6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 8: Güneşli Pazartesiler







GÜNLÜK HAYATIN DAHA VERİMLİ DEĞERLENDİRİLMESİ ÜZERİNE İNSANCIL BİR YAKLAŞIM         (Hiç yapılmamış bir konuşmanın tam metni.)

 

 

Sevgili mesai arkadaşlarım, saygıdeğer yöneticiler, sevgili misafirler...

Bugün burada yapacağım konuşmamın şu anki çalışma sistemimizdeki aksayan yönleri gidermeye yönelik bir öneri niteliği taşıdığını öncelikle belirtmek isterim. Aksayan yön lafıma tepki duyulacağını tahmin ediyorum. Bazılarınızın, çalışma sistemimizin aksayan bir yönü mü var? diye birbirinize bakacağınızı, soracağınızı da tahmin ediyorum. Ama izin verirseniz şu anda alıştığımız için farkına varmadığımız aksaklıkları, önerim hayata geçirilirse kazanacağımızı birazdan anlatacağım avantajlara göre tanımlamayı daha doğru ve açıklayıcı buluyorum.

Temelde önerim iş zamanı, özel hayat ve uyku için ayrılan günlük sekizer saatlik zaman dilimleriyle ilgilidir. Şu an uygulanan 8 saatlik iş zamanı, 8 saatlik özel hayat ve 8 saatlik uyku zamanı dengesiyle haftanın 5 gününün geçirilmesi ayarlamasına “şimdilik katılıyorum”. “Katılıyorum” sözcüğü ile haftada 5 günü aşan çalışmaların karşısında olduğumu anlatmak isterken, “şimdilik” sözcüğüyle de ileride haftada 5 günden az çalışma saatlerine sempatiyle baktığımı belirtmeye çalışıyorum. Ama birazdan anlatacağım düzenleme olmadan, haftada 5 saatten az çalışma saatleri uygulaması –yani 4 gün çalışma 3 gün tatil- günlük hayatla çalışma zamanı arasındaki uçurumu şu ankinden çok daha belirgin kılmaktan, örnekse Pazartesi Sabahı Stresi denilen bunalımı ikiye katlamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü çalışma saatleriyle hafta sonu tatili saatlerini birbirinden daha da kopartacaktır. Bunu daha iyi anlamak isteyenler 1 haftalık ya da 15 günlük yıllık izinden dönüşte işe alışmalarının ne kadar zor olduğunu, kaç gün sürdüğünü şöyle bir düşünebilirler. Yani, örneğin Pazartesi gününü tatil ilan etmek, Pazartesi Sabahı Stresinden bir kat daha fazla bir Salı Sabahı Stresi oluşturmaktan başka bir işe yaramayacaktır –tabii şu anki çalışma düzeniyle. Çünkü şu anki uygulama insanların yaşamaktan çok çalışmakla zaman geçirdikleri bir dünya görüntüsü vermektedir. İnsanlar 5 gün “hiç durmadan” çalışmakta, sonra 2 gün “ne kadar yapabilirlerse” tatil yapmaya, dinlenmeye ve eğlenmeye çalışmaktadırlar. Çalışma için ayrılan 5 günlük süreye “iş çıkışı” tatil dahil edilmiş gibi görülse de, aslında durum hiç de öyle değildir. Benim önerim de zaten bu noktadan işe başlamakta, bu görüntüyü insanın yararına dönüştürmeyi amaçlamakta, örnekse Pazartesi Sabahı Stresini tümüyle ortadan kaldırmayı önermektedir.

Evet, önereceğim düzenleme iş hayatıyla özel hayatın birbirinden ayrıldığı bugünkü duvarları yıkmaya adaydır. İş hayatıyla özel hayat neden birbirinden ayrılmıştır? Kağıt üstünde saatleri eşitlendiği için dengedeymiş gibi gözüken iş hayatı ve özel hayat arasında gerçekten bir denge var mıdır? Bunun dışında çoğu insan için iş hayatı neden zoraki olarak yapılan işlerden oluşuyormuş gibi görülmektedir? Sevmediği işi yapan insanların sorunlarının bu konuşmanın konusu olmadığını, burada daha çok sevdiği işi yapanların buna rağmen neden hâlâ zorluklar ve zorunluluklardan yakındığı sorusuna bir yanıt getirmeye çalıştığımı belirtmek isterim. Ama yine de müjdelemek isterim ki, birazdan verilecek yanıt, açıklanacak dinlenme ve çalışma düzeni, sevdiği işi yapan insanların hemen tüm sorunlarını şu ankinden çok daha insancıl bir uygulamayla çözeceği gibi, sevmediği işi yapan insanların da, yaptığı işi seven insanlar olmasına katkıda bulunacaktır.

Bu nasıl olacaktır? Öncelikle iş hayatı ve özel hayat arasındaki saatle ifade edilen dengenin gerçek bir denge olup olmadığına bakmamız gerekmektedir. İş saati olarak belirlenen 8 saat 9.00’da başlar bildiğimiz gibi. O zaman neden biz 8:00’de kalkarız? İş saati 18.00’de biter yine bildiğimiz gibi ve özel zaman başlar. Peki biz özel hayatımıza 19.00’dan önce neden başlayamayız? 8/8/8 olarak dengelendiği söylenen uyku-iş-özel saat ayarlamasının, iş hayatının 1 saat uykudan, 1 saat de özel zamandan çalması nedeniyle 7-10-7 haline getirildiği gayet açıktır. Uyanabilmek, giyinebilmek, kahvaltımızı ya da işimiz için gerekli diğer hazırlıkları yapabilmek ve dahası ve en önemlisi işimize ulaşabilmek için geçirdiğimiz zaman, akşam da günün kirinden ve stresinden kurtulmak için soyunup dökünüp bir banyo yaparak geçirdiğimiz zaman neden sanki bizim sorumluluğumuz ya da suçumuzmuş gibi uyku ve özel zamanımız için ayrılmış bütüne tecavüz etmektedir?

İşte söylüyorum: İş saati 9.00’da başlar, iş 10.00’da... İş saati 18.00’de biter ama yine bu saatte özel hayatın başlayabilmesi için işi 17.00’de bitirmek bir haktır. (İşiyle evi arası yarım saatlik bir uzaklıkta olanlar için bu sürelerin yarımşar saat olabileceği açıktır.) İşte size gerçek 8/8/8’lik uyku/iş/özel hayat dengesi. Tabii bence artık bu bütünü kesme gibi işaretlerle “ayırmak” yerine 8+8+8 şeklinde “birleştirmek” sembolik olduğu kadar işlevsel açıdan da yerinde olur.

Peki artık “ayırmak” gibi bölücü bir kavramdan, uygulamadan söz edilmese de “birleştirmek”ten gerçekten de söz edilebilir mi? Kesinlikle hayır... İnsanların hayatlarına gerçekten önemli bir katkı sağlayacak bu uygulama yine de matematiksel ve mantıksal bir dengeden daha fazlasını içermiyor. Ama insan duygusal bir yaratıktır da aynı zamanda. Ve günlük 24 saatinden uyku için 8 saatlik önemli bir zaman dilimini ayırmak zorunda olması onun duygusal yönünü göstermektedir. Sonuçta insanoğlu-insankızı yorulmaktadır ve düzenli bir şekilde dinlenmeye ihtiyaç duymaktadır. Böylece dinlendikten sonra daha zinde olarak işinin başına geçebilir. Peki neden dinlendikten “sonra” işinin başına geçiyor? Eğlenmeye, özel hayata, dostlarla içmeye, hobilerini gerçekleştirmeye “işten arta kalan” zamanlarını ayırdığı gibi, “işten arta kalan” gücünü, zindeliğini de ayırmıyor mu? Sanırım bunda ailelerimizin bizi yetiştirmesinin büyük etkisi var. “Önce derslerini çalış sonra oynarsın...” Peki artık büyümedik mi? Ya da ne zaman büyüyeceğiz? En zinde saatlerimizi neden sadece iş hayatımız için ayıracağız? Eğlenmeden önce “eğelenmek” de ne oluyor? İş hayatının saatleri kurallarla belirlenmişken zaten, hangimiz işe gitmeyi aksatabiliriz? Şu an hepimiz... En zinde saatlerimizi işyerinde harcadıktan sonra eğlenmeye yeterli enerjimiz kalmadığından, bazılarımız yeterince eğlenemez ya da kişisel meraklarına vakit ayıramaz ya da toptan hiçbir kişisel merakı olamaz... Bazılarımız buna karşı çıkarak uyku saatlerini kısaltıp eğlenceye ve kişiselliğe de vakit ayırdığından, ama bu arada da uykusuz, dinlenememiş kaldığından sabahları işe gitmeyi aksatmak için canla başla yanıp tutuşur. Bu durum ne bize ne de bizden verim bekleyen işverenlere bir katkı sağlar. Biz öncelikle çalışan, sonra da eğlenmesi ve dinlenmesi gereken insan değiliz. Ama biz öncelikle eğlenen ve dinlenen, sonra da çalışması gereken insan da değiliz. Biz, DİNLENEN, EĞLENEN VE ÇALIŞAN insanız. Aynı bu sırayla ama.

O zaman -öğle tatillerini şimdilik bir kenara bırakarak- şöyle bir uygulamadan söz edilebilir mi?

 

9.00  -  17:00  Özel

            17:00 -  1:00  İş

            1:00  -  9:00   Uyku

 

İş zamanına biraz haksızlık ettik gibi, ne dersiniz? Hiç de etmedik aslında! İnsan gece on ikilere birlere kadar nasıl verimli çalışabilir diye sorabilirsiniz ama ben de size peki insan on ikilere birlere kadar nasıl hobilerini gerçekleştirebilir ya da uykusu gelmeden eğlenebilir yani özel hayatını verimli bir şekilde geçirebilir diye sorarım! Bu düzenleme yerinde değil belki ama özel hayatını iş hayatına denk, en az onun kadar değerli gören, artık görmeye başlayacağını umduğum insan için şu an özel hayatının başına ne geldiğini gösteren iyi bir örnek! Yine de günümüzde işverenlerin bize yaptığını biz onlara yapmayalım. Bence onlara yakınma hakkını, bu kozu vermeyelim…

 

O zaman?   9.00 - 13:00 Özel

                        13:00 - 21:00 İş                     

                        21:00 - 1:00 özel

                        1:00 - 9:00  uyku

 

Burada şunu anlıyoruz bence. Aslında bu düzenlemeyi sadece iş hayatı için yapmak yeterlidir. Sonuçta, asıl düzenlenmesi gereken odur. Diğerleri, yeterli ve doğru zaman bırakıldığında insanın kendi keyfine kalmıştır.

 

O zaman iş hayatının öğleden sonraya atılmışlığında anlaşarak:

 

13:00  - 21:00 iş

ya da

14:00 – 22:00 iş

belki

13.30 – 21.30 iş

 

Buna benzer bir uygulama olması gerektiği konusunda sanırım hemfikir olabiliriz. Bakalım: İş hayatını 22.00’den sonraya taşımak ona haksızlık olacaktır. Saatlere bir bakın, çok esnek olduklarını göreceksiniz. Birçok insan sabah 6 ile 8 arası bir saatte kalkıyor bugün, işlerine ulaşabilmek için. O saatin iş hayatının değil de özel hayatın başlangıcı olduğunu bilmek hoşlarına gidecektir. O saatte kalkıp kendi özel uğraşına yetişmeye çalışmak zevkten başka ne verebilir. Ama istemezsek bizi kimse zorlamıyor, 10:00’a kadar hatta öğleye kadar yatabilir, zamanımızı harcayabilir, işten özel hayatıma zaman ayıramıyorum, şeklinde de yakınmayız. 14:00... Öğle yemeğinden sonra, sabah mahmurluğuna benzer bir etki altında olduğumuz saat. Yeni uygulamayla sabah işe başlar gibi başlayabiliriz işimize öğleden sonra. Tabii bu saate kadar, geç uyansak da ayılacak, erken kalkıp da zindeliğimizden ve günden zevk alacak vaktimiz olduğundan işe şu ankinden daha az mahmurlukla başlayacağımız kolaylıkla görülebilir. İş saatinin 14:00’de ama işin 15:00’de başladığı, 21:00’de bittiğini es geçmiyoruz. Bu hakkımızı zaten kazanmıştık. (İş saatlerinin çok kısaldığı düşünülecektir ama emin olun işler aksamayacaktır, insan daha sıkı çalışmak zorunda kalmayacaktır, daha akıllı, daha programlı çalışmak zorunda kalacaktır, ki bu güzel bir şeydir.) 21:00 de ilginç bir saattir. Şu anki uygulamanın zorlanması sonucunda birçok işyerinde zaten iş bu saatte ya da neredeyse bu saatte biter. Birçoğumuz itiraz etmez hatta mesai de alamayız. Artık biz itiraz etmeyeceğimiz gibi, mesai veren bazı centilmen işverenler de bu dertten kurtulacaklar... 22:00’de evimizde olduğumuz gibi, istersek eve uğramadan, istersek uğrayıp bir banyomuzu yapıp, pijamalarımız yerine gece kıyafetlerimizi giyerek gece hayatına da katılabiliriz. İşimiz çok yormadığı ve sabah da erken kalkıp kalkmamak tamamen vicdanımıza kaldığı için tam bir gece kuşu olabilir, hatta istersek gecelerin kartalı bile kesilebiliriz.

Akşam yemeğinin işyerinde yarım saatte yenilmesiyle bu sorun da çözülebilir, bu yarım saat çalışma saatlerine dahil olmalıdır.

Bu sistemin en önemli özelliği iş hayatının özel hayata ve bunun sonucunda özel hayatın uykuya tecavüzünün engellenmesidir. Özel hayat iş hayatına tecavüz etmez ve hatta işe geç kalmalar kalkar. İş hayatı uykuya tecavüz etmeye yeltenirse bunda zorlanacaktır, çünkü bir insanın akşam dokuzdan sonra çalışması zorlaşacaktır. Uykunun özel hayata tecavüzü ise uyumak istemeyenin vicdani sorunudur, kimseyi ilgilendirmez.

Tabii öğleden sonra işe gelen insan “gezmekten yorulmuş” olabilecektir, ama bunu, “işte canım çıktı” gibi olumsuz bir anlamda kullanmayacak, yakınarak söylemeyecektir. Yeni sitemde çalışmaktan yorulmak mümkün olmayacağı için -çünkü insanın sağlığı daha az bozulacak, stres daha az olacaktır- iş hayatında da daha verimli olunacaktır.

Pazartesi Sabahı Stresi, gördüğünüz gibi ortadan kalkacaktır. Hem gece eğlencelerini sevenler alışkanlıklarını değiştirmeyecek hem de gündüz eğlencelerini sevenler “hafta sonunu iple çekmek” zorunda kalmayacaklardır. Gündüzleri bürolara kapanmayacak, güneşe, yitirdiğimiz aşkımıza bakar gibi bakmayacağız. Okul yıllarının deyimiyle “öğlenci” olacağız. İşten sonra bir şeyler yapalım teklifi halen işlevselliğini koruduğu gibi, işten önce bir şeyler yapalım teklifi de işlevsellik kazanacaktır. Trafikte bunalanlar isterlerse işlerine erken gidebileceklerdir ve bunun için uykularından fedakarlık etmeyeceklerdir.

Günlerin, haftaların, ayların yorgunluğunu atmak için akşamları erkenden yatmak ya da hafta sonu tatillerimizi uyuyarak, sadece dinlenerek geçirmek gibi hiç de insancıl olmayan zorunluluklardan kurtulunduğu gibi, işe kadar istenirse on altı saat uyumak mümkün olacaktır. Zaten günlerin, haftaların, ayların yorgunluğu kalmayacaktır. İş dışındaki zamanlarda fiziksel ya da zihinsel üretimlerine vakit ayırmak isteyen insanlar için bu sistem eşi bulunmaz olacaktır. İşkolikler içinse değişen bir şey olmayacak, bunlar isterlerse eski sistemdeki gibi uyku harici vakitlerinin tümünü işlerine verebilecekler, sistem onları da tatmin edecektir.

Evet sistem teoride bu. Uygulanabilirliği konusundaki şüphelerim, bugüne kadar neden uygulanmadığı sorusu etrafında şekilleniyor. İnsanın ‘çalışan insan’ olduğu yanlış görüşünün önerdiğim sistemin en büyük engeli olduğunu düşünüyorum.

Konuşmamı burada kesip size bir dinleyici mektubunu okumak istiyorum. Konuşmamdaki bazı söylemler yazarının izniyle birebir bu mektuptan alınmıştır, bunun amacı mektubun yukarıdaki düzenleme önerimle ilgili fikirlerimi daha da belirgin kılmamdaki, önerime daha da güvenmemi sağlamaktaki katkılarının bir göstergesidir. Olayın insani yönünü ortaya serebilecektir umuyorum bu mektup, bu yaşanmış örnek.

 

Mektubun bir de adı var: AŞK HİKAYESİ


 

Ben 9-6 çalışıyordum. O günde 8 saat. Hangi saatler arasında çalışacağını belirleyebilme hakkı vardı. Kesinlikle öğleden sonra olması gerektiğini düşünmüştü. Çünkü sabah saatlerini -ki günün bedenen ve zihnen en zinde olduğumuz saatleriydi bunlar (sanki ben bilmiyordum bunu)- evet, sabah saatlerini özel hayatına ayırması gerekliydi. O yazardı. İş dışı böyle yoğun bir uğraşı olan birisi için biçilmiş kaftandı bu düzenleme. (İşyerindeki arkadaşlarından birisi –epeyce semirmiş bir bilgisayar uzmanı– öğleye kadar uyur ama sabahlara kadar gezerdi. Hayata yemek içmek ve uyumak için gelindiğine inanırdı. Ben oturduğu yerden ahkam kestiğini düşünürdüm! Tabii kıskanıyordum... Bayan patronları ise öğleye kadarki tüm vaktini kafelerde, alışveriş merkezlerinde dolaşıp alışveriş yaparak, dostlarıyla buluşarak geçirirdi.)

Çoğu kez benden bile önce, beni bırak güneşten bile önce kalkardı. (Günün bekareti bozulmadan! derdi. Akşam orospu mu oluyor o zaman? derdim, peki ertesi sabah nasıl bakire olarak doğabiliyor yine!.. İşte, dediğin gibi, derdi, yeniden doğuyor...) Çalışma masasının başına geçer yazmaya başlardı. Sonra ben kalkardım. (Hiç de bakire gibi hissetmezdim. Tam tersi...) Beni geçirirken ne lanet bir sabah olduğu ve o gün ne kadar işim olduğuyla ilgili şikayetlerimi dinlemek zorunda kalırdı. Benim her sabah hissettiğim ölesiye yorgunluk hissini mahmurluk düzeyinde bile hissetmemesine nasıl anlam veremediğimi yüzüncü kez tekrarlardım. (Doğum günü bir Pazar sabahıydı.) Ben işlerle boğuşurken o öğleye kadar yazmaya devam ederdi.

En çalışkan günlerinde böyleydi, yani yılın 300 günü falan! Arada bir, o gün kaytardığından, geç kalktığından, ya da tekrar yatağa döndüğünden, tembellik hakkını kullandığından, tüm öğleden öncesini ‘harcadığından’ söz ederdi. Aylaklık ettiğinden daha fazla enerji depoladığını söylerdi ama, erken kalkıp bir şeyler ‘ürettiğinde’. Yine de bana okuttuğu etkileyici metinlerden çok, tüm öğleden öncesini müzik dinleyerek, yürüyüş yaparak ya da ne bileyim sadece oturup hayaller kurarak, ‘harcayarak’ geçirmesinin akşam eve geldiğindeki etkisini, o dingin halini kıskanırdım. Sanki işten değil de eğlenceden geliyormuş gibi. Ya da Cuma akşamıymış gibi. Pazar sabahıymış gibi! Yarının Pazartesi olmadığı bir Pazar sabahı hem de. Her günün Pazar olduğu... (Düşünebiliyor musunuz böyle bir hayatı? Her gün gözlerinizin önünde gerçekleşirken sizin kıyısından köşesinden bile sebeplenemediğinizi düşünebiliyor musunuz? Neler hissettiğimi tahmin edebiliyor musunuz?)

Eğer sabah verimli geçmişse canla başla, geçmemişse nasılsa bir sonraki sabahın olacağını bilerek ve ondan sonrakinin, nispeten, bana nispeten canla başla başlardı öğleden sonraki ‘asıl’ işine. Günün yarısını çok sevdiği bir şeyi yaparak geçirmişti. Mesleğini dinlenme, biraz uzaklaşma olarak bile görürdü, ki onu da çok severdi. Nasıl sevmesin, işine öğleden sonra başlıyordu ve benim de zaten çoğu kez yapılacaklar biriktiğinde ya da birilerinin gün içinde dalga geçmesi akşam ani bir iş olarak benim üzerime çöktüğünde çıktığım saatte çıkıyordu.

İşten erken (yani tam vaktinde) çıkmışsam eve gelip dinlenmeye çalışırdım. (O işten yarım saat önce çıkardı ki o saati eve gitmek için trafikte geçirebilsin. Patronu çalışanlarının işe gelmesi için harcadıkları sürenin onların suçu olmadığını söylerdi. Size ne diyorum, bunlar bu dünyada yaşamıyorlardı!) Geldiğinde ancak sakinleşmiş, üzerimdeki olumsuz elektriği atmış olurdum. Ortaya çıkmasına gün boyu izin vermediğim yorgunluğum kendini hissettirmeye başlardı. Beni dışarı çıkarmak ister, ben de ona uymayı istemekle birlikte daha çok uyumak isterdim... (O yorgun olmaz mıydı? Nasıl olmazdı? Sabah 6’da kalktıysa ve işten 10’da geldiğini düşünecek olursak 16 saat çalışmış olurdu! Ve gece takılmak istiyordu!) Bazı geceler yalnız çıkardı.

Çıkmadığı geceler hafta içi görüşebildiğimiz yegane zamanlardı veeee... kavga ederdik (bazen o kadar yorgunken bile neden çıkmak istediğini şimdi anlıyorum). Ben konuşmak isterdim, işteki sorunları anlatmak isterdim; o ise bunları iyimserlikle geçiştirmeye çalışır, ‘bulaşmak’ istemezdi. Bencil olduğunu, sadece kendisini düşündüğünü düşünürdüm. Ben üsteledikçe rahatsız olur ve beni eleştirmeye başlardı. Ben de sinirlenmeye başlar ve benim tarafımda olmadığı için ona kızardım. Böyle gecelerde ortamı terk etmek isterdi, her zamanki gibi kaçmak… Çünkü ona geçirdiğim olumsuz elektrikten rahatsız olduğunu söylerdi. Yanımda kalmasını, bu olayı ‘çözmemiz’ gerektiğini söylerdim. Biraz sonra bağırmaya başlardı, onu dinlemediğimden yakınır, sözünü kestiğimi söylerdi; gitseydim bunlar olmazdı der, buna izin vermediğim için bağırmasından beni suçlardı. Tüm günü çok verimli ve keyifli geçirdiği halde yarım saatte her şeyi nasıl değiştirebildiğime inanamadığını söylerdi.

O gün öğleye kadar yazmayıp da gezmiş ya da ‘dalga geçmişse’ o zaman akşam yazmaya vakit ayırmak isterdi, onun dışında evde işle ya da yazdıklarıyla ilgili çok şey konuşmaz, işteki ya da yazılarındaki sorunları çözdükten sonra bana anlatır, yazdıklarını okuturdu. Bu anlamda kapalıydı, onun deyimiyle kendine yeterdi. Ben de onun hayatından çok fazla söz açmaz, zaten bunu düşünecek fazla vakit bulamaz, işleri yolunda olduğu için de ilgisiz olduğumu düşünüp rahatsız olmazdım. Sabah verimli geçmişse akşam asla yazmazdı, buna gerek duymazdı. Bir hayatını diğerine karıştırmamaya özen gösterirdi. Günlük hayatı o kadar mükemmel düzenlenmişti, o kadar dengedeydi ki bunu bozmak saçmaydı. (Yaşayabileceğinden daha uzun yaşamak istemezdi, bundan bile sıkılacağını düşünür, düşüncesinden bile rahatsızlık duyardı. Sadece yaşayacağı süreyi verimli geçirmeye bakardı. Yazı zamanı yazı, iş zamanı iş ve gezme zamanı gezme...) Benim gibi bir şeylerin gerisinde kalıyormuş duygusunu hiç yaşamazdı. Bu halinin ona has, kişiliğinden kaynaklanan bir şey olduğunu sanırdım...

İşi benim kadar saygı gördüğü ve yönetici konumunda olduğu bir iş değildi; ama en azından özel hayatına tecavüz etmiyordu. Benim kadar para kazanmıyordu; ama sabah işe geç kalma stresi yoktu, trafik sorunu da... Pazartesi Sabahı Stresi diye bir şey yoktu. Öğleden sonra işe gittiği için değil sadece, yorgunluk biriktirmediği için. Günlerin, haftaların, ayların yorgunluğunu atmak için akşamları erkenden yatmaya ya da hafta sonu tatillerini uyuyarak geçirmeye ihtiyacı yoktu, isterse günde on altı saat uyuması mümkündü. Bu yüzden de günlerin, haftaların, ayların yorgunluğu olmuyordu. (İlginç değil mi, benim de iş dışında o kadar boş vaktim vardı ama sanki onun günü 36 saat falandı.) Ne tüm gün büroya kapanmak ne de ‘güneşe çıkmak’ için hafta sonlarını beklemek zorundaydı. Benim iş hayatımla eğlence hayatımı zorlu yaşam şartları nedeniyle boşanmış bir karı-kocaya benzetirdi; ben otoriter ama paralı olduğundan babamın (işimin) yanında kaldığımdan beni her zaman eğlendiren, kucağında çocukluğuma dönebildiğim şefkatli annemi (özel hayatımı) sadece hafta sonları görebiliyordum.

Hafta sonları haricinde çok da görüşemiyorduk. Hafta sonları öğleye kadar uyumaya çalışırdım, onun için hafta sonu da çalışma günü gibiydi. (Hafta sonu diye bir şey yoktu. Cumartesi akşamları benim gecelerimdi, çünkü boş gecelerimdi ama onun en kötü geceleriydi, çünkü her taraf ‘insan kaynıyordu.’) Sabahları yine yazardı, ortalık kalabalıklaşmadan çıkıp şehri dolaşmayacaksa. Yazmaya bir gün bile ara verse tekrar girmesinin zor olduğunu söylerdi, Pazartesi Sabahı Stresine bizim hafta sonu işten ayrı geçirdiğimiz zamanın neden olduğunu söylerdi. Hafta sonlarından “iki günlük ateşkes” diye söz ederdi.

Evet bir sorun vardı biliyordum ama sorunun benim hayatımda olduğunu göremedim. Ne körlük! Tam olarak bilmiyordum ama biz evliydik ve iki ayrı hayat yaşıyorduk. Sanki ayrı şehirlerde yaşıyorduk da sadece hafta sonları görüşebiliyorduk. Belki haklıydım ama şehir değiştirmesi gereken o değildi. Onun yaşadığı şehir benimki kadar bunaltıcı bir yer değildi çünkü...

Ben yıllarımı, kazandığım paranın birazını da biriktirmem gerektiği düşüncesiyle sadece yorgunluklar biriktirerek geçirirken o işinden benim kadar kazanmasa da (hatta yazılarından aldığı az parayı buna katsa da...) daha fazlasına ihtiyacı olmayan bir insan gibi yaşardı. (Roman yazıp voliyi vurmayı bekliyordu. Beklemiyor muydu?) Ama daha iyi bir eve taşınsak fena mıydı? Arabamızı yenilesek? Tatillerimizi yurt dışında geçirsek, hafta sonlarında şehirden uzaklaşabilsek? Daha fazla kazansa fena mıydı? Artık yan işini bırakıp adam gibi bir işte çalışsa iyi olmaz mıydı? Bir statüsü olurdu. (En azından çok para kazandığı için bir statüsü olurdu.) Şu an komik geliyor. Bu itirafları her şey için çok geç olduktan sonra yapabiliyorum ancak.

Bir çocuğumuz olmayacak mıydı? Uzunca bir süre çalışmasam da çocuğumuzu büyütsem istemez miydi? O zaman onun şu an kazandığıyla geçinebilecek miydik? (Edebiyattan para kazanmayı daha ne kadar hayal edecektik?) Üniversite yıllarındaki gibi yaşamaya dönebilir miydik? O dönerdi de ya ben? Ya ben? Evet, işte bu: Ya ben?

Ya o? Evet benden daha keyifli bir hayatı olduğu tartışılmazdı. Ama ben sorunlarıma ortak olmasını istedim ondan. Bu kadar rahat olmasını kendime haksızlık gibi görmeye başlamıştım. Onu daha fazla görmek istiyordum, belki sabahları benim gibi işe gitmesini istiyordum. Onu kıskanmak istemiyordum.

Benimki gibi saatleri olan bir işe geçti. Normal saatleri olan bir işe! Eski hayatına alıştığı için başta zor olacağını tahmin etmiştim ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Yo, yeni hayatına alışmak için çok çaba harcadı ama keşke itiraz etseydi, bana karşı koysaydı. O kadar iyimser ve güçlüydü ki bunu başaracağına inanıyordu. Oysa o bile başaramazdı. Kimse başaramazdı. Ne büyük bir mengeneye girdiğini tahmin edemedi. Sabah erken kalkmaya zaten alışıktı da bunu zorunluluktan yapmaya başladı benim gibi, o yüzden de kalkamamaya başladı. Uyum sağlamayı hiçbir zaman başaramadı (hangimiz başarabildik ki!) ama para kazanma işini gayet güzel halletti. Fazla kazanmaya başladıkça daha da kazanması gerekti, daha fazla kazanmıyorsan daha az kazanıyorsundur ya. (Oyun gibi görürdü bunu; banka defterlerindeki rakamın büyümesini. Şaşırdığı, her şeyin sanal bir şekilde oluvermesiydi: Bankadaki paramız bir rakamdı sadece, bir şey aldığımızda o rakam biraz düşüyordu, maaşlar yattığında artıyordu, para denen şeyi elimize almıyorduk bile, her şey bir şaka gibi geliyordu ona bazen. Onu heyecanlandıran da buydu zaten. Bir oyun gibi başladı her şey onun için. Ama değildi.) İşleri çoğalmaya başladı. Artık işten benim gibi yorgun çıktığından ve tüm gündüz saatleri geçip gittiğinden, yarın da erken kalkması gerekeceğinden eve gelince çok da verimli olamıyordu yazılarında. Yazılarında verimli olmaya çalıştıkça sosyal hayat aksadı, beni oralara buralara götüren insan uyku düşkünü biri olmuş çıkmıştı (benimki gibi düşlemek anlamında değil düşmek anlamında düşkün). Sosyal hayata vakit ayırdığında bunu yazılarına ayırdığı vakitten kırparak yaptığından içinde hep bir huzursuzluk oluyordu. İş hayatı tüm yaşamını kıstırmıştı. Neredeyse tümüyle bıraktı yazmayı. Belki bazı hafta sonları... Bir süre katlanacağız diyorduk. Emekli olunca yazacak bol bol vakti olacaktı nasılsa. Nasılsa? Hem böyle giderse kendi işini kurduktan sonra daha çok zaman ayrılabilirdi de, daha erken, yaşlanmayı beklemeden, heyecanını kaybetmeden... Yükselen hayat standardımız buna izin verecekti sanki. (Eski evimizin önünden geçtik trafikten kurtulmak için ara sokaklara saptığımız bir gün. Bakamadı bile. Başını çevirdiğinde gözlerinin sulandığını fark ettim. Ben de başımı çevirdiğimde gördüm: Eski çalışma odasından görülen bostana inşaat dikiyorlardı... Bir hafta sonu yıllar önce kullandığı arabasını gördü bir ara sokakta, terk edilmiş ilk göz ağrısı. Alalım mı? dedim, toplatırsın. Unutmak daha iyi değil mi? dedi.)

Bana yapılanı ona yapılırken gördüğümde bana ne yapıldığını daha iyi anladım. Ve ona ne yaptığımı...

Yaşayan değil çalışan insanlardık, yaşamaya çalışan. Değişimi nasıl fark edemedik? Hayattan daha fazla şey isteyen, bunun için daha fazla kazanması ve doğal olarak da daha fazla çalışması gereken insanlar olarak bulduk sanki kendimizi bir sabah kalktığımızda. Ama asıl sorun şuydu ki günün yanlış saatlerinde çalışıyorduk. Daha doğrusu en doğru saatlerinde çalışıyorduk, günün yaşamak için en doğru saatlerinde. En zinde olduğumuz saatleri çalışarak harcıyorduk. “Önce derslerini bitir sonra oynarsın...” Daha çocuktan böyle alıştırılmıştık. Oynamak dersleri bitirmenin bir ödülüydü. Oynamak bir ödül olabilir mi? Yaşamak bir ödül olabilir mi? Bütün önemli ödüller gibi zordu ona ulaşmak. Eğlenmek, dinlenmek lüks bir şey olarak algılanıyordu artık. İşten çıkışlarımızda yaptığımız şeyin tatil olması mümkün değildi, sadece yarınki çalışmaya hazırlanmak için dinlenmekle geçiriyorduk vaktimizi.

İnsanların becerilerini geliştirmek, yeni beceriler kazanmak ya da sırf ufkunu genişletmek üzere işlerinden bir yıl izin alma hakkına resmen kavuşmuş modern ülkelerden söz etmişti. İşin ilginci bu haktan yararlanmayı talep edenler çok azmış. Gerçekten dinlenmek için emekliliğimizi bekliyorduk. Ama hiçbir becerimiz, iş dışında vaktimizi geçirebileceğimiz hiçbir uğraşımız kalmadığı için bu süreyi de sıkıntıyla geçirmeyecek miydik? Ölümü beklemekten ne farkı vardı bu tür bir emekliliğin?

Vaktimiz olmadığından doğal olarak okuyamıyorduk. Oysa insanlar yazıyorlardı bunları: “Tarih boyunca yaptıkları gibi, bugün de bizi -üstelik daha sinsi çevrelere başvurarak-, yaşamımızı ömrümüzün zamanına yaymaktan, bugünlerimizi kendi dünlerimizin ve kendimize kurgulamak istediğimiz yarınlarımızın ekseninde yaşamaktan alıkoymak peşindeler.  Bugün bizden hemen her konuda “güncel” olmamız istenirken, bunun altında yatan amaç, günü ve yaşadığımız zamanı kaçırmayıp ona tanık olmamızı sağlamak değil, fakat bizi aslında bir nehir-roman gibi algılanması gereken insan yaşamının “gün” diye adlandırılan parçacıkları içerisine hapsetmek. İstiyorlar ki, sınırlılığı içerisinde sınırsızlığa uzanabilen tek canlı türü olan insan, böylece hep birbirinden bağımsız gün parçacıkları boyunca ilerlesin ve sonunda “bir gün” o yaşamı, neye yaşanmış olduğunu düşünmeye bile fırsat bulamadan tüketiversin!”

 

Onun bir zamanlar çalıştığı saatlere bakın, bir an siz de o saatlerde çalıştığınızı düşünün, hayatınıza ne kadar uygun olduklarını göreceksiniz. Ve işte ben onu bu hayatından ayırmıştım. Aramız her zamankinden fazla gergindi artık. Önceleri benim gerginliğim için paratoner görevi görürken şimdi benden de gergin biri oluvermişti. Çünkü benim gibi bu hayata alışık değildi, ‘özgürlüğünü’ sonradan yitirmişti. Bu şartlarda kavgalarımız, soğukluklarımız büyüdü ve ikimiz de mutsuz olduk. Daha önce en azından o mutluydu.

Çocuk kendimi gerçekleştirmeme çok yardımcı oldu. Hayata tutunmama. O ise doğmamış romanıyla yaşıyordu... Çocuğumu ona borçluyum. Onsuz asla doğru yetiştiremezdim. Bir iş adamı olarak otoriterdi ama baba olarak insancıldı. Eve asla iş getirmedi, yani kavga gürültü riyakar ilişki getirmedi. Çok çalışan tüm babalar gibi çocuğumuza yeterli vakit ayıramıyordu. Ama yine yanılıyordum. Bunu yapabilecekken de yapmıyordu. Benim ona bir süre önce yaptıklarımı çocuğumuza yapmamak için...

Daha sonra sadece yarım günlük işlerde ya da hayır işlerinde çalıştım. Kendini tatmin için insana bu kadarı yetiyor. Yanıla yanıla yaşayarak bu kadar iyi bir yaşam kurmam büyük şanstı. İnsanın şansını bazen başkaları yaratıyor! Rollerimiz tersine dönebilir miydi? Yani tarihsel, geleneksel rollerimiz. Ben kazanıp ona baksaydım... O doğurabilseydi ancak olabilirdi bu. (Romanından söz etmiyorum!.. Bunu o söylemişti.)

Kendimi onun için feda etseydim, paratonerimi korusaydım, paratonerimin paratoneri olsaydım? Romanını yazması için ona destek olsaydım? (Çocuğumu unutacaktım, ya da erteleyecektim.) Bunu ona da söyledim. Ama bunu benden isteyemezdi. Tek istediği vardı; benim için yaptığı fedakarlıkları artık yapmamak. Başarısız olduğunu falan düşünmeyin. Mesleğinin bir numarası oldu. Öyle gerekiyordu. Bir yerlerde bir numara olmak için de bu lazım zaten: Başka bir yerlerde bir ezikliğinin olması.

Çocuğumuz belli bir yaşa geldikten sonra ayrıldık. Artık kendi hayatını kurmak istemesinin yanında bana bir ceza verme isteği de vardı bu kararında. Beni hiç parasız bırakmadı. Beni hiç affetmedi! Çocuğumu aldırsaydım benim de onu affetmeyeceğim gibi... Çocuğumuzu giderek daha fazla görmeye başladı. Yazabildiği içindi bu sanıyorum.

Suçlu muyum? Çocuk doğurmak bir eser dünyaya getirmekten daha mı önemsiz... Beni affettikten sonra açıklayabilirim ancak aslında suçun bende de olmadığını. Ben de bekleyebilirim. Ben de sabredebilirim. Belki bunun romanını bile yazarım... Ne diyorum? Hâlâ onu kıskanıyor muyum? Bir roman yazarsam beni asla affetmez. Hem belki o yazıyordur bunu... (İlk kitabı için, haliyle bana adarsın artık, demiştim. Sanırım bunun da bana yetmeyeceğini biliyor! Beni kitabının başına değil içine koyacak...)

Çocuğumuz kız... Geleceğinde kendisi için fedakarlık yapacak bir erkek bulduğunda onunla sorumlulukları paylaşacak kadar güçlü olması gerekiyor...

Neden bu devirde o eski aşklar yaşanmıyor diye soruyor musunuz? Bana sormayın. Çünkü ben cevabı biliyorum. Neden büyüdükçe bilgeleşen insanlara değil de aksine çocuklaşan yaşlılara rastladığımızın cevabını da biliyorum. Aşk hikayemde neden romantik şeylerden bahsetmediğimi de biliyorum. Ama bildiğimi söyleyebilecek cesaretim yok. Değiştirecek cesaretim kaldı mı? Vaktim kaldı mı? Ya sizin vaktiniz var mı? Yaşamak için vaktiniz var mı? Hayat için...

 

......

Mektubumuz ve konuşmam burada bitiyor. Son olarak, bundan sonraki ilk iş günü, işinize gittiğinizde o sabahı Cumartesi ya da Pazar sabahı işe gelmişçesine gereksiz ve anlamsız (ve işyerini de öğleye kadar terk edilmiş) bulacağınızı hayal etmek istiyorum. O zaman mesaimin hakkını vermiş hissedeceğim kendimi...

Sevgiler... Saygılar...


 


UTANÇ


 

Elias Canetti yazıyor. Konu: Robert Musil.

“Musil, parayı düşünmeyi reddederdi, para düşüncesi canını sıkar ve rahatsız ederdi… Karısının parayı sinek kovar gibi onun çevresinden kovması, Musil’e tümüyle uygun düşen bir tutumdu. Enflasyon nedeniyle her şeyini yitirmişti ve çok zor bir durumdaydı. Giriştiği işin (Niteliksiz Adam’ın) uzunluğu ile bunun için gerekli parasal olanaklar arasında çarpıcı bir karşıtlık vardı.

Viyana’ya geri döndüğünde, dostları bir Musil derneği kurdular; dernek üyeleri Musil’in Niteliksiz Adam’a ilişkin çalışmalarını sürdürmesini güvence altına alabilmek için her ay belli bir katkı payı ödeme yükümlülüğünün altına girmişlerdi. Musil bu kişilerin listesini biliyordu ve katkılarını düzenli ödeyip ödemedikleri konusunda da rapor alıyordu.”

Sonra da beni düşündürmeden önce güldüren şu cümleyi kuruyor Canetti:

“Bu derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum.”

 

Hayatımın herhalde son on beş yılında, yani 20’li yaşlarımın başlarından beri, yetiştiriliş tarzımla tamamen tezat bir düşüncedeydim:

Bana yapmak istediklerim için para mı vermek istiyorsunuz…

Size teşekkür etmem…

Sizi takdir ederim…

 

Musil’e yapılana “katkı” diyor Canetti. Bana yapılan iki katkıyı hatırlıyorum, herhalde biraz daha düşünsem en fazla 3’e çıkar bu katkılar:

1. Çok yıllar önce: Sen hiç çalışma kartında düşünür yazsın, diyen bir uzak sevgili. Daha yeni işe başladığımız, yeni yeni kartvizitlerimiz olduğu bir yaşta.

2. Uzun bir aradan sonra işe başlayacağım sırada: Şimdi sen de mi çalışacaksın, herkes gibi sabahları işe gideceksin, ne güzeldin halbuki böyle ya, diyen bir yakın sevgili, kendisi de çalışmamayı amaçlıyordu ve benim çalışmamamı, her ne kadar sevgilisi olarak kendi kişisel çıkarları için hiç uygun bulmasa da, ideal olarak çok beğeniyordu.

 

Canetti’den devam edelim.

“Bu derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum.”

 

Canetti mantık düzlemine oturtmaya çalışıyor:

“Çünkü bu adamların neyin söz konusu olduğunu bildikleri gibi doğru bir düşünceye sahipti. Bir esere katkıda bulunmalarına izin verilmesi, onlar için bir ayrıcalıktı.”

Sponsor kelimesi henüz yoktu tedavülde o zaman, başkaları vardı. Hamiler mesela. Musil derneği de bunun güzel bir örneği. Ama sponsorların adının, evet belli bir reklam kaygısıyla da olsa aslında bir çeşit gururla söylendiği günümüz magazinel işleriyle karşılaştırıldığında, benim teşekkür etmemem, takdir etmem, sağlam bir felsefedir.

Zaten siz de fark ettiniz, Musil’e yapılan “katkı” konusunda utanan Musil değil Canetti’dir.

Canetti devam ediyor: “Her zaman Musil’in bu Musil derneğine bir tür tarikat olarak baktığından kuşkulanmışımdır. Derneğe alınmak büyük bir onurdu ve ben hep acaba Musil değersiz kişileri derneğin dışında bırakır mıydı diye düşünmüşümdür.”

Bu günümüzdeki sponsor mantığını iyi açıklıyor. Eskiden parasız ama değerli insanların değeri bilinirdi, çünkü para sizin değerli olmanızı doğal olarak getiren bir şey değildi. Günümüzde sponsor olmak için paralı olmak yeterlidir. Hatta böylece değerinizi de artırmış olursunuz…

İşte Hülya Avşar belirliyor: Ona göre devlet sanatçılığının kıstası: Devlete ne kadar vergi ödediğin.

Canetti devam ediyor: “Böyle koşullarda Niteliksiz Adam üzerinde çalışmayı sürdürebilmek parayı soylu bir biçimde küçümsemeyi koşut kılıyordu…”

Günümüzde soyluluk diye bir şey kalmadığından, parayı soylu bir biçimde küçümseyemezsiniz, bunun için önce zengin olmanız gerekir…

“Yaşamının İsviçre’de bütünüyle parasız geçirdiği son yıllarında Musil, paraya değer vermemiş olmasının bedelini çok acı ödedi.”

İnsanlığın dramının ekmek parasını kazanmak dramına indirgenmesi, edebiyatın ve felsefenin bile buna alet olması, sonra da edebiyattan felsefeden anlamayan bir halktan şikayet etmek… İşte üst düzeyin üst düzeyi bir insanlık dramı… Aslında tek dram budur belki de…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder