GÜNLÜK HAYATIN DAHA VERİMLİ DEĞERLENDİRİLMESİ ÜZERİNE İNSANCIL BİR YAKLAŞIM (Hiç yapılmamış bir konuşmanın tam metni.)
Sevgili
mesai arkadaşlarım, saygıdeğer yöneticiler, sevgili misafirler...
Bugün
burada yapacağım konuşmamın şu anki çalışma sistemimizdeki aksayan yönleri
gidermeye yönelik bir öneri niteliği taşıdığını öncelikle belirtmek isterim.
Aksayan yön lafıma tepki duyulacağını tahmin ediyorum. Bazılarınızın, çalışma
sistemimizin aksayan bir yönü mü var? diye birbirinize bakacağınızı,
soracağınızı da tahmin ediyorum. Ama izin verirseniz şu anda alıştığımız için
farkına varmadığımız aksaklıkları, önerim hayata geçirilirse kazanacağımızı
birazdan anlatacağım avantajlara göre tanımlamayı daha doğru ve açıklayıcı
buluyorum.
Temelde
önerim iş zamanı, özel hayat ve uyku için ayrılan günlük sekizer saatlik zaman
dilimleriyle ilgilidir. Şu an uygulanan 8 saatlik iş zamanı, 8 saatlik özel
hayat ve 8 saatlik uyku zamanı dengesiyle haftanın 5 gününün geçirilmesi
ayarlamasına “şimdilik katılıyorum”. “Katılıyorum” sözcüğü ile haftada 5 günü
aşan çalışmaların karşısında olduğumu anlatmak isterken, “şimdilik” sözcüğüyle
de ileride haftada 5 günden az çalışma saatlerine sempatiyle baktığımı belirtmeye
çalışıyorum. Ama birazdan anlatacağım düzenleme olmadan, haftada 5 saatten az
çalışma saatleri uygulaması –yani 4 gün çalışma 3 gün tatil- günlük hayatla
çalışma zamanı arasındaki uçurumu şu ankinden çok daha belirgin kılmaktan,
örnekse Pazartesi Sabahı Stresi denilen bunalımı ikiye katlamaktan başka bir
işe yaramayacaktır. Çünkü çalışma saatleriyle hafta sonu tatili saatlerini
birbirinden daha da kopartacaktır. Bunu daha iyi anlamak isteyenler 1 haftalık
ya da 15 günlük yıllık izinden dönüşte işe alışmalarının ne kadar zor olduğunu,
kaç gün sürdüğünü şöyle bir düşünebilirler. Yani, örneğin Pazartesi gününü
tatil ilan etmek, Pazartesi Sabahı Stresinden bir kat daha fazla bir Salı
Sabahı Stresi oluşturmaktan başka bir işe yaramayacaktır –tabii şu anki çalışma
düzeniyle. Çünkü şu anki uygulama
insanların yaşamaktan çok çalışmakla zaman geçirdikleri bir dünya görüntüsü
vermektedir. İnsanlar 5 gün “hiç
durmadan” çalışmakta, sonra 2 gün “ne kadar yapabilirlerse” tatil yapmaya,
dinlenmeye ve eğlenmeye çalışmaktadırlar. Çalışma için ayrılan 5 günlük süreye
“iş çıkışı” tatil dahil edilmiş gibi görülse de, aslında durum hiç de öyle
değildir. Benim önerim de zaten bu noktadan işe başlamakta, bu görüntüyü
insanın yararına dönüştürmeyi amaçlamakta, örnekse Pazartesi Sabahı Stresini
tümüyle ortadan kaldırmayı önermektedir.
Evet,
önereceğim düzenleme iş hayatıyla özel hayatın birbirinden ayrıldığı bugünkü
duvarları yıkmaya adaydır. İş hayatıyla özel hayat neden birbirinden
ayrılmıştır? Kağıt üstünde saatleri eşitlendiği için dengedeymiş gibi gözüken
iş hayatı ve özel hayat arasında gerçekten bir denge var mıdır? Bunun dışında
çoğu insan için iş hayatı neden zoraki olarak yapılan işlerden oluşuyormuş gibi
görülmektedir? Sevmediği işi yapan insanların sorunlarının bu konuşmanın konusu
olmadığını, burada daha çok sevdiği işi yapanların buna rağmen neden hâlâ
zorluklar ve zorunluluklardan yakındığı sorusuna bir yanıt getirmeye
çalıştığımı belirtmek isterim. Ama yine de müjdelemek isterim ki, birazdan
verilecek yanıt, açıklanacak dinlenme ve çalışma düzeni, sevdiği işi yapan
insanların hemen tüm sorunlarını şu ankinden çok daha insancıl bir uygulamayla
çözeceği gibi, sevmediği işi yapan insanların da, yaptığı işi seven insanlar
olmasına katkıda bulunacaktır.
Bu
nasıl olacaktır? Öncelikle iş hayatı ve özel hayat arasındaki saatle ifade
edilen dengenin gerçek bir denge olup olmadığına bakmamız gerekmektedir. İş
saati olarak belirlenen 8 saat 9.00’da başlar bildiğimiz gibi. O zaman neden
biz 8:00’de kalkarız? İş saati
18.00’de biter yine bildiğimiz gibi ve özel zaman başlar. Peki biz özel
hayatımıza 19.00’dan önce neden başlayamayız? 8/8/8 olarak dengelendiği
söylenen uyku-iş-özel saat ayarlamasının, iş hayatının 1 saat uykudan, 1 saat
de özel zamandan çalması nedeniyle 7-10-7 haline getirildiği gayet açıktır.
Uyanabilmek, giyinebilmek, kahvaltımızı ya da işimiz için gerekli diğer hazırlıkları
yapabilmek ve dahası ve en önemlisi işimize ulaşabilmek için geçirdiğimiz
zaman, akşam da günün kirinden ve stresinden kurtulmak için soyunup dökünüp bir
banyo yaparak geçirdiğimiz zaman neden sanki bizim sorumluluğumuz ya da
suçumuzmuş gibi uyku ve özel zamanımız için ayrılmış bütüne tecavüz etmektedir?
İşte
söylüyorum: İş saati 9.00’da başlar, iş 10.00’da... İş saati 18.00’de biter ama
yine bu saatte özel hayatın başlayabilmesi için işi 17.00’de bitirmek bir
haktır. (İşiyle evi arası yarım saatlik bir uzaklıkta olanlar için bu sürelerin
yarımşar saat olabileceği açıktır.) İşte size gerçek 8/8/8’lik uyku/iş/özel
hayat dengesi. Tabii bence artık bu bütünü kesme gibi işaretlerle “ayırmak”
yerine 8+8+8 şeklinde “birleştirmek” sembolik olduğu kadar işlevsel açıdan da
yerinde olur.
Peki
artık “ayırmak” gibi bölücü bir kavramdan, uygulamadan söz edilmese de
“birleştirmek”ten gerçekten de söz edilebilir mi? Kesinlikle hayır...
İnsanların hayatlarına gerçekten önemli bir katkı sağlayacak bu uygulama yine
de matematiksel ve mantıksal bir dengeden daha fazlasını içermiyor. Ama insan
duygusal bir yaratıktır da aynı zamanda. Ve günlük 24 saatinden uyku için 8
saatlik önemli bir zaman dilimini ayırmak zorunda olması onun duygusal yönünü
göstermektedir. Sonuçta insanoğlu-insankızı yorulmaktadır ve düzenli bir
şekilde dinlenmeye ihtiyaç duymaktadır. Böylece dinlendikten sonra daha zinde
olarak işinin başına geçebilir. Peki neden dinlendikten “sonra” işinin başına
geçiyor? Eğlenmeye, özel hayata, dostlarla içmeye, hobilerini gerçekleştirmeye
“işten arta kalan” zamanlarını ayırdığı gibi, “işten arta kalan” gücünü,
zindeliğini de ayırmıyor mu? Sanırım bunda ailelerimizin bizi yetiştirmesinin
büyük etkisi var. “Önce derslerini çalış sonra oynarsın...” Peki artık büyümedik
mi? Ya da ne zaman büyüyeceğiz? En zinde saatlerimizi neden sadece iş hayatımız
için ayıracağız? Eğlenmeden önce “eğelenmek” de ne oluyor? İş hayatının
saatleri kurallarla belirlenmişken zaten, hangimiz işe gitmeyi aksatabiliriz?
Şu an hepimiz... En zinde saatlerimizi işyerinde harcadıktan sonra eğlenmeye
yeterli enerjimiz kalmadığından, bazılarımız yeterince eğlenemez ya da kişisel
meraklarına vakit ayıramaz ya da toptan hiçbir kişisel merakı olamaz...
Bazılarımız buna karşı çıkarak uyku saatlerini kısaltıp eğlenceye ve
kişiselliğe de vakit ayırdığından, ama bu arada da uykusuz, dinlenememiş
kaldığından sabahları işe gitmeyi aksatmak için canla başla yanıp tutuşur. Bu
durum ne bize ne de bizden verim bekleyen işverenlere bir katkı sağlar. Biz
öncelikle çalışan, sonra da eğlenmesi ve dinlenmesi gereken insan değiliz. Ama
biz öncelikle eğlenen ve dinlenen, sonra da çalışması gereken insan da değiliz.
Biz, DİNLENEN, EĞLENEN VE ÇALIŞAN insanız. Aynı bu sırayla ama.
O
zaman -öğle tatillerini şimdilik bir kenara bırakarak- şöyle bir uygulamadan
söz edilebilir mi?
9.00
- 17:00 Özel
17:00 - 1:00
İş
1:00
- 9:00 Uyku
İş
zamanına biraz haksızlık ettik gibi, ne dersiniz? Hiç de etmedik aslında! İnsan gece on ikilere birlere kadar nasıl
verimli çalışabilir diye sorabilirsiniz ama ben de size peki insan on ikilere
birlere kadar nasıl hobilerini gerçekleştirebilir ya da uykusu gelmeden
eğlenebilir yani özel hayatını verimli bir şekilde geçirebilir diye sorarım! Bu
düzenleme yerinde değil belki ama özel hayatını iş hayatına denk, en az onun
kadar değerli gören, artık görmeye başlayacağını umduğum insan için şu an özel
hayatının başına ne geldiğini gösteren iyi bir örnek! Yine de günümüzde
işverenlerin bize yaptığını biz onlara yapmayalım. Bence onlara yakınma
hakkını, bu kozu vermeyelim…
O
zaman? 9.00 - 13:00 Özel
13:00 - 21:00 İş
21:00 - 1:00 özel
1:00 - 9:00 uyku
Burada
şunu anlıyoruz bence. Aslında bu düzenlemeyi sadece iş hayatı için yapmak
yeterlidir. Sonuçta, asıl düzenlenmesi gereken odur. Diğerleri, yeterli ve
doğru zaman bırakıldığında insanın kendi keyfine kalmıştır.
O
zaman iş hayatının öğleden sonraya atılmışlığında anlaşarak:
13:00 - 21:00 iş
ya
da
14:00
– 22:00 iş
belki
13.30
– 21.30 iş
Buna
benzer bir uygulama olması gerektiği konusunda sanırım hemfikir olabiliriz.
Bakalım: İş hayatını 22.00’den sonraya taşımak ona haksızlık olacaktır.
Saatlere bir bakın, çok esnek olduklarını göreceksiniz. Birçok insan sabah 6
ile 8 arası bir saatte kalkıyor bugün, işlerine ulaşabilmek için. O saatin iş
hayatının değil de özel hayatın başlangıcı olduğunu bilmek hoşlarına
gidecektir. O saatte kalkıp kendi özel uğraşına yetişmeye çalışmak zevkten
başka ne verebilir. Ama istemezsek bizi kimse zorlamıyor, 10:00’a kadar hatta
öğleye kadar yatabilir, zamanımızı harcayabilir, işten özel hayatıma zaman
ayıramıyorum, şeklinde de yakınmayız. 14:00... Öğle yemeğinden sonra, sabah
mahmurluğuna benzer bir etki altında olduğumuz saat. Yeni uygulamayla sabah işe
başlar gibi başlayabiliriz işimize öğleden sonra. Tabii bu saate kadar, geç
uyansak da ayılacak, erken kalkıp da zindeliğimizden ve günden zevk alacak
vaktimiz olduğundan işe şu ankinden daha az mahmurlukla başlayacağımız kolaylıkla
görülebilir. İş saatinin 14:00’de ama işin 15:00’de başladığı, 21:00’de
bittiğini es geçmiyoruz. Bu hakkımızı zaten kazanmıştık. (İş saatlerinin çok
kısaldığı düşünülecektir ama emin olun işler aksamayacaktır, insan daha sıkı
çalışmak zorunda kalmayacaktır, daha akıllı, daha programlı çalışmak zorunda
kalacaktır, ki bu güzel bir şeydir.) 21:00 de ilginç bir saattir. Şu anki
uygulamanın zorlanması sonucunda birçok işyerinde zaten iş bu saatte ya da
neredeyse bu saatte biter. Birçoğumuz itiraz etmez hatta mesai de alamayız.
Artık biz itiraz etmeyeceğimiz gibi, mesai veren bazı centilmen işverenler de
bu dertten kurtulacaklar... 22:00’de evimizde olduğumuz gibi, istersek eve
uğramadan, istersek uğrayıp bir banyomuzu yapıp, pijamalarımız yerine gece
kıyafetlerimizi giyerek gece hayatına da katılabiliriz. İşimiz çok yormadığı ve
sabah da erken kalkıp kalkmamak tamamen vicdanımıza kaldığı için tam bir gece
kuşu olabilir, hatta istersek gecelerin kartalı bile kesilebiliriz.
Akşam
yemeğinin işyerinde yarım saatte yenilmesiyle bu sorun da çözülebilir, bu yarım
saat çalışma saatlerine dahil olmalıdır.
Bu
sistemin en önemli özelliği iş hayatının özel hayata ve bunun sonucunda özel
hayatın uykuya tecavüzünün engellenmesidir. Özel hayat iş hayatına tecavüz
etmez ve hatta işe geç kalmalar kalkar. İş hayatı uykuya tecavüz etmeye
yeltenirse bunda zorlanacaktır, çünkü bir insanın akşam dokuzdan sonra
çalışması zorlaşacaktır. Uykunun özel hayata tecavüzü ise uyumak istemeyenin
vicdani sorunudur, kimseyi ilgilendirmez.
Tabii
öğleden sonra işe gelen insan “gezmekten yorulmuş” olabilecektir, ama bunu,
“işte canım çıktı” gibi olumsuz bir anlamda kullanmayacak, yakınarak
söylemeyecektir. Yeni sitemde çalışmaktan yorulmak mümkün olmayacağı için
-çünkü insanın sağlığı daha az bozulacak, stres daha az olacaktır- iş hayatında
da daha verimli olunacaktır.
Pazartesi
Sabahı Stresi, gördüğünüz gibi ortadan kalkacaktır. Hem gece eğlencelerini
sevenler alışkanlıklarını değiştirmeyecek hem de gündüz eğlencelerini sevenler
“hafta sonunu iple çekmek” zorunda kalmayacaklardır. Gündüzleri bürolara
kapanmayacak, güneşe, yitirdiğimiz aşkımıza bakar gibi bakmayacağız. Okul
yıllarının deyimiyle “öğlenci” olacağız. İşten sonra bir şeyler yapalım teklifi
halen işlevselliğini koruduğu gibi, işten önce bir şeyler yapalım teklifi de işlevsellik
kazanacaktır. Trafikte bunalanlar isterlerse işlerine erken gidebileceklerdir
ve bunun için uykularından fedakarlık etmeyeceklerdir.
Günlerin,
haftaların, ayların yorgunluğunu atmak için akşamları erkenden yatmak ya da
hafta sonu tatillerimizi uyuyarak, sadece dinlenerek geçirmek gibi hiç de
insancıl olmayan zorunluluklardan kurtulunduğu gibi, işe kadar istenirse on
altı saat uyumak mümkün olacaktır. Zaten günlerin, haftaların, ayların
yorgunluğu kalmayacaktır. İş dışındaki zamanlarda fiziksel ya da zihinsel
üretimlerine vakit ayırmak isteyen insanlar için bu sistem eşi bulunmaz
olacaktır. İşkolikler içinse değişen bir şey olmayacak, bunlar isterlerse eski
sistemdeki gibi uyku harici vakitlerinin tümünü işlerine verebilecekler, sistem
onları da tatmin edecektir.
Evet
sistem teoride bu. Uygulanabilirliği konusundaki şüphelerim, bugüne kadar neden
uygulanmadığı sorusu etrafında şekilleniyor. İnsanın ‘çalışan insan’ olduğu
yanlış görüşünün önerdiğim sistemin en büyük engeli olduğunu düşünüyorum.
Konuşmamı
burada kesip size bir dinleyici mektubunu okumak istiyorum. Konuşmamdaki bazı
söylemler yazarının izniyle birebir bu mektuptan alınmıştır, bunun amacı
mektubun yukarıdaki düzenleme önerimle ilgili fikirlerimi daha da belirgin
kılmamdaki, önerime daha da güvenmemi sağlamaktaki katkılarının bir
göstergesidir. Olayın insani yönünü ortaya serebilecektir umuyorum bu mektup,
bu yaşanmış örnek.
Mektubun bir de adı var: AŞK HİKAYESİ
Ben
9-6 çalışıyordum. O günde 8 saat. Hangi saatler arasında çalışacağını
belirleyebilme hakkı vardı. Kesinlikle öğleden sonra olması gerektiğini düşünmüştü.
Çünkü sabah saatlerini -ki günün bedenen ve zihnen en zinde olduğumuz
saatleriydi bunlar (sanki ben bilmiyordum bunu)- evet, sabah saatlerini özel
hayatına ayırması gerekliydi. O yazardı. İş dışı böyle yoğun bir uğraşı olan
birisi için biçilmiş kaftandı bu düzenleme. (İşyerindeki arkadaşlarından birisi
–epeyce semirmiş bir bilgisayar uzmanı– öğleye kadar uyur ama sabahlara kadar
gezerdi. Hayata yemek içmek ve uyumak için gelindiğine inanırdı. Ben oturduğu
yerden ahkam kestiğini düşünürdüm! Tabii kıskanıyordum... Bayan patronları ise
öğleye kadarki tüm vaktini kafelerde, alışveriş merkezlerinde dolaşıp alışveriş
yaparak, dostlarıyla buluşarak geçirirdi.)
Çoğu
kez benden bile önce, beni bırak güneşten bile önce kalkardı. (Günün bekareti
bozulmadan! derdi. Akşam orospu mu oluyor o zaman? derdim, peki ertesi sabah
nasıl bakire olarak doğabiliyor yine!.. İşte, dediğin gibi, derdi, yeniden
doğuyor...) Çalışma masasının başına geçer yazmaya başlardı. Sonra ben
kalkardım. (Hiç de bakire gibi hissetmezdim. Tam tersi...) Beni geçirirken ne
lanet bir sabah olduğu ve o gün ne kadar işim olduğuyla ilgili şikayetlerimi
dinlemek zorunda kalırdı. Benim her sabah hissettiğim ölesiye yorgunluk hissini
mahmurluk düzeyinde bile hissetmemesine nasıl anlam veremediğimi yüzüncü kez
tekrarlardım. (Doğum günü bir Pazar sabahıydı.) Ben işlerle boğuşurken o öğleye
kadar yazmaya devam ederdi.
En
çalışkan günlerinde böyleydi, yani yılın 300 günü falan! Arada bir, o gün
kaytardığından, geç kalktığından, ya da tekrar yatağa döndüğünden, tembellik
hakkını kullandığından, tüm öğleden öncesini ‘harcadığından’ söz ederdi.
Aylaklık ettiğinden daha fazla enerji depoladığını söylerdi ama, erken kalkıp
bir şeyler ‘ürettiğinde’. Yine de bana okuttuğu etkileyici metinlerden çok, tüm
öğleden öncesini müzik dinleyerek, yürüyüş yaparak ya da ne bileyim sadece
oturup hayaller kurarak, ‘harcayarak’ geçirmesinin akşam eve geldiğindeki
etkisini, o dingin halini kıskanırdım. Sanki işten değil de eğlenceden geliyormuş
gibi. Ya da Cuma akşamıymış gibi. Pazar sabahıymış gibi! Yarının Pazartesi
olmadığı bir Pazar sabahı hem de. Her günün Pazar olduğu... (Düşünebiliyor
musunuz böyle bir hayatı? Her gün gözlerinizin önünde gerçekleşirken sizin
kıyısından köşesinden bile sebeplenemediğinizi düşünebiliyor musunuz? Neler
hissettiğimi tahmin edebiliyor musunuz?)
Eğer
sabah verimli geçmişse canla başla, geçmemişse nasılsa bir sonraki sabahın
olacağını bilerek ve ondan sonrakinin, nispeten, bana nispeten canla başla
başlardı öğleden sonraki ‘asıl’ işine. Günün yarısını çok sevdiği bir şeyi
yaparak geçirmişti. Mesleğini dinlenme, biraz uzaklaşma olarak bile görürdü, ki
onu da çok severdi. Nasıl sevmesin, işine öğleden sonra başlıyordu ve benim de
zaten çoğu kez yapılacaklar biriktiğinde ya da birilerinin gün içinde dalga
geçmesi akşam ani bir iş olarak benim üzerime çöktüğünde çıktığım saatte
çıkıyordu.
İşten
erken (yani tam vaktinde) çıkmışsam eve gelip dinlenmeye çalışırdım. (O işten
yarım saat önce çıkardı ki o saati eve gitmek için trafikte geçirebilsin.
Patronu çalışanlarının işe gelmesi için harcadıkları sürenin onların suçu
olmadığını söylerdi. Size ne diyorum, bunlar bu dünyada yaşamıyorlardı!)
Geldiğinde ancak sakinleşmiş, üzerimdeki olumsuz elektriği atmış olurdum. Ortaya
çıkmasına gün boyu izin vermediğim yorgunluğum kendini hissettirmeye başlardı.
Beni dışarı çıkarmak ister, ben de ona uymayı istemekle birlikte daha çok
uyumak isterdim... (O yorgun olmaz mıydı? Nasıl olmazdı? Sabah 6’da kalktıysa
ve işten 10’da geldiğini düşünecek olursak 16 saat çalışmış olurdu! Ve gece
takılmak istiyordu!) Bazı geceler yalnız çıkardı.
Çıkmadığı
geceler hafta içi görüşebildiğimiz yegane zamanlardı veeee... kavga ederdik
(bazen o kadar yorgunken bile neden çıkmak istediğini şimdi anlıyorum). Ben
konuşmak isterdim, işteki sorunları anlatmak isterdim; o ise bunları
iyimserlikle geçiştirmeye çalışır, ‘bulaşmak’ istemezdi. Bencil olduğunu,
sadece kendisini düşündüğünü düşünürdüm. Ben üsteledikçe rahatsız olur ve beni
eleştirmeye başlardı. Ben de sinirlenmeye başlar ve benim tarafımda olmadığı
için ona kızardım. Böyle gecelerde ortamı terk etmek isterdi, her zamanki gibi
kaçmak… Çünkü ona geçirdiğim olumsuz elektrikten rahatsız olduğunu söylerdi.
Yanımda kalmasını, bu olayı ‘çözmemiz’ gerektiğini söylerdim. Biraz sonra
bağırmaya başlardı, onu dinlemediğimden yakınır, sözünü kestiğimi söylerdi;
gitseydim bunlar olmazdı der, buna izin vermediğim için bağırmasından beni
suçlardı. Tüm günü çok verimli ve keyifli geçirdiği halde yarım saatte her şeyi
nasıl değiştirebildiğime inanamadığını söylerdi.
O
gün öğleye kadar yazmayıp da gezmiş ya da ‘dalga geçmişse’ o zaman akşam
yazmaya vakit ayırmak isterdi, onun dışında evde işle ya da yazdıklarıyla
ilgili çok şey konuşmaz, işteki ya da yazılarındaki sorunları çözdükten sonra
bana anlatır, yazdıklarını okuturdu. Bu anlamda kapalıydı, onun deyimiyle
kendine yeterdi. Ben de onun hayatından çok fazla söz açmaz, zaten bunu
düşünecek fazla vakit bulamaz, işleri yolunda olduğu için de ilgisiz olduğumu
düşünüp rahatsız olmazdım. Sabah verimli geçmişse akşam asla yazmazdı, buna
gerek duymazdı. Bir hayatını diğerine karıştırmamaya özen gösterirdi. Günlük
hayatı o kadar mükemmel düzenlenmişti, o kadar dengedeydi ki bunu bozmak
saçmaydı. (Yaşayabileceğinden daha uzun yaşamak istemezdi, bundan bile
sıkılacağını düşünür, düşüncesinden bile rahatsızlık duyardı. Sadece yaşayacağı
süreyi verimli geçirmeye bakardı. Yazı zamanı yazı, iş zamanı iş ve gezme
zamanı gezme...) Benim gibi bir şeylerin gerisinde kalıyormuş duygusunu hiç
yaşamazdı. Bu halinin ona has, kişiliğinden kaynaklanan bir şey olduğunu
sanırdım...
İşi
benim kadar saygı gördüğü ve yönetici konumunda olduğu bir iş değildi; ama en
azından özel hayatına tecavüz etmiyordu. Benim kadar para kazanmıyordu; ama
sabah işe geç kalma stresi yoktu, trafik sorunu da... Pazartesi Sabahı Stresi
diye bir şey yoktu. Öğleden sonra işe gittiği için değil sadece, yorgunluk
biriktirmediği için. Günlerin, haftaların, ayların yorgunluğunu atmak için
akşamları erkenden yatmaya ya da hafta sonu tatillerini uyuyarak geçirmeye
ihtiyacı yoktu, isterse günde on altı saat uyuması mümkündü. Bu yüzden de
günlerin, haftaların, ayların yorgunluğu olmuyordu. (İlginç değil mi, benim de
iş dışında o kadar boş vaktim vardı ama sanki onun günü 36 saat falandı.) Ne
tüm gün büroya kapanmak ne de ‘güneşe çıkmak’ için hafta sonlarını beklemek
zorundaydı. Benim iş hayatımla eğlence hayatımı zorlu yaşam şartları nedeniyle
boşanmış bir karı-kocaya benzetirdi; ben otoriter ama paralı olduğundan babamın
(işimin) yanında kaldığımdan beni her zaman eğlendiren, kucağında çocukluğuma
dönebildiğim şefkatli annemi (özel hayatımı) sadece hafta sonları
görebiliyordum.
Hafta
sonları haricinde çok da görüşemiyorduk. Hafta sonları öğleye kadar uyumaya
çalışırdım, onun için hafta sonu da çalışma günü gibiydi. (Hafta sonu diye bir
şey yoktu. Cumartesi akşamları benim gecelerimdi, çünkü boş gecelerimdi ama
onun en kötü geceleriydi, çünkü her taraf ‘insan kaynıyordu.’) Sabahları yine
yazardı, ortalık kalabalıklaşmadan çıkıp şehri dolaşmayacaksa. Yazmaya bir gün
bile ara verse tekrar girmesinin zor olduğunu söylerdi, Pazartesi Sabahı
Stresine bizim hafta sonu işten ayrı geçirdiğimiz zamanın neden olduğunu
söylerdi. Hafta sonlarından “iki günlük ateşkes” diye söz ederdi.
Evet
bir sorun vardı biliyordum ama sorunun benim hayatımda olduğunu göremedim. Ne
körlük! Tam olarak bilmiyordum ama biz evliydik ve iki ayrı hayat yaşıyorduk.
Sanki ayrı şehirlerde yaşıyorduk da sadece hafta sonları görüşebiliyorduk.
Belki haklıydım ama şehir değiştirmesi gereken o değildi. Onun yaşadığı şehir
benimki kadar bunaltıcı bir yer değildi çünkü...
Ben
yıllarımı, kazandığım paranın birazını da biriktirmem gerektiği düşüncesiyle
sadece yorgunluklar biriktirerek geçirirken o işinden benim kadar kazanmasa da
(hatta yazılarından aldığı az parayı buna katsa da...) daha fazlasına ihtiyacı
olmayan bir insan gibi yaşardı. (Roman yazıp voliyi vurmayı bekliyordu.
Beklemiyor muydu?) Ama daha iyi bir eve taşınsak fena mıydı? Arabamızı
yenilesek? Tatillerimizi yurt dışında geçirsek, hafta sonlarında şehirden
uzaklaşabilsek? Daha fazla kazansa fena mıydı? Artık yan işini bırakıp adam
gibi bir işte çalışsa iyi olmaz mıydı? Bir statüsü olurdu. (En azından çok para
kazandığı için bir statüsü olurdu.) Şu an komik geliyor. Bu itirafları her şey
için çok geç olduktan sonra yapabiliyorum ancak.
Bir
çocuğumuz olmayacak mıydı? Uzunca bir süre çalışmasam da çocuğumuzu büyütsem
istemez miydi? O zaman onun şu an kazandığıyla geçinebilecek miydik?
(Edebiyattan para kazanmayı daha ne kadar hayal edecektik?) Üniversite
yıllarındaki gibi yaşamaya dönebilir miydik? O dönerdi de ya ben? Ya ben? Evet,
işte bu: Ya ben?
Ya
o? Evet benden daha keyifli bir hayatı olduğu tartışılmazdı. Ama ben
sorunlarıma ortak olmasını istedim ondan. Bu kadar rahat olmasını kendime
haksızlık gibi görmeye başlamıştım. Onu daha fazla görmek istiyordum, belki
sabahları benim gibi işe gitmesini istiyordum. Onu kıskanmak istemiyordum.
Benimki
gibi saatleri olan bir işe geçti. Normal saatleri olan bir işe! Eski hayatına
alıştığı için başta zor olacağını tahmin etmiştim ama bu kadarını tahmin
etmemiştim. Yo, yeni hayatına alışmak için çok çaba harcadı ama keşke itiraz
etseydi, bana karşı koysaydı. O kadar iyimser ve güçlüydü ki bunu başaracağına
inanıyordu. Oysa o bile başaramazdı. Kimse başaramazdı. Ne büyük bir mengeneye girdiğini
tahmin edemedi. Sabah erken kalkmaya zaten alışıktı da bunu zorunluluktan
yapmaya başladı benim gibi, o yüzden de kalkamamaya başladı. Uyum sağlamayı
hiçbir zaman başaramadı (hangimiz başarabildik ki!) ama para kazanma işini
gayet güzel halletti. Fazla kazanmaya başladıkça daha da kazanması gerekti,
daha fazla kazanmıyorsan daha az kazanıyorsundur ya. (Oyun gibi görürdü bunu;
banka defterlerindeki rakamın büyümesini. Şaşırdığı, her şeyin sanal bir
şekilde oluvermesiydi: Bankadaki paramız bir rakamdı sadece, bir şey
aldığımızda o rakam biraz düşüyordu, maaşlar yattığında artıyordu, para denen
şeyi elimize almıyorduk bile, her şey bir şaka gibi geliyordu ona bazen. Onu
heyecanlandıran da buydu zaten. Bir oyun gibi başladı her şey onun için. Ama
değildi.) İşleri çoğalmaya başladı. Artık işten benim gibi yorgun çıktığından
ve tüm gündüz saatleri geçip gittiğinden, yarın da erken kalkması
gerekeceğinden eve gelince çok da verimli olamıyordu yazılarında. Yazılarında
verimli olmaya çalıştıkça sosyal hayat aksadı, beni oralara buralara götüren
insan uyku düşkünü biri olmuş çıkmıştı (benimki gibi düşlemek anlamında değil
düşmek anlamında düşkün). Sosyal hayata vakit ayırdığında bunu yazılarına
ayırdığı vakitten kırparak yaptığından içinde hep bir huzursuzluk oluyordu. İş
hayatı tüm yaşamını kıstırmıştı. Neredeyse tümüyle bıraktı yazmayı. Belki bazı
hafta sonları... Bir süre katlanacağız diyorduk. Emekli olunca yazacak bol bol
vakti olacaktı nasılsa. Nasılsa? Hem böyle giderse kendi işini kurduktan sonra
daha çok zaman ayrılabilirdi de, daha erken, yaşlanmayı beklemeden, heyecanını
kaybetmeden... Yükselen hayat standardımız buna izin verecekti sanki. (Eski
evimizin önünden geçtik trafikten kurtulmak için ara sokaklara saptığımız bir
gün. Bakamadı bile. Başını çevirdiğinde gözlerinin sulandığını fark ettim. Ben
de başımı çevirdiğimde gördüm: Eski çalışma odasından görülen bostana inşaat
dikiyorlardı... Bir hafta sonu yıllar önce kullandığı arabasını gördü bir ara
sokakta, terk edilmiş ilk göz ağrısı. Alalım mı? dedim, toplatırsın. Unutmak
daha iyi değil mi? dedi.)
Bana
yapılanı ona yapılırken gördüğümde bana ne yapıldığını daha iyi anladım. Ve ona
ne yaptığımı...
Yaşayan
değil çalışan insanlardık, yaşamaya çalışan. Değişimi nasıl fark edemedik? Hayattan
daha fazla şey isteyen, bunun için daha fazla kazanması ve doğal olarak da daha
fazla çalışması gereken insanlar olarak bulduk sanki kendimizi bir sabah
kalktığımızda. Ama asıl sorun şuydu ki günün yanlış saatlerinde çalışıyorduk.
Daha doğrusu en doğru saatlerinde çalışıyorduk, günün yaşamak için en doğru
saatlerinde. En zinde olduğumuz saatleri çalışarak harcıyorduk. “Önce
derslerini bitir sonra oynarsın...” Daha çocuktan böyle alıştırılmıştık.
Oynamak dersleri bitirmenin bir ödülüydü. Oynamak bir ödül olabilir mi? Yaşamak
bir ödül olabilir mi? Bütün önemli ödüller gibi zordu ona ulaşmak. Eğlenmek,
dinlenmek lüks bir şey olarak algılanıyordu artık. İşten çıkışlarımızda
yaptığımız şeyin tatil olması mümkün değildi, sadece yarınki çalışmaya
hazırlanmak için dinlenmekle geçiriyorduk vaktimizi.
İnsanların becerilerini geliştirmek, yeni beceriler
kazanmak ya da sırf ufkunu genişletmek üzere işlerinden bir yıl izin alma
hakkına resmen kavuşmuş modern ülkelerden söz etmişti. İşin ilginci bu haktan
yararlanmayı talep edenler çok azmış. Gerçekten dinlenmek için emekliliğimizi
bekliyorduk. Ama hiçbir becerimiz, iş dışında vaktimizi geçirebileceğimiz
hiçbir uğraşımız kalmadığı için bu süreyi de sıkıntıyla geçirmeyecek miydik? Ölümü
beklemekten ne farkı vardı bu tür bir emekliliğin?
Vaktimiz olmadığından doğal olarak okuyamıyorduk. Oysa
insanlar yazıyorlardı bunları: “Tarih boyunca yaptıkları gibi, bugün de bizi
-üstelik daha sinsi çevrelere başvurarak-, yaşamımızı ömrümüzün zamanına
yaymaktan, bugünlerimizi kendi dünlerimizin ve kendimize kurgulamak istediğimiz
yarınlarımızın ekseninde yaşamaktan alıkoymak peşindeler. Bugün bizden hemen her konuda “güncel”
olmamız istenirken, bunun altında yatan amaç, günü ve yaşadığımız zamanı
kaçırmayıp ona tanık olmamızı sağlamak değil, fakat bizi aslında bir
nehir-roman gibi algılanması gereken insan yaşamının “gün” diye adlandırılan
parçacıkları içerisine hapsetmek. İstiyorlar ki, sınırlılığı içerisinde
sınırsızlığa uzanabilen tek canlı türü olan insan, böylece hep birbirinden
bağımsız gün parçacıkları boyunca ilerlesin ve sonunda “bir gün” o yaşamı, neye
yaşanmış olduğunu düşünmeye bile fırsat bulamadan tüketiversin!”
Onun bir zamanlar çalıştığı saatlere bakın, bir an siz de
o saatlerde çalıştığınızı düşünün, hayatınıza ne kadar uygun olduklarını
göreceksiniz. Ve işte ben onu bu hayatından ayırmıştım. Aramız her zamankinden
fazla gergindi artık. Önceleri benim gerginliğim için paratoner görevi görürken
şimdi benden de gergin biri oluvermişti. Çünkü benim gibi bu hayata alışık
değildi, ‘özgürlüğünü’ sonradan yitirmişti. Bu şartlarda kavgalarımız,
soğukluklarımız büyüdü ve ikimiz de mutsuz olduk. Daha önce en azından o
mutluydu.
Çocuk
kendimi gerçekleştirmeme çok yardımcı oldu. Hayata tutunmama. O ise doğmamış
romanıyla yaşıyordu... Çocuğumu ona borçluyum. Onsuz asla doğru
yetiştiremezdim. Bir iş adamı olarak otoriterdi ama baba olarak insancıldı. Eve
asla iş getirmedi, yani kavga gürültü riyakar ilişki getirmedi. Çok çalışan tüm
babalar gibi çocuğumuza yeterli vakit ayıramıyordu. Ama yine yanılıyordum. Bunu
yapabilecekken de yapmıyordu. Benim ona bir süre önce yaptıklarımı çocuğumuza
yapmamak için...
Daha
sonra sadece yarım günlük işlerde ya da hayır işlerinde çalıştım. Kendini
tatmin için insana bu kadarı yetiyor. Yanıla yanıla yaşayarak bu kadar iyi bir
yaşam kurmam büyük şanstı. İnsanın şansını bazen başkaları yaratıyor!
Rollerimiz tersine dönebilir miydi? Yani tarihsel, geleneksel rollerimiz. Ben
kazanıp ona baksaydım... O doğurabilseydi ancak olabilirdi bu. (Romanından söz
etmiyorum!.. Bunu o söylemişti.)
Kendimi
onun için feda etseydim, paratonerimi korusaydım, paratonerimin paratoneri
olsaydım? Romanını yazması için ona destek olsaydım? (Çocuğumu unutacaktım, ya
da erteleyecektim.) Bunu ona da söyledim. Ama bunu benden isteyemezdi. Tek
istediği vardı; benim için yaptığı fedakarlıkları artık yapmamak. Başarısız
olduğunu falan düşünmeyin. Mesleğinin bir numarası oldu. Öyle gerekiyordu. Bir
yerlerde bir numara olmak için de bu lazım zaten: Başka bir yerlerde bir
ezikliğinin olması.
Çocuğumuz
belli bir yaşa geldikten sonra ayrıldık. Artık kendi hayatını kurmak
istemesinin yanında bana bir ceza verme isteği de vardı bu kararında. Beni hiç
parasız bırakmadı. Beni hiç affetmedi! Çocuğumu aldırsaydım benim de onu
affetmeyeceğim gibi... Çocuğumuzu giderek daha fazla görmeye başladı.
Yazabildiği içindi bu sanıyorum.
Suçlu
muyum? Çocuk doğurmak bir eser dünyaya getirmekten daha mı önemsiz... Beni
affettikten sonra açıklayabilirim ancak aslında suçun bende de olmadığını. Ben
de bekleyebilirim. Ben de sabredebilirim. Belki bunun romanını bile yazarım...
Ne diyorum? Hâlâ onu kıskanıyor muyum? Bir roman yazarsam beni asla affetmez.
Hem belki o yazıyordur bunu... (İlk kitabı için, haliyle bana adarsın artık,
demiştim. Sanırım bunun da bana yetmeyeceğini biliyor! Beni kitabının başına
değil içine koyacak...)
Çocuğumuz
kız... Geleceğinde kendisi için fedakarlık yapacak bir erkek bulduğunda onunla
sorumlulukları paylaşacak kadar güçlü olması gerekiyor...
Neden
bu devirde o eski aşklar yaşanmıyor diye soruyor musunuz? Bana sormayın. Çünkü
ben cevabı biliyorum. Neden büyüdükçe bilgeleşen insanlara değil de aksine
çocuklaşan yaşlılara rastladığımızın cevabını da biliyorum. Aşk hikayemde neden
romantik şeylerden bahsetmediğimi de biliyorum. Ama bildiğimi söyleyebilecek
cesaretim yok. Değiştirecek cesaretim kaldı mı? Vaktim kaldı mı? Ya sizin
vaktiniz var mı? Yaşamak için vaktiniz var mı? Hayat için...
......
Mektubumuz
ve konuşmam burada bitiyor. Son olarak, bundan sonraki ilk iş günü, işinize
gittiğinizde o sabahı Cumartesi ya da Pazar sabahı işe gelmişçesine gereksiz ve
anlamsız (ve işyerini de öğleye kadar terk edilmiş) bulacağınızı hayal etmek
istiyorum. O zaman mesaimin hakkını vermiş hissedeceğim kendimi...
Sevgiler...
Saygılar...
UTANÇ
Elias
Canetti yazıyor. Konu: Robert Musil.
“Musil,
parayı düşünmeyi reddederdi, para düşüncesi canını sıkar ve rahatsız ederdi…
Karısının parayı sinek kovar gibi onun çevresinden kovması, Musil’e tümüyle
uygun düşen bir tutumdu. Enflasyon nedeniyle her şeyini yitirmişti ve çok zor
bir durumdaydı. Giriştiği işin (Niteliksiz Adam’ın) uzunluğu ile bunun için
gerekli parasal olanaklar arasında çarpıcı bir karşıtlık vardı.
Viyana’ya
geri döndüğünde, dostları bir Musil derneği kurdular; dernek üyeleri Musil’in
Niteliksiz Adam’a ilişkin çalışmalarını sürdürmesini güvence altına alabilmek
için her ay belli bir katkı payı ödeme yükümlülüğünün altına girmişlerdi. Musil
bu kişilerin listesini biliyordu ve katkılarını düzenli ödeyip ödemedikleri
konusunda da rapor alıyordu.”
Sonra
da beni düşündürmeden önce güldüren şu cümleyi kuruyor Canetti:
“Bu
derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum.”
Hayatımın
herhalde son on beş yılında, yani 20’li yaşlarımın başlarından beri, yetiştiriliş
tarzımla tamamen tezat bir düşüncedeydim:
Bana
yapmak istediklerim için para mı vermek istiyorsunuz…
Size
teşekkür etmem…
Sizi
takdir ederim…
Musil’e
yapılana “katkı” diyor Canetti. Bana yapılan iki katkıyı hatırlıyorum, herhalde
biraz daha düşünsem en fazla 3’e çıkar bu katkılar:
1.
Çok yıllar önce: Sen hiç çalışma kartında düşünür yazsın, diyen bir uzak
sevgili. Daha yeni işe başladığımız, yeni yeni kartvizitlerimiz olduğu bir
yaşta.
2.
Uzun bir aradan sonra işe başlayacağım sırada: Şimdi sen de mi çalışacaksın,
herkes gibi sabahları işe gideceksin, ne güzeldin halbuki böyle ya, diyen bir
yakın sevgili, kendisi de çalışmamayı amaçlıyordu ve benim çalışmamamı, her ne
kadar sevgilisi olarak kendi kişisel çıkarları için hiç uygun bulmasa da, ideal
olarak çok beğeniyordu.
Canetti’den
devam edelim.
“Bu
derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum.”
Canetti
mantık düzlemine oturtmaya çalışıyor:
“Çünkü
bu adamların neyin söz konusu olduğunu bildikleri gibi doğru bir düşünceye
sahipti. Bir esere katkıda bulunmalarına izin verilmesi, onlar için bir
ayrıcalıktı.”
Sponsor
kelimesi henüz yoktu tedavülde o zaman, başkaları vardı. Hamiler mesela. Musil
derneği de bunun güzel bir örneği. Ama sponsorların adının, evet belli bir
reklam kaygısıyla da olsa aslında bir çeşit gururla söylendiği günümüz
magazinel işleriyle karşılaştırıldığında, benim teşekkür etmemem, takdir etmem,
sağlam bir felsefedir.
Zaten
siz de fark ettiniz, Musil’e yapılan “katkı” konusunda utanan Musil değil
Canetti’dir.
Canetti
devam ediyor: “Her zaman Musil’in bu Musil derneğine bir tür tarikat olarak
baktığından kuşkulanmışımdır. Derneğe alınmak büyük bir onurdu ve ben hep acaba
Musil değersiz kişileri derneğin dışında bırakır mıydı diye düşünmüşümdür.”
Bu
günümüzdeki sponsor mantığını iyi açıklıyor. Eskiden parasız ama değerli
insanların değeri bilinirdi, çünkü para sizin değerli olmanızı doğal olarak
getiren bir şey değildi. Günümüzde sponsor olmak için paralı olmak yeterlidir.
Hatta böylece değerinizi de artırmış olursunuz…
İşte
Hülya Avşar belirliyor: Ona göre devlet sanatçılığının kıstası: Devlete ne
kadar vergi ödediğin.
Canetti
devam ediyor: “Böyle koşullarda Niteliksiz Adam üzerinde çalışmayı
sürdürebilmek parayı soylu bir biçimde küçümsemeyi koşut kılıyordu…”
Günümüzde
soyluluk diye bir şey kalmadığından, parayı soylu bir biçimde
küçümseyemezsiniz, bunun için önce zengin olmanız gerekir…
“Yaşamının
İsviçre’de bütünüyle parasız geçirdiği son yıllarında Musil, paraya değer
vermemiş olmasının bedelini çok acı ödedi.”
İnsanlığın
dramının ekmek parasını kazanmak dramına indirgenmesi, edebiyatın ve felsefenin
bile buna alet olması, sonra da edebiyattan felsefeden anlamayan bir halktan
şikayet etmek… İşte üst düzeyin üst düzeyi bir insanlık dramı… Aslında tek dram
budur belki de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder