon’un söylediğiyle belirlenmez.
“Umut
en büyük kötülüktür demek umudun kötülük olmadığı gerçeğine dokunamaz, bunu
ifade eden insanı, onun yaşamını umuttan uzaklaştırır sadece. Yaşam insanlar
onu şöyle ya da böyle yaşıyorlar diye şöyle ya da böyle olmaz. Hiçbir insan
yaşantısı yaşamı yıkamaz, hiçbir insan umutsuzluğu umudu yerinden edemez.”
(Schopenhauer)
Üstelik
bu sözü Schopenhauer gibi “umutsuz filozof” denilen biri söylüyor; bu, sözü
daha değerli kılıyor.
“Dünyadaki her olay bir mecazdır, her mecaz da
açık bir kapıdır, ruh hazırsa bu kapıdan geçerek dünyanın derinliklerine
inebilir.” (Hesse)
Ama
ruh hazır değilse, ya da yanlış etkilenimlerden dolayı tek taraflı derinlikleri
görebiliyorsa sadece, portakal örneğinde olduğu gibi turuncunun yuvarlak
olduğunu (belki böylece turuncunun da yuvarlağın da ve giderek yaşamın da
anlamsız olduğunu) düşünebilecektir.
Jean
Amery’ye dönersek... İnsan yoğun acılar sonucunda ölümü isteyebileceği bir
noktaya gidebiliyor. O yoğun acılar değil mi bu ölümün komutanı, insanın kendi
saf, etki altında kalmamış ya da etkilerden sıyrılmış iradesi değil ki. “Jean
Amery’nin özgür ölümünün kökenlerinin, İkinci Dünya Savaşı’na, ülkesini
bırakmak zorunda kaldığı, daha sonra işkence gördüğü ve toplama kamplarına
gönderildiği yıllara kadar uzandığı saptanır. Yazar, “üstesinden gelinmesi,
izlerinin silinmesi olanaksız” şeyler yaşamıştır.” Böyle bir ölüm özgür
olabilir mi? Özgürlük, tam anlamıyla özgürlük, kökenlerden kurtulmak, “izleri”
silmek, “üstesinden gelmek” değil midir? “Olanaksız” tanımlaması Jean Amery’nin
yaşamı için geçerli olabilir. Ama başaran tek bir insan örneği bile bunun
başarmanın “olanaklı” olduğunu göstermeye yetmez mi.
Sürgündeki
insanın şaşkınlığı, endişesi, korkusu temelde varoluşsal bir şaşkınlık
değildir. İnsanın “dünyaya gelmiş” olmasıyla, şu ülkede, şu anne babadan
dünyaya gelmiş olması arasında varoluşsal bir fark yoktur. İnsan bu yaşamsal
etkilerin varoluşunu etkilemesine izin vermemeyi başarabilir. Ahmet Cemal
“Yüzyılımızın nice edebiyat ürünlerinde rahatlıkla olası diye sergilenen bir
çözüm, yani “ikinci vatan edinmek” gerçekte Amery’ye göre hiç de bir çözüm
değildir.” der. İkinci bir vatan edinmenin “rahatlıkla” olası olduğunu
sergileyen bir eser de yaşamın sadece bir bölümünün gerçekliği üzerine
kuruyordur gerçekliğini. Jean Amery de buna karşıt başka bir bölüm üzerine kuruyor
yaşamını; o sanki uyum sağlamamaya programlamış kendini. Belçika’ya, sürgüne
gizlice giderken edinmiş olduğu izlenimi(!) dile getiriyor: “Kar diz boyuydu;
kapkara çam ağaçlarının vatanımdaki kardeşlerinden farklı bir görünümü yoktu,
ama bunlar artık Belçika çam ağaçlarıydı ve biz, onların bizi istemediklerini
biliyorduk.”
Belçika
çam ağaçları mı var! Çam ağaçları insan seçer mi, ırkçılık yapar mı!
Herkesin
kendince bir mantığı, yaşama bakışı vardır tabii. Ama bir üst mantık, Yaşam’ın
mantığı da yok mudur, bize mantıksızlığımızı göstermek için orada bekleyen?
Benzer
bir “kendince” mantık ve yaşama bakış örneği: İki arkadaşım lafı ortak bir
arkadaşımıza dokundurarak, insanın nasıl kuş avladığına akıl sır
erdiremediklerinden söz ediyorlardı. Merakla sordum: “O zaman balık avlanmasına
da karşısınız?” Hayır, balık avlanmasına karşı falan değillerdi, o gayet doğal,
normaldi!
Jean
Amery ölümünü hür iradesiyle, hiçbir şeyin etkisi altında kalmadan kendi
seçmemiştir, yaşadığı “üstesinden gelinmesi, izlerinin silinmesi olanaksız”
şeyler neden olmuştur ölümü seçmesine. “Kendince” bir mantıkla, taraflı bir
bakışla, ölümün tarafını tutan bir bakışla yaşam için oy kullanmamıştır.
Özgürlük herhalde intihar düşüncesinden özgürleşmesi olurdu. Ölümden, toplama
kampında beynine kazınmış ölüm düşüncesinden özgürleşmesi. O zaman belki de
kaderi farklı olurdu. Ama ben herkes gibi Jean Amery’nin de –kendine itiraf
etmese de- seçtiği bir yaşamı yaşadığını düşünüyorum. Herkesin özgür olması
gerekmiyor.
İntihar
herhangi bir şekilde özgür ölüm olabilir mi? Belki, yaşamı seven ama daha çok
ölüme tutkun bir insanın intiharı... Yaşamı sevmeyenin kendini öldürmesi özgür
ölüm olabilir mi! Eğer yaşamı hapishane ya da toplama kampı gibi görme
yanılgısına düşmüşseniz, yaşamı bir “bağlılık” olarak algılıyorsanız, ama bir
de özgürlüğe özeniyorsanız, yaşamdan kaçmanın bir özgürlük olduğunu tabii ki
düşünebilirsiniz. Ama bu da özgür ölüm ile değil, intihar etme özgürlüğü ile
açıklanır ancak.
Bilinç
Amery’nin
yaşamı bilen, bilerek yazmış biri olduğuna değinilir. “Sürgünlüğün ne olduğunu
bilen yaşamda da bazı yanıtlar almış demektir.”
Evet
ama, örneğin askerdeki en korkunç düşmanının kendini ölmeye terk etmediğini
gören insandan daha fazla mıdır aldığı yanıtlar? Benim örneğimdeki insan,
insanların iyi de olabileceklerini
düşünür, yaşamın tümünü kapsayan bir düşünce, bilinçtir bu. Halbuki acıyı
tanıyan çok az insan yaşamın kötü de olabileceğini düşünür. Acıyı tanıyan çoğu
insan için yaşam tek kelimeyle “kötü”dür!
Amery
yaşamı biliyor mudur gerçekten? Yoksa o sadece kötüyü, acıyı mı biliyordur?
Yaşamı bilmek yaşamı tüm olasılıklarıyla bilmek değil midir?
Bilgiyle
bilinçten birini seçmem gerekse bilinci seçerim, hem de hiç düşünmeden.
Bilgiden çok bilince inanırım. Bilinç, o olmasa bilgiyi doğru kullanamayacağımız
şeydir. Bilinç sahibi olmadan bilgi sahibi olmak bir işe yaramaz. Duygular da
mantık da çıkarcı olabilir çünkü, bilinç bunu dengeler, aralarını bulur.
Ölüm
konusunda bir çok insanın “gevşek”, “ciddiyetsiz” diyebileceği bir tutumum
vardır... Neredeyse şu tutum gibi bir şey: “Bir
Fransız olduğu kadar bir Çinli de olmaya çalışmıştır. Leghorn’da bir deprem
olur; Flaubert oturup gözyaşı dökmez. O deprem kurbanlarına duyduğu sempati
yüzyıllarca önce zorba bir hükümdarın değirmentaşını çevirirken ölen kölelere
duyduğu sempatiden çok değildir. Şoka mı
uğradınız? Buna tarihsel bir imgeleme sahip olmak denir. Buna, yalnız tüm
dünyayı değil tüm çağları da kendine vatan bilmek denir. Bu Flaubert’in
“zürafalar ve timsahlardan insana, yaşayan her şeyle Tanrı önünde kardeş olmak”
dediği şeydir. Buna yazar olmak denir.” (Julian Barnes - Flaubert’in Papağanı)
Bu
alıntıyı bilmeyenler, bilseler de ne söylendiğini algılamamış olanlar,
algılasalar da “fazlasıyla tanrısal bir tavır” bulup “böyle insan var mı hiç”
diyenler, daha çok “Bir yakının öldü mü hiç?” diye sorarlar, “Başına geldi mi
hiç?” derler; üstelik üstten üstten bakarak, sanki övünerek... Ölümü, en iyi,
bir yakını ölmüş olanların bilebileceği önyargısı...
Halbuki
bir yakının ölmesi eğer belli bir bilinç seviyesinde değilse (ya da bu bilinç o
yakınını kaybetmesi sonucu sakatlanmışsa) insanın ölüm konusunda yanlış bir
fikre saplanmasına neden olabilir.
Bunu
başka bir örnekle daha iyi açıklayabilirim. İdam cezasına karşı olan bir insan
düşünün. Bir gün bir yakını canice öldürülüyor. “O caniyi düşündükçe...” diyor
ama gerisini getiremiyor. İdam edilmesini istiyor, onun “da” ölmesini istiyor.
Ama daha önceki idam karşıtı düşünceleri hatırından çıkmıyor. Bu durumu bir
önceki örnekteki gibi rahatlıkla “Başına geldi de gerçeği gördü” diye mi
açıklamalı? Bu insan idam cezasına karşı olan başka birisine şöyle mi
diyecektir: “Konuşuyorsun ama başına gelmeden bilemezsin.”
Metnin başındaki “Yaşam düşünenler için
bir komedi; hissedenler içinse bir trajedidir.” alıntısından daha iyisi söylenmiş
çok daha önce, Konfüçyüs tarafından: “Bir insanın akıllı davranması için üç yol
vardır: Birincisi iyi düşünmektir, bu en soylusudur. İkincisi taklit etmektir,
bu en kolayıdır. Üçüncüsü denemiş olmaktır, bu en acısıdır.”
Zaten, bazı düşünceler düzene
sokulmuş önyargılardır...
“Benmerkezcil” kelimesini çok seviyorum.
Bu kelimeyi basitçe kendini merkeze koymak diye açıklayalım. Önemli bir gerçeği
dile getiriyor kelime bu durumda: Çünkü
insan kendini merkeze koymak zorundadır. Her insan bunu yapar, en “yakıcı”
örnek çocuğu için kendini feda eden anne örneğidir herhalde. Anne çocuğu için
kendini feda etmemiştir temelde, anneliği için kendini feda etmiştir, çocuğu
olmasa ya da onun için kendini feda etmese anneliği ortadan kalkacağı için... Benmerkezcil
kendini merkeze koyandır ama bencil kelimesinden farklı olarak benmerkezcilin
zenginliği, benmerkezcil insanın kendinden sonraya, kendi merkezinin çevresine,
ikincil bir yere başkalarını da koyabilme olasılığıdır. “Bencil”le birlikte
“sencil”i de içinde barındırma olasılığıdır. Ama ikincil, üçüncül, dördüncül...
sıralar hâlâ benmerkezcilin kendi ben’inden oluşuyorsa o zaman ona bencil demek
eğilimindeyim. Yani “önce kendini düşünmek” değil, “sadece kendini düşünmek”tir
sakınılması gereken, benmerkezcillik değil bencilliktir. Bencil insan ise işi
daha da ileriye götürebilir, bazen sadece kendini düşünmekten de geriye
düşebilir, kişisel deneyimlerden herkesçe geçerliymiş gibi felsefeler
çıkartabilir. Kişiselliğini evrenselmiş gibi yorumlamaya meraklıdır. Dikkat
edilmezse evrenselliğe yönelik süsü verilmiş bir dolu kişiselliğin aslında
bencilliğe sapmış olduğu gözden kaçar.
İnsanın,
yaşantısının özel, kişisel, somut felsefesini geliştirmesi yanında, Yaşam’ın ve
İnsan’ın genel, bağımsız, soyut felsefesini de yakalaması sonra bu ikisinin
arasında, Yaşam’ın ve İnsan’ınkini “kayırarak” bir uyum yaratması gereklidir.
Ama insan ne yazık ki bencilliğini doğal olarak en yoğun yaşadığı, ama henüz
kavramları sağlam bir temele oturtup yorumlayamayacağı çocukluk çağlarından
edindiği deneyimler doğrultusunda bir felsefe ediniyor. Özgür yorumlayamıyor
Yaşam’ı. Yaşam’a karşı kendi yaşantısını kayırıyor. Nasıl başarılı olabilir ki!
O yüzden bana birçok “tecrübeli” filozofun düşünceleri çocuksu geliyor. Birçok
yaşlı insan olgunlaşacağına çocuklaşıyor. Oysa yaşlı insan, bilge bir çocuk
olmalıdır. Felsefe, onu yaşantınıza uydurarak yapılamaz.
Edebiyatçı,
eğer kişiselliğini evrenselleştiremezse eseri iyi edebiyat eseri sayılmaz, ama
felsefe için geçerli değil sanki bu. Yaşamından çıkardığı sonuçları anı değil
de, yaşam görüşü olarak değil de, insanoğlunun salt gerçekliği diye aktaran bir
dolu “filozof” var. Edebiyat ise buna izin vermez. Onun felsefeye üstün yönüdür
bu. (Felsefenin zor yanı da burada ortaya çıkar. Edebiyat bir terapi olabilir
ama felsefe asla.)
Yaşamın
karşıtının ölüm olduğu düşünülür. Halbuki ölüm, doğumun karşıtıdır; ve, ölüm ve
doğum, yaşamın içinde yer alan ikiliklerdir.
Yaşamın
karşıtı “yaşam olmayan”dır, (varlık) olmak ya da (varlık) olmamak... Yaşamdaki
diğer ikilikler (sıcak-soğuk, iyi-kötü, olumlu-olumsuz, tez-antitez ve üzerinde
durulmayan ölüm-doğum ikiliği ) yaşamdaki, yani olmak’ın içindeki ikiliklerdir.
Bir de yaşamın, “olmak’ın” karşıtı olan “olmamak” vardır. Yaşam, karşıtı
“olmayan” bu yüzden de mutlak olan şeydir. “Gerçeğin zıttı yoktur.” der Braque.
Ölüm,
(ya da doğum) yaşamın sadece bir yönünü açıklayabilir, portakal örneğinin
turuncunun sadece bir yönünü açıkladığı gibi. Ölüm düşmanı olmak (Canetti) (ya
da doğum düşmanı olmak, Cioran), yaşamın ayaklarından birine düşman olmak, yani
yaşama düşman olmak demektir.
Yaşam
kötüyü de barındırdığı için “bu yönü” kötülenebilir, “iyi yönü” yüceltilebilir.
Ama yaşamın kendisinin kötülenmesi yararsız bir çabadır. Felsefenin amacı bu yüzden yaşamın haklı
çıkarılması, olumlanması olmalıdır. Felsefe yaşamı karşısına değil arkasına
almalıdır. Bunun tersi hiçbir felsefe gerçeği bütünüyle ifade edebilmiş
olamayacaktır. Yaşamı karşısına alan felsefe kendi içini boşaltır, kendi
kendini hiçleştirir.
Belki
de işkence, bu kötü dediğimiz yaşam, acılar, savaşlar, tüm kötülükler şunun
için vardır: Yaşama arzusunun gücünü sınamak için. Belki de Polyanna haklıydı.
Peki
Polyanna’nın iyimserliği nereye kadar gider acaba?
Doğal
Ölüm
“Bize
verilmiş olan kısa yaşam süresi tek şansımızdır, ama yapısıyla kendini yadsıma,
ortadan kaldırma özgürlüğünü de içerir; özgür ölümü seçen böylece yaşamını,
saçma olarak “doğal ölüm” diye nitelendiren olay gerçekleşmeden önce noktalayan
kişi, var oluşumuzun bizim için olanaklı kıldığı en köktenci ve en canlı eylemi
gerçekleştirmiş olur; özgür ölüm, tasarımlayabileceğimiz en görkemli ve en
anlamsız ütopyadır.” (Ahmet Cemal)
“Doğal”
kelimesi üzerine biraz düşünmek istiyorum. Yaşamdan neredeyse hiçbir beklentisi
olmayan bir insan tanımıştım. Hırslı insanın anti-tezi gibi görürdüm onu. Ona
“Sen tam bir nihilistsin!” derdim. “Ama tek bir eksiğin var, bunun üzerine
düşünmüyorsun, bunun felsefesini oturtmuyorsun, dillendirmiyorsun.” Sonra ne
dediğimin farkına vardım: Ona bir hırs değilse bile bir istek yamamaya
çalışıyordum, bir amaç. Nihilizminin sonunu getirecek bir şeydi bu. Bir
nihilist nihilizminin üzerine düşünmeye başladığında nihilizmin yok olması
gerekmez mi? Arkadaşım (neredeyse) tam bir nihilistti ama benim anladığım
anlamda değil, kendisinin olduğu anlamda. Bana şöyle demişti: “Benim cümlelerim
kurulmaz.” Bu cümlesini bile kurmamıştı, doğallıkla ağzından çıkmıştı,
“kaçmıştı” cümle ağzından. Gerçek bir yaratımdı, ama tabii benim bakışımla, ben
not almıştım kurmadığı cümlesini, üzerine başka şeyler kurmak amacıyla, o ise
unutup gitmişti. Hep sandığım gibi nihilist yaşamın bir amacı olduğuna
inanmayan insan değildi, yaşamda bir amacı olmayan insandı; hiçliği “seçen”
insan değildi, hiçliğin içinde yaşayan insandı ve tabii farkında bile olmayan;
asıl nihilist, nihilist olduğunu bile bilmeyen insandı.
Ülkesinin
özgürlük için savaştığını söyleyen bir İngiliz’e bir “ilkel”, insanın kadın
sahibi olmaktan başka bir şey için neden savaştığını anlayamadığını söylemiş…
Jean Amery hayvanın özgürlüğü bilmediğini
söylemişti, doğrudur sanıyorum, ama tam da bu nedenle hayvanın tam olarak özgür
olduğunu düşünüyorum. İstediğine sahip olmak için belirlenen amaçlar, planlar,
arzular ve bunlara “sahip olmak” insanın yaşamdaki özgürlüğünü nasıl
kısıtlıyorsa, özgürlüğe sahip olmaya çalışmak da özgürlüğü kısıtlıyor belki.
Özgürlük belki de nihilizm “örneğinde” olduğu gibi özgür olup olmadığını
kendine hiç sormamaktır. “Aramıyorum, buluyorum.” Picasso’nun bu ünlü lafında
anlatmak istediği türden bir şeydir belki de gerçek özgürlük. Gerçek özgürlük
aranmayan çünkü ancak bulunabilen bir şeydir belki de.
Nihilist,
felsefesini kurmaya başladığında felsefinin sonunu getirir. Özgürlük
amaçlandığı anda, amaca bağlı kalındığından, özgürlükten uzaklaşılır. Bazı
şeyler doğal olarak içimizde vardır ya da yoktur. İntihar zaten “doğal ölüm”
değil, ama sonsuza kadar yaşamaya çalışmak da doğal değil bence. Tam tersi
ecelimizle ölmek doğal, belki bir kazada ölmek bile doğal! 20 yaşındaki Ciaron
“Artık hiçbir şey yapacak halim yok.” dediğinde annesi, “Bunu bilseydim
doğmadan düşürürdüm seni.” demişti. O günleri hatırlayan Cioran da
“Başkaldıracağım yerde gülümsemiştim. Bu da bir esin gibi oldu, talihin ürünü
olmak, hiçbir zorunluluk olmadan, bir çeşit özgürlüktü bu.” diye düşünmüştü...
Cioran’ın talihin ürünü olmak dediği şey! Tarihin değil de talihin. Cioran
doğmasaydık özgür olabileceğimiz sonucuna gitmiştir buradan. Belki de bizi
özgür yapan doğumumuzu planlamamış olmaktır! Talih bizi amaçtan
bağımsızlaştırdığı için özgürüzdür belki de. Talih bu anlamda sadece bizim
belirleyemediğimiz yaşantıları değil de, evet, bizim belirlemediğimiz ve bu
nedenle de tarihten, planlardan, duygulardan, bedenin arzularından, aşırı
kişisellikten, kendince mantıklardan ve böylece hatadan ama doğruyu yapma zorunluluğundan
da bağımsız, özgürce gerçekleştirilen yaşantılara olanak tanıyor değil midir?
Sürgün, ailenin kaybı, evimizin yanması, altından kalkabilirsek bizi
bağlarımızdan kurtaran süreçler değil midir, tam da bizden “bağımsız” gelişen
süreçler oldukları için?
Yaşamın
paradoksal yanı mı? “Hiçbir kurala uyma, bu kurala da” kuralı gibi mi? Çelişki,
ona “düştüğümüz” için mi doğal? Yaşamın sezgisel yanı mı?
“Düşünen”
insanlara kulak verelim:
“Bize
hiç danışılmadan varoluşa atılmış olmamızla nasıl uzlaşabiliriz.” (Beckett)
“İnsan
planlayarak doğan bir canlı değil. Ve bir yaştan sonra ölümün farkına
vardığında yaşamın anlamsızlığının da farkına varıyor. Yaşam anlamsız. Çünkü
sonu var.” (Enis Batur)
“İnsan
tümüyle kendisi tarafından yaratılmış bir dünyada ancak tam özgürlüğüne
kavuşabilir.” (Hegel)
Nasıl
yaratırdık dünyayı peki? Yaşam gibi olmazdı kesinlikle, yaşamdan şikayetçiyiz!
Yaşamdan başka bir şey planlayabilirdik, evet, sonsuz yaşamı planlardık,
sıkıntıyı plan dışı bırakmak durumundayız tabii. Güzel-çirkin, iyi-kötü ve
diğer karşıtlıklar yerine herkesi güzel ve iyi planlardık. İstemeyene doğmama
hakkı planlardık, doğduktan sonra isteyen için ölümü, intiharı planlardık. (O
zaman intihar özgür ölüm olur muydu?) Peki herkes aynı şeyi mi planlardı?
Kolayı var: Görüş ayrılığını da planlamazdık! (Karşıtlıkları ortadan
kaldırdığımız için görüş ayrılığı zaten var olmazdı.) Kıskançlığı, bencilliği
de yok edince aramızdan herhangi biri herkesin planlayacağına tıpa tıp aynısını
planlardı. Tek bir kişi... Hepimizin içindeki, ruhundaki şeyi planlayacak tek
bir kişi...
Bir
an durup bu dünyadan bakalım, birbirimizi kıskandığımız, kırdığımız,
kazıkladığımız, öldürdüğümüz bu dünyadan bakalım son bir kez ve soralım: O kişi
kim olurdu?
O
kişi Tanrı olurdu!
O
kişi Tanrı olurdu ve o kadar kalabalığa gerek yok, herkes aynı olacaksa tek bir
kişiyi, Adem’i yaratırdı. Sonra... Bir dakika... Bu yaşama fazla benzemeye
başladı, “özgür” düşünemiyor muyuz!? Yoksa sonra Tanrı görüş ayrılığını,
karşıtlıkları, doğumu ve ölümü mü planlardı? (Tabii ki Havva’dan sonra!) Sanırım
Cioran haklı! Özgürlük sadece doğmadan önceki yaşamda. Ve o yaşamda hepimiz
biriz, Tanrıyız.
O
zaman doğumumuzu biz planladık... Ve ölümümüzü de... Ve talihi de. Yaşamı biz
planladık. Bu “tasarımlayabileceğimiz en görkemli ütopya.”
“Dünya
yaratılırken tüm insanların sonsuz ruhlarına maddi bir biçime bürünmek isteyip
istemedikleri sorulmuştur: Kötülükle yapılacak savaşta bir kenarda kalmaktansa
maddi bir biçim almayı onlar kendileri seçmiştir.” Dünyanın en eski din/öğretilerinden
birinde böyle deniyor. Acaba o zamanlardan bu yana çok yanlış yerlere mi
gittik? Umarım zaman döngüseldir!
Yaşamı
biz yarattık, sadece Picasso gibi ne yarattığımızı tam olarak bilmiyoruz,
hatırlamıyoruz. Tabii unutmayı da biz planladık. (Cemil Meriç’in “Her yalan bir
yaratış.” sözünden hareketle, “Her unutuş bir yaratış.”) Çirkin, kötü, aptal,
yeteneksiz, suçlu olmayı da yarattık ki güzel, iyi, akıllı, yetenekli ve masum
olmanın anlamı olsun, onları seçebilelim. (İsteyen sonra cennete gitsin.) Her şeyin
karşıtıyla varlığını koruduğu fikrini yarattık ki hiç ayrılmasınlar, çünkü
ayrılırlarsa dağılırız. Adem’e geri döneriz, ve -öyle yalnızken- yapacağımız
tek şey olur, intihar!
Tanrı
olmak çok mu zor geldi! Saçma mı geldi? Peki sözlerimi geri alıyorum. Tanrı
falan değiliz! Ama Tanrı’yı anlayabiliriz belki bu yolla. Planlayarak doğsaydık
-ölümü kimse planlamayacağından- yaşam da olmazdı, doğamazdık bile... O
zaman... Doğumumuzu planlasaydık ölümümüzü de planlamak zorunda kalırdık. Tanrı
olmasaydı onu yaratmanın gerekeceği gibi, ölüm olmasaydı onu yaratmak
gerekecekti. O zaman planlamış olmak
ya da olmamak önemli değil, değil mi? Yaşamı planlasaydık da şu an olduğundan
farklı planlamayacaktık.
Peki
tüm bu düşünceleri yaşamımıza nasıl yediririz? Başımıza her an bir şey
gelebilecek olmasının büyük bir özgürlük olduğuna, belki de bunu bizim
planladığımıza felsefe yaparak ulaştık, peki bununla uyumlu olarak nasıl
yaşayacağız? Bedenimiz istemiyor, etimiz acıyor çünkü, ama ruh sakınca
görmüyor. Nasıl birleşeceğiz ruhumuzla, tabii bedenimizi de unutmadan?
“Basit
bir biçimde söylenirse temel sorun şudur: ‘Ben yazıyorum’, dediğimde kendim
hakkında konuşuyorum; benim bir parçam başka bir parçamın yapmakta olduğu şeyi
tanımlıyor. Aynı anda hem gözlemci, hem de gözlediğim nesneyim. Gerçek ‘ben’,
bu ikisinden hangisidir?” (Beckett)
Seçmek,
seçmediğinden ayrı kalmayı kabul etmeyi gerektirir, denir. Farkındaysanız yine
acıya katlanmak felsefesi. Seçimimizin doğru olduğunu bilebilir miyiz...
Doğruluğunu sağlamlaştırmak için seçmediğimizin asla seçilemeyecek olduğunu
söyleyip yasaklamaya da kalkabiliriz. Seçmek olgunluk değildir, seçmemek de
nihilizme götürür bizi, asıl olgunluk ikisini de seçebilmektir. İkisini de
içselleştirebilmek. Neden iki ben’imden birini seçmek zorunda kalayım ki?
İkisini de hem ayrı ayrı hem de birbiriyle ilişkilendirerek yaşamaya çalışırım.
Acıya
karşı hazzı seçiyoruz ama peşimizi bırakmayan acıya kızıyoruz. Ruha karşı
bedeni seçiyoruz ama içimizde hep bir huzursuzluk taşıyoruz. İki ben aynı anda
var olmaz mı? İki karşıt aynı anda, yan yana. Bütünlüklü olarak. Yaşamda olduğu
gibi. Tanrısal ve insani yönümüz.
Ecelimizle
ölmenin özgür ölüm olmasının anlaşılması, bunu içselleştirilmesi zor
görünebilir. Ama asla insani olmadığı söylenemez. Bunu yaşamımıza katmaya
çalışmadan önce düşünüşümüze katmalıyız. Yaşama karşı felsefeler geliştirmeyi
bırakmalıyız artık. İnsanın ne kadar tutunamayan olarak hâlâ tutunabileceğini
sorgulayabiliriz, bu yoldan yine yaşamı destekleyen felsefeler çıkarabiliriz.
İçimizde kendimizi böceğe dönüştürme arzusu varsa bu duygumuzu sonuna kadar
yaşayabiliriz. Ama birilerinin de insanın ne kadar üstinsan olmayı
kaldırabileceğini sorgulaması gerekiyor. İnsanlıktan çıkmadan ne kadar olgun,
güçlü olabiliriz acaba? Zaaflarımıza rağmen üstinsana ne kadar yaklaşabiliriz?
Acılarımız sayesinde değil, acılarımıza rağmen nasıl üretebiliriz?
İnsanlığın
sanatta ve felsefede olduğu kadar yaşama sanatında da dahilere ihtiyacı var.
“İnsanlar
arasında bir Tanrı gibi yaşayacaksın... Çünkü ölümsüzlük nitelikleriyle yaşayan
bir insan ölümlü bir insana hiç benzemez...” (Epikuros)
DOĞMAMIŞSINIZ,
CENNETTESİNİZ
Hapissiniz. İki kapılı bir odada. Bir
kapı özgürlüğe, diğeri ölüme açılıyor... Birinin önünde doğrucu gardiyan,
diğerininkinde yalancı... Tek soru hakkınız var... Hangisine ne sorardınız?
Biraz düşünün, cevabı bulamasak da,
düşünmek işe yarar...
Cevap şu: Gardiyanlardan dilediğiniz bir
tanesine yaklaşır ve diğer gardiyanı işaret ederek “O, önünde durduğu kapının
ne kapısı olduğunu söyler?” diye sorarsınız. Söyleyeceği şey yalandır. Tersini
yaparsınız.
Doğrucu, yalancının söyleyeceği yalanı
aynen söyleyecektir: Yani yalandır söylediği.
Yalancı, doğrucunun söylediği doğruyu
söylemeyecektir. Yani yalandır söylediği.
Doğruyla yalan birbirlerinin üzerine ışıklarını
düşürdüğünde yalan kazanacaktır.
Ama biz başka bir yerden devam edelim
konuya… O hapisteki insan olsa, ne yapar? Ne yaparsınız, siz olsanız o…
Çoğu insan yerinde oturur. Ölmemek için
özgürlük olasılığını yok sayar... Hadi yok saysın, oturmaz da oturduğu yerde;
ayağa kalkıp, hücresinde felsefe de yapar: Doğru cevabın bulunamayacağını bile
savunabilir... Doğru var olsa bile yalanın olduğu yerde ona üstünlük
sağlayamıyordur... Doğru, doğrultusu yalana çevrildiğinde yalanlaşıyor, yalan
ise doğruyu kendine benzetiyordur... Kendini yok sayar, sanki dünyada yalanla
doğru at koşturuyordur, insandan bağımsız. Kendisinin yalanın zaferine rağmen
doğruyu yapabileceğine ve yalanın zaferinden artık söz edilemeyeceğine inanmaz.
Yalanın, ancak kendi müdahale etmezse kazanacağını düşünmez. Yalanın
zaferinin(!) yalanı görünür kıldığını, görünür kılınan yalanın da
yenilebileceğini anlayamaz...
Doğruyla yalanın birbirlerinin üzerine
ışıklarını düşürdüğünde yalanın kazanacağı bilgisi bizim doğruyu yapmamızı
sağlar...
Bir başka
çeşit insan da şöyle bir hikaye kurar: Hapissiniz, iki gardiyan var ve ikisi de
doğrucu. İnsanın kötülüğü diye bir şey yok yani... Ama o zaman iki gardiyana
gerek yok, teki de yeter... İki kapı da özgürlüğe açılıyor. Hayatın kötülüğü
diye bir şey de yok yani. Sorun yok.
Teki
haricinde: Siz hâlâ hapissiniz... Doğmamışsınız, cennette hapissiniz.
Ve iki
kapı var: Biri doğum, özgürlük; diğeri doğmamak, ölüm (ölümden daha kötü bir
ölüm hem de, yaşamadan ölüm…)
Neyi
seçerdiniz...
YAZIT KUTUPLAR
“Sevgilimin
favori ülkesi İspanya, benimki İtalya.” (Bir İngiliz, aslında iki)
“Eşim
Küba gibi bir yerde yaşamak istiyor, ben Fransa’da.” (İspanyolun çifti)
“Fransız
edebiyatını, müziğini ve Paris’i çok seviyorum.” (Nereli? Daha doğrusu nereli
değil?)
“Belçika’da
kime sorduysam Brel’den hazzetmediğini söyledi.” (Yukarıdaki Amerikalı)
“Eğer
şu yeryüzünde rahat ediyorsam bunun nedeni yalnızca var olmak yoluyla burada
bulunmaya alışmamdır. Oysa ben başka bir yere ait olduğumu sanıyorum. Nereye
olduğunu bilsem her şey düzelecekti ama bu soru nasıl cevaplandırılabilir
göremiyorum. İnsanın anlaşılmaz bir özlemle dolu olması olgusu bir
“başka-yer”in varlığına işaret sanki.”
Yukarıdaki
vasat zihin örneklerine entelektüel bir katkıdan daha ileri gitmeyebilecekken
Eugene Ionesco, Yalnız Adam adlı romanının kahramanına şunları da söyleterek
kurtulur:
“Bu
‘başka-yer’ benim bulmayı beceremediğim bir ‘burası’ olabilir.”
Bu
cümleyle bir anda umutsuzluktan özeleştiriye sapar, tek taraflılıktan kurtulur,
olasılıkları düşünerek, üstelik doğru olasılığa da değinerek taçlandırır
mantığını. Hâlâ mutsuz olabilir, olmayabilir, ama buradan sonrası bizi
ilgilendirmez, buradan öncesi hem ilgilendirir hem bilgilendirirken…
Bu
başka-yer benim bulmayı beceremediğim bir burası ‘olabilir.’
İki
olabilirlikten birini seçmek ne kadar kolay bazen!
Olasılıklar
birbirine taban tabana zıt olsa da. (İpucu şu: Aynı taban)
Gerekli
olan şu: Hiçbir olasılığı dışlamamak… (“Asla turayı seçmem” diyen birini
düşünsenize.)
Zihin
dışladıklarının negatif etkisini hep içinde taşır. Bir de olumlu olasılıklarsa
bu dışlananlar... O zaman hayata, kendine ihanetten söz edilebilir… Doğmaya
karar verip, bunun farkında olmayınca “hayat kötü” diyen insan, kendi
cehennemini yaratmış ve orada yaşıyor-yanıyor demektir.
OLUMLU DEPREM
Tanrı
ile Sohbet adlı o harika kitapta şöyle der:
“Ruh,
büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda,
yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı
seçebilir.”
Bunun
doğruluk olasılığını araştırmak o kadar gereksiz ki! Şu söylenen, en kötü
ihtimalle yüzde on bile doğru olsa, bu tüm dünyayı baştan sona değiştirecek bir
şeydir... (Zaten olumlunun gücü de buradadır... Yüzde onu, yüzde doksanı
kapsar...)
Bu
mantık, olumlu bir depremdir...
Çünkü
artık kimse sorumluluktan kaçamaz...
“Bu
dünyaya kendi isteğim dışında geldim.” diyen kişi için de olurunu düşünelim...
Hayata kendi isteği dışında gelmeyi planlamış olmalı.
Böylece
“Bu hata elimde değildi, çünkü bu hayat elimde değildi...” diyebilir…
İşte,
usta bir yazarımız diyebiliyor:
”Sizin
için yazılan bir kaderi yaşıyor olmanızın neresi kötü. Hayatımızı kendimizin
yazamayacağı aklımıza hiç geldi mi? Hangi sağduyulu insan hayatını baştan sona
yazma ve yazdığı gibi yaşama fikrine uygulayacak kadar (bence aptalca) cesur
olduğunu düşünür. Bu ukalalıktır.”
Müthiş
bir olasılığı düşünebilen birisi, bu yazarımıza göre, sağduyusuz, aptal, ukala!
Çoğu
yazara bulaşmış, "Yaşam, daha başında kaybedilmiş bir savaştır." diye
ifade edilen Kafkaesk bir düşünüş...
Acılı
edebiyat…
Dünyadaki
yazar ve filozofların, iyimser bakarak diyorum ki, yüzde ellisinin boğazına
sarılacaksınız, yarım dakika ile bir dakika arası nefeslerini keseceksiniz
-birkaç dakika mı lazım, peki- acıyla besleyeceksiniz onları, sonra özgür bırakacaksınız
biraz da oksijenle beslenecekler, yeniden doğma durumu yaratacaksınız bir
çeşit…
Çoğu,
muhtemelen ve açıklayamadığım bir nedenden yine sanki hiç doğmamış gibi
yaşamaya ve yine yazdıkları tarzda metinler yazmaya devam edeceklerdir, siz her
ne kadar felsefelerini çökertmiş olsanız da nefeslerini kesemeyeceksiniz…
Karl
Poper “Aydınların yaklaşımındaki ve bakış açısındaki derinlik, her zaman
kötümserliklerindeki derinlikle ölçülür.” der: “Kaygılı insan için başarı ve
fiyasko arasında fark yoktur. İkisi de onu aynı şekilde rahatsız eder.“
Buna
iyi örnektir Cioran: “Bu sabah banyodayken, radyodan bir gökbilimcinin yüz
milyonlarca güneşten söz ettiğini duydum. Tıraş olmayı hemen kestim: Artık
tıraş olmak neye yarardı.”
(Ah
Cioran ah! Halbuki daha dikkatli tıraş olmalısın artık!)
Jean-Claude
Carriere söylüyor oysa: “Küçücük bir köyden, çocukluğumu geçirdiğim kırsal
kesimden geldiğim için kişisel olarak daha çok karamsar olma eğilimindeyim
–ama, bunun bilincindeyim- çünkü, on beş yaşına değin yaşadığım Cennet
görünümündeki dünya yok oldu. Bu yok olmuş çocukluk, beni her şeyin yok
olduğunu düşünmeye yönlendiriyor; bu doğru değil.”
“Ama
bunun bilincindeyim...”
Oysa
çoğu insan sadece kötünün olasılıklarını görerek, üstelik bu olasılığı abartarak
hayatlarını, başkalarının hayatlarını kendileri kötüleştiriyorlar... İyinin
gerçekleşmesine değil gerçekleşmemesine katkı yapıyorlar, umudu umutsuzluğa,
iyiyi kötüye kendi elleriyle dönüştürüyorlar, sonra da, bakın işte iyi hakim
değil, kötülük kol geziyor, umut bir işe yaramadı, insanoğlu düzelmiyor, diyorlar.
Yaşamın
kötü olduğuna kanıt bulunmadıklarından, onu dünyada yaratmak istiyorlar.
Kötümserlik
kötülükten kötü olabiliyor…*
*1.
Freud’un “masum” suçlular için yaptığı şu tespit, neden bu “olumlu depremzedeler”
için de geçerli olmasın: “Bu gibi kişiler kaynağı bilinmeyen bir suçluluk
bilincinin ağırlığı altında eziliyor, bir suç işler işlemez üzerlerindeki
ağırlık hafifliyor, suçluluk bilinci en azından belli bir eyleme
dayandırılıyordu.”
2.
Selçuk Erdem’in bugüne kadar hiçbir yerde rastlamadığım harika yakıştırması:
Şeytan cehennem ateşlerine heyecanla bakarken şöyle der: “Burası bile böyleyse
cennet kim bilir nasıl korkunçtur.”
Tek
bir sıkı ironi her zaman dünyanın trajiğini al yukarı eder.
Selçuk
Erdem’e karikatürünün dahice olduğunu söylediğimde, teşekkür ettikten sonra “abartmayın
canım” dedi. Benzer bir durumu ileride Graham Bell örneğinde vereceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder