İNSANLIK
ÖLDÜ MÜ!
“Ustam
der ki kötünün yok olması için iyi olmak yeterlidir.” (Konfüçyüs)
Safça
di mi…
Yaşadığımız
dönem için safça belki de.
Tarihte
iyi olmanın yettiği dönemler hiç yaşandı mı?
“İnsan
bilerek kötülük yapmaz. İnsanın kötülüğü cahilliğinden gelir. Bu kötülük de
insanın iyilik konusunda yanılmasındandır.” (Sokrates)
Bilmeden
kötülük yapıyormuşuz!
Bilmeden
kötülük yapan çocuktur, diye biliyorum ben.
Yetişkin,
bilerek kötülük yapar, diye biliyorum.
Sokrates’ten
bu yana değiştik mi yoksa…
Öyle
gözüküyor:
“Habermas’a
göre daha iyiyi bilecek durumda olan insan bunu bilmeyi istememektedir. Bu
sebeple de Kierkegard ortada bir suçun değil günahın varlığından söz eder.”
(Kaan Aslanoğlu)
Günahı
bırakın, insan suç denmesini bile kabul etmez:
“Suç
demeyelim, hata diyelim, kabahat diyelim.” (İnsan)
Neden?
‘Suç’ dediğinizde ‘ceza’ kelimesinin gelmesi
gerekir çünkü,
suçlu kelimedir ‘suç’;
oysa hata ve kabahat kelimeleri masumdur!
Suç kelimesinden kurtulunca, suçluluktan ve
cezadan da kurtulur muyuz!..
İnsan kötülük yaptığının farkında ve hasıraltı
etmeye çalışıyor…
“Haksızlık
yapmaktansa haksızlığa uğramayı yeğlerim.” (Sokrates)
Kendisini
ölüme mahkum edenlere karşı
hapisten
kaçırılmayı reddederek
sözünün
arkasında durmuş
sözünün
arkasından ölmüş Sokrates…
Bu
kadar olgun olabilir miyiz?
(Olgunluk
bu mudur? Haksızlığa uğramakla haksızlık yapmak arası bir denge hali en
idealidir herhalde. Ne katil olmak ne de kurban…)
Daha
çok şöyledir insan:
“Cennete
hizmet etmektense cehennemi yönetmeyi tercih ederim.” (Filmden)
Farkındaysanız
olay cennet cehennem falan değil; olay, yönetmek…
Yönetmek
konusuna sonra gelmek üzere…
CennetCehennem
İyiKötü
OlumluOlumsuz
Niye?
“Her
büyük düşünür, her büyük aziz iyiyi savunmuştur. Bundan ötürü iyiliğin
toplumsal ve biyolojik değerinden kuşkulanılmaz. Böylece adeta büyük insanlar
yanılmışlar, adeta insanların büyük çoğunluğunda sapkın, ama daha derin bir
gerçeğin kavrayışı var gibi gözükmektedir.” (John Fowles - Aristos)
Biraz
açıklayabilir miyiz bunu efendim?
“Batı
dünyasının ahlak görüşünün ana kaygısı; iki zıt moral değer olarak iyi ile
kötüyü sınırlandırmak; böylece iyiyi öğretmek, kötülükle de savaşmaktır. Bu;
hayatı yoksullaştıran, insanın yapısına aykırı bir görüştür.” (Nietzsche)
Baudrillard
daha da ileri gider:
“Kötülük
metafizik olarak, kaza eseri oluşmuş bir hata gibi görülür, ancak bu bilgi,
aldatıcıdır. İyilik Kötülüğü azaltmaz, Kötülük de İyiliği. Birinin zaferi
diğerinin yenilgisini getirmez, tam aksine.” (Jean Baudrillard)
Konfüçyüs
ve belki biraz da Sokrates yanılmışlar mıdır o zaman?
Ama
bir parantez açalım ve Baudrillard’a devam edelim, kendisi cümlesine devam eder
çünkü ve ilginç bir yere gider:
“Tam
aksine… Aslında İyilik ancak İyilik olmaktan vazgeçerse Kötülüğü başarısız
kılar, çünkü dünyadaki gücü kendi tekeline aldığı zaman, bu oranda bir şiddeti
de kendine döndürmüş olur.” (Jean Baudrillard)
İlginç…
Bizim bilmediğimiz bir dönemde ya da fark etmediğimiz bir yerde iyilik kazandı
da, sonra kötülüğün tepkisinden dolayı mı şu anda kötülüğün hakimiyetine doğru
gidildi… E o zaman tersi de olabilir yine, kötülüğün hakimiyeti ele geçirmesi
(yakın gelecekte) ve bir karşı tepkinin oluşması…
Ama
şu var ki, iyilik kazandıysa da lafta kazandı sanıyorum. Kimse hiçbir zaman
çoğunlukla iyi davranmadı tarihte… Çoğunluk iyiliği savunmuş olabilir en fazla…
Ama günümüzde kötülük savunulmaya, giderek daha fazla bir güçle savunulmaya
başlanıyor; diyecek bir şey de kalmıyor, arkalarında sağlam bir kötülük tarihi
var…
Parantezi
kapatalım şimdilik.
Evet,
Konfüçyüs ve belki biraz da Sokrates yanılmışlar mıdır yoksa?
“Bir
hümanist düşmanlarında iyiyi görür çünkü onların özgürce kötü olduklarını kabul
edemez.” (John Fowles)
Özgür
irade…
Kötüyü
seçebilme özgürlüğü…
Hele
bir de çekiciyse kötülük:
“Erdemlerin
yüzü yoktur. Kişisel özellikten uzak, soyut ve saymacadırlar. Başka canlılıkla
yüklü, yaşla ortaya çıkan ve ağırlaşan kötülüklerden daha çabuk
yıpranırlar.” (John Fowles)
Eco
biraz daha dengede bir fikir savunur, biraz rahatlatır içimi (ilk iki cümle
hariç.)
“Ahlak duygusu taşımak,
kötülük yapmaktan kaçınmak anlamına gelmez: Şu ya da bu davranışın kötü olduğu
ve bunu yapmamanın daha iyi olacağı anlamını taşır.
Kötülük yapmak üzereyken bile iyiyi tanımaya ve değerlendirmeye olanak tanıyan
ikiyüzlülük vicdanın değişmez bir değeridir. Yüzyılımız belki ikiyüzlülükle
dolu ama ahlakın var olduğu bir yüzyıl. Eskiden kıyımlar yapılır ve pişmanlık
duyulmazdı.” (Umberto Eco)
Yani
ahlak duygusu taşımak, ahlakı bilmek, ahlaklı olmayı gerektirmez! Bilgili de
cahil kadar ahlaksız olabilir…
Günahkar
doğuyoruz ya zaten bazı dinlere göre…
Ama
Botton bu görüşte değildir:
“İnsanlığın
ürettiği hiçbir kötülük doğal değildir, yalnızca medeniyetin, paranın,
ticaretin ve tarihin ürünüdür. ...Hitler’in çocukları ve hayvanları sevdiğini
duymak hoşumuza gitmez.” (Alain De Botton)
Oysa
2000’li yıllarda bir gazeteci sorar yine de: “Kötülük yapmamak insan doğasına
aykırı değil mi?”
“Günahkar
doğduğumuzu değil, günah işlemeden duramayacağımızı” söylediği de düşünülür
dinlerin…
Hesse
gazeteciden de dinlerden de daha fazla duygudaşlık kurabileceğim bir görüş öne sürer
Allahtan: “Günahın bana çok gerekli olduğunu kendi bedenimde kendi ruhumda
yaşayarak öğrendim. Şehvete, mal mülk edinme çabasına, büyüklenmeye
gereksinimim vardı. Dünyayı hayalimde yaşattığım bir dünyayla, kafamda
tasarladığım bir yetkinlik biçimiyle kıyaslamaktan el çekmem, onu nasılsa öyle
bırakmam, onu sevmem, kendimi canı gönülden onun bir parçası gibi duyumsamam
için en berbat umarsızlıklara kapılmaya gereksinim duyuyordum.” (Hesse)
Eco’nun
“Kötülük yapmak üzereyken bile iyiyi tanımaya ve değerlendirmeye olanak tanıyan
ikiyüzlülük vicdanın değişmez bir değeridir.” deyişine giriyor burada Hesse
herhalde.
Hesse
kötülük yaparak iyiyi tanımaya çalışıyor olabilir ama normal insan kötülük
yaptığıyla kalıyor…
Bir
de Konfüçyüs’ün, kötülüğün yok olması için iyi olmak yeterlidir, lafının
tersine kötülükle birlikte yaşamaktan, hatta kötü olmaktan söz ediyor Hesse…
Neyse…
Alıntının daha çok ikinci yarısında Hesse’nin yaptığı Stoacılık’tır.
Stoacılık:
Evreni olduğu gibi kabullenmek, evrendeki uyumu kavramak, kendisine kötü
gelebilecek olayların evrenin bütünü içinde gerekli ve zorunlu dolayısıyla iyi
olduğunun anlamak. Sonuçta ulaşılacak dingin ve huzurlu ruh hali bilge insanı
oluşturur.
Stoacılık
da, Hesse de, Nietzsche de iyilik ve kötülük dengesinden ve sonuçta bilge
insana ulaşmaktan söz ederken, gazetecinin ifade ettiği -ki günümüzde çoğu
insanının görüşüdür- kötülükten başka çıkar yol bırakmıyor bize sanki. Hatta
kötülüğü haklı çıkarmaya bile çalışıyor…
Fukuyama
ne diyor?
“En
önemli ahlaksal ve etik sorunlarda, çıkarılacak sonuçlarda, iyinin ne olduğu
konusunda görüş ayrılıkları belirmeliydi. En büyük erdem hoşgörü olmalıydı.
Ortak ahlak anlayışının yerini saydam yasal düzenlemeler ve politik düzeni
yaratan kurumlar almalıydı. Böyle bir politik düzende insanların erdemli
olmaları gerekmezdi, akılcı olmaları, kişisel çıkarlarını korumaları
yeterliydi... Bu bireysel çıkarcılık temeli üstünde yükselen toplumlar
olağanüstü düzgün bir biçimde aksamadan yürümüştür... Böyle bir toplum, erdemle
karşılaştırıldığında, daha düşük düzeylidir ama daha sağlıklıdır.” (Fukuyama)
“Kötülük
insanın iyilik konusunda yanılmasındandır.” sözünden hareketle “…iyinin ne
olduğu konusunda görüş ayrılıkları belirmeliydi” diyen Fukuyama, iyilik
konusunda yanılıyor bence…
Günümüz
toplumu ama işte: Herkesin kendi doğrusu var, aşırı hoşgörü var, herkes her
istediğini söyleyebiliyor, müthiş düşük düzeyli. Sağlıklı mı peki?
Psikiyatriye
de güvenimi bu yüzden yitirdim (Psikiyatristlere demeli aslında):
Kaan
Arslanoğlu, psikiyatrinin psikiyatri olmasından kaynaklanan zararından, genel
yatıştırıcı etkisinden ve bunun iktidarın işine gelmesinden söz ediyor:
“Psikiyatri
insandaki doğruları, ahlakı, erdemi artırma gibi bir misyon yüklemez kendine.
Aksine kişide ne varsa, ne sağlamsa onun üstündeki yapıyı güçlendirmeye
çalışır. Bu anlamda kişi yanlış bir kişiyse onu daha güçlü bir yanlış kişi
haline getirir.” (Kaan Arslanoğlu)
İki
insan türünü çok önemserim, insanı en iyi anlayabilecek insanlar olarak görürüm
onları, çok önemsediğim için de onlardaki hataya tahammül edemem. Birincisi
psikiyatristler, psikologlar, psikanalistler, ruh doktorları, daha doğrusu ruh
analistleri… ikincisi yazarlar.
“Hem teori hem uygulama olarak psikanaliz,
insanların kültür ile arasındaki kaba, iyi oturmamış uyumu sürdürmesine
yardımcı olarak da çöküntü yaratabilir onlarda.” (Adam Philips)
Böyle
psikiyatrinin kendisi kötülük değil mi…
Geliştirdikleri
özellik de mazoşizmimiz:
“Bağımlı olduğumuz insanlar ile kurumlara
katlanabilme becerisine mazoşizm denir.”
(Adam Philips)
Ama
politika, psikanaliz, edebiyat, felsefe… asla suçlanamaz, insanlar yarattıkları
şeyleri suçlamazlar… ama utanmadan Yaşamı ve Tanrıyı suçlarlar…
“Tanrıları icat etmemizin nedeni belki de suçu
onların üzerine yıkmak istememizdir. Bizi onlar böyle yarattı, suç onlarındır
diyebilmek için.” (Coetzee - Romancının Romanı)
Ben
kötü değilim, beni Tanrı itti!
“Gücü
her şeye yeten bir tanrı bu dünyadaki kötülükleri önler.”
Oh
cennet… Yan gel yat…
Ama
kötülükler var.
Dünyada
olmanın bedeli mi yoksa kötülükler?
Varsa
yoksa kötülükler!
“Auschwitz
varsa Tanrı yoktur.”
Ama
insan vardır…
Ve
çok eski bir inanışa göre dünyaya kötülükle savaşmak için gelmişiz… Cennette
öyle huriler arasında oturup can sıkıntısından öleceğimize…
“Doğa
kusur konusunda hiçbir şey bilmez. Kusur, doğanın insan tarafından
kavranışıdır.” (Heinz Pagels)
Yani
kavranamayışı…
“Tanrı
için bütün şeyler iyi, adil ve doğrudur. Bazı şeylerin doğru bazı şeylerin
doğru olmadığını düşünenler insanlardır.” (Heinz Pagels)
Özgür
iradesi ve yaratıcılığıyla yaratmış insanı Tanrı…
Bir
de azar işitiyor bu hediyeleri, silahları kullanmayan insandan!!!
“Benim
sorunum ne?” diye sormuştu bir dostum.
“Yaratıcılığın”
demiştim; “yoktan sorun var etmen…”
“Özgür
iradenin olduğu ama kötülüğün olmadığı bir dünya tasarlamak da herhalde güç
olmazdı Tanrı için, sadece gereksiz olurdu. Özgür irademizin olması bizi
kötülüğü de seçebilmekte özgür bırakmıştır. Yoksa kötülüğü seçmemeye
programlanmış robotlar olurduk.” (Heinz Pagels)
Peki
ama biraz da olsa kontrol edemez mi Tanrı kötülüğü:
“Ruhumun
gizli köşelerinde dünyanın böyle sürüp gitmesine izin verdiği için Tanrı ile
her an kavga ediyorum.” (Gandi)
Birbiriyle
kavga eden insanlara kızıp Tanrıyla kavga etmek!
“Sözgelimi
kavga eden iki insan görürseniz ve müdahale etmezseniz o zaman gerçekte
müdahale etmeyerek müdahale etmiş olursunuz; ve Tanrı için de aynı şey söz
konusudur.” (John Fowles - Aristos)
Stoacılık?
Pasifizm?
Edebiyatçı
daha duygusaldır:
“Tanrı
bazı şeylerin olmamasını ister ama engel olamaz, çünkü kendisi böyle karar
vermiştir…” (Italo Calvino)
Çünkü,
örneğin bir üçgen yaratmayı seçtiyse Tanrı, iç açılarının 180 dereceden farklı
olmasını seçemez. Zaten özgür iradeyi de hediye olarak vermemiştir, bilinçli
bir varlık yaratılacaksa, özgür iradesiz yaratılamaz.
Zıt
görüştedir Nietzche her zamanki gibi:
“Tanrıya
güven duymak kendi dışındaki bir yanılsamaya tutunmaktır. Böyle bir seçim,
başka birini, doğaüstü birini seçmek insanı daima güçsüz kılar. Daima onu
olduğundan daha fazla küçültür.” (Nietzche Ağladığında – Irvin Yalom)
Ama…
“Tanrıdan
söz etmek bizim amaçlarımızdan ve erişmemiz gereken ahlaki ve tinsel
değerlerden söz etmektir. Dünyanın hali tanrının olmadığını ya da kötü olduğunu
değil, üst bir akla ulaşmaya çalışmadığımızı kanıtlıyor olabilir. Kötü bir tanrı olamaz çünkü bizi
yaratarak zaten iyiliğini kanıtlamıştır.”
(Heinz Pagels)
Son
cümle çok önemli.
“Tanrı:
Korkulacakları küçümsemenizi, ihtirasları aşağılamanıza izin verdim. Mutluluğa
gereksinim duymamanız sizin mutluluğunuzdur.” (Seneka)
“İnsan
için en büyük onur, Tanrının insanı en ağır acıları yenebilecek yetenekte
görmesi.” (Lautreamont’un bir kahramanı)
Acıları
yenince ne olacak peki?
“Sartre’a, varoluşçulara göre:
Dağlarda, kayalarda, sularda eksiklik yoktur. Durmadan arzuluyor olmasının da
gösterdiği gibi insan bir eksiklik ya da yoksunluktur. Bu yüzden eksiksizliğe
doğru sürekli bir atılım içindedir. Varlık ve bilinç ya da kendinde ve kendi
için aynı şey olduğu gün aynı anlama geldiği gün tam doygunluk gerçekleşecek ve
eksiklik bitecektir. Bu da insanın Tanrı olması demektir.” (Afşar Timuçin)
Tanrı
olacağız da ne olacak ki, yönetemedikten sonra!
Tanrı
olacağız da ne olmayacak, demek daha doğru.
Egoistler
olmayacak mesela bence…
“Eğer
birey acı çekerse bu bütün acı çekmesin diyedir.”
“Bu
görüş tek insanın sonsuzu başka bir şey için değil, birey olarak kendi için
istediği olgusunu yadsır. Kendi ölümünün donuk ışığında bu kuramların boş ve
yanlış olduğu ortaya çıkar.
Bir
öznenin öznelliği ve özgürlüğüyle Tanrı'nın mutlak iktidarı veya doğanın
yasaları çelişkisi olarak bir arada nasıl var olabilir? Bu üç güçten her biri,
yalnızca kendi varlığıyla diğer ikisinin varlığını hiçe indirmez mi?”
Öznellik
ve özgürlüğü egoistlikle karıştırma becerisi…
“Kendi
ölümünün donuk ışığında bu kuramların boş ve yanlış olduğu ortaya çıkar.”
Ne
kadar egoist bir cümle…
Buradan
rahatlıkla gidilir işte gazetecinin sorduğu o tehlikeli soruya:
“Kötülük
yapmamak insan doğasına aykırı değil mi?” (2000’li yıllarda bir gazeteci)
Tanrıyı
yok ya da kötü sayarsınız, doğayı yok edersiniz, depreme kötü dersiniz;
iktidara da kötü dersiniz, ama sadece sizin olmayan iktidara…
Yaratamadığında
yönetmek ister insan, yaratan bile yönetmediği halde:
“Çok
eski günlerde, sözün ilk titreşimleri dudaklarıma henüz geldiği zamanlarda,
kutsal dağa çıktım ve Tanrı’ya diz çöktüm:
Efendim
ben senin kölenim. Senin sırrın benim yasam olacak ve sonsuza kadar ona itaat
edeceğim.
Fakat
Tanrı yanıt vermedi ve şiddetli bir fırtına gibi uzaklaştı.
Ve
bin yıl Sonra: Yaratan, ben senin yarattığınım. Sen beni balçıktan
şekillendirdin ve ben tüm varlığımı sana borçluyum.
Ve
Tanrı yanıt vermedi, onun yerine bin kanadı varmış gibi hızla uzaklaştı.
Ve
bin yıl sonra: Baba, ben senin oğlunum. Bana merhamet ve sevgiyle hayat verdin
ve ben de sevgiyle ve ibadetle senin krallığını sürdüreceğim.
Ve
Tanrı yanıt vermedi ve uzak tepeleri gizleyen bir sis gibi uzaklaştı.
Ve
bin yıl sonra: Tanrım, amacım, tamamlayıcım; ben senin dününüm ve sen de benim
yarınımsın. Ben senin topraklardaki kökünüm ve sen benim göklerdeki çiçeğimsin
ve biz güneşin önünde birlikte gelişiriz.
O
zaman Tanrı bana eğildi ve denizin kendisine doğru koşan bir dereyi kucaklaması
gibi beni kucakladı. Dağdan ovaya indiğimde Tanrı da oradaydı...” (Halil Cibran
: Ermiş)
“Ben
senin dününüm ve sen de benim yarınımsın…”
Papini
ilginç bir açıklama getirir buna:
“Tarih
yazmak için en mantıki ve akıllıca yol en yakın olaylardan başlayıp en
eskilerde bitirmektir. (...) Böylece, ortaçağ tarihini tersine yaparken, 637
yılına gelince, ona damgasını vuran olayı önceden biliyorum, çünkü sebebi çok
basit: Haçlıların Kudüs’e 1099’da girişlerini daha evvel anlattım. 1914-18
umumi harbi, on beşinci ve on altıncı asırların milli monarşilerinin oluşumunu
belirlemek için vazgeçilmez bir hareket noktasıdır. ‘Önce’yi anlatan ‘sonra’dır,
aksi değil... Layıkıyla yazılmış bir dünya
tarihinin son faslı ancak ‘yaradılış’ hikayesi olabilir...” (Papini : Gog)
İnsan
tarafından yakalanan Tanrı bakışı, bu bence…
“Derin
meditasyon insanı zamanı ortadan kaldırma tüm var olmuşu var olanı ve var
olacakı aynı zamanda görme olanağı sağlar böyle bir meditasyonda her şey iyidir
her şey mükemmel her şey Brahmandır. Dolayısıyla her şey iyi gözükür bana ölüm
yaşam gibi günah kutsallık akıllılık aptallık gibi gözükür, iyidir her şey bana
bir zararı dokunmaz.” (Hesse)
Hayattan
bunun örneklerini de verir Hesse:
“Doğum
yapan bir kadına yardım ederken: Alabildiğine büyük bir acıyla alabildiğine
büyük bir hazın dışavurumlarının düpedüz birbirine benzediğini gördüm.” (Hesse)
Hesse’yi
şu amacı yüzünden severim:
“İkiliği
dışavuracak bir simge ele geçirmek isterdim; melodi ve karşı melodiyi aynı
zamanda görünür kılan, çokrenkliliğin yanında birliğin, şakanın yanında
ciddinin hiç ayrılmadığı bölümler ve cümleler kaleme almayı isterdim. Çünkü
benim için yaşamı oluşturan tek şey, iki kutup arasında bir dalgalanma,
dünyanın iki temel direği arasında bir gidip gelmedir.” (Hesse)
“Trajediler
asla önlenemez çünkü bunlar felaketler değil karşıt dünyaların birbirlerine
toslamalarıdır.
Sorunların
var oluşu çözüme kavuşturulmaları için değildir, sorunlar, aralarında yaşam
için zorunlu gerilimin oluştuğu kutuplardır sadece.
Trajedi,
ikilemlerin çözülmeyeceğini bilmek. Hayat, trajedilere gülmek.” (Ernesto Sabato
: Tünel)
Hiç
kimse anlamamış olsaydı tarih uzun zamandan beri durmuş olurdu. Ve hiç kimse anlamasaydı
bile, bir kişi dışında, tarih onun yüzünden, onun kendi “görüşü” yüzünden sürüp
gidecekti, o bir haklılık yüzünden.
Nasıl
güçlü di mi olumlu olan, iyi olan… Olan…
Tabii
bu metni, ne yazık ki şu aşağıdakinden dönüştürdüm ben:
“Herkes
anlamış olsaydı tarih uzun zamandan beri durmuş olurdu. Ve herkes anlasaydı
bile, bir kişi dışında, tarih onun yüzünden, onun kendi körlüğü yüzünden sürüp
gidecekti, o bir yanılgı yüzünden.”
Güzel laflar edip doğru olup
olmadıklarına bakmamak ancak edebiyat yapıyorsanız geçerlidir.
Bir körlük, bir olumsuz; önemsiz
bir şeydir. Ama bir göreni görmezden gelemeyiz, ki peygamberdir dahidir
bilgedir kendisi ve o yürütür tarihi.
İyinin gücü buradadır işte… Ve az
olmasının nedeni de budur belki de.
İşte Tolstoy; ve Anna Karenina’nın
giriş cümlesi:
“Mutlu aileler birbirlerine benzer.
Mutsuzlarınsa her birinin kendine özel bir yaşamı vardır.” (Tolstoy ; Anna
Karenina)
Bu
yüzden edebiyat onlardan, mutsuzlardan söz eder, acıdan.
Bu
kadar söz ederek acaba gerçeklik mi kazandırmıştır bu eserler kötülüğe…
Yani
bir şeyi bu kadar konuşursanız, Tanrı, Yaşam onu istemediğinizi anlamaz, tam
tersi bu kadar ilgilendiğiniz için istediğinizi düşünür ve verir size onu…
İyiliği
bu kadar savunmuş olmamıza rağmen, tüm edebiyat ve felsefe eserlerinin kötülüğü
araştırıp anlatarak onu güçlendirmiş olması mümkün mü… Düşünmeli…
“Mutlu insanların yaşamlarının
birbirine benzerliğinin, onların, ender bulunan o aynı ya da benzer mutluluğu yakalamış ve birleşmiş
olmalarından kaynaklandığını hiç düşünmüş müdür Tolstoy?” (Murat
Sohtorik)
Bana
katılan çıkar:
“Uyanık
olanlar (her bir Aristos) ortaklaşa bir dünyaya sahiptirler, uyuyanlar
(Çoğunluk) her biri özel bir dünyada yaşarlar.” (John Fowles : Aristos)
Düşündüğümüzü
üzerimize çekeriz düşüncesinden devam edelim.
Dinlerin
günahkar doğduğumuzu söylemesi, insan ruhuna işlemiş bir yargıdır.
Ya
da Ömer Ayhan’ın saptaması: Bazı dinler “Günahkar doğduğumuzu değil, günah
işlemeden duramayacağımızı” söylemiştir.
Bir
bebek nasıl günahkar olabilir; ama günah işlemeden duramayacağı düşüncesi onu
sıkı bir günahkar yapar, onu ve hepimizi…
Neden
günah işlemeden duramayız…
Hata
yapmaktan söz edilmiyor burada. Bilerek hata yapmaktan söz ediliyor… İstemeden
en fazla, ama bilerek…
Çünkü
diyor bazı metinler, bizi suça teşvik eden içimizdeki suçluluk duygusudur.
Suçluluk
kompleksi.
Adem
ile Havva’nın aslında bir günah işlemediği, ama günahkar olarak suçlandıkları
için, suçlandıkları günahı sonradan işledikleri düşüncesi…
Suçluluk
“bilinci” diyerek görece yüceltir Kafka bu kompleksi:
“Belki
uykusuzluğun altında bir ölüm korkusu yatıyor. Belki de uyurken benden ayrılıp
giden ruhumun bir daha dönüp gelmeyeceğinden tasalanmaktayım. Ama bakarsınız bu
uykusuzluk apar topar bir mahkemenin önüne çıkarılabileceğimden ürkerek gözünü
hiç kırpmayan suçluluk bilincidir. Belki de suç uykusuzluğun doğrudan
kendisidir. Her hastalığın kökeninde suç yatar, suçtan kaynaklanır hastalık.
Ölümlülüğün nedeni de budur.” (Kafka)
İntihara
doğru gideriz bu yoldan.
“Yaşamın
olumlu bir şey olduğu düşüncesi bizim yarattığımız bir düşüncedir. Belki ölüm
daha olumlu.” (Enis Batur)
Hayata
düşen hataya mı düşmüştür yani!
Yok,
önceden de dediğimiz gibi, Tanrı itti bizi!
“Çilekte
çilek tadı olduğu gibi hayatta da mutluluk tadı vardır.” (Alain)
Bence
de: Yaşam ölümlü olmasına rağmen olumludur.
Belki
de yaşam ölümlü olduğu için olumludur.
Amerika’da
binlerce yıl yaşayan ağaçlar soysuzlaşma eğilimi gösterirlermiş.
Ama:
“Sen
(ölüm) insanları yoldan çıkaran, korkunç girdaplara düşüren acımasız ve yırtıcı
yaşam değilsin. Sen yaşamın kederini, gamını azaltıp, onun ağır yükünü
omuzlardan alırsın. Umutsuzluk ve matemin ilacısın. Fırtınalı bir geceden sonra
çocuğunu kucağına alıp uyutan müşfik bir anne gibisin.” (Sadık Hidayet)
“İntiharın
yazılı provası” olarak tanımlamış Celal Üster bunu…
“Babasının
ölümü -Canetti'nin çok erken yaşta şahit olduğu bir dehşet deneyimi- annesinin
ölmesinden duyduğu çocuksu korku, artık sıradanlaşmış olan savaşın o büyük
kayıplarının getirdiği korkular, ölümü sürekli bir takıntı olarak algılamasına
sebep olmuştur. O bir ölüm düşmanıdır: İnsanoğlunun yaptığı bütün kötülüklerin
ardında ölüm korkusu yer alır. Ölüm en kötü insanın dahi hak etmediği en ağır
cezadır.”
Bir
de şu çocuğu dinleyelim, koskoca adamların arasında:
“-Hoca
benim kardeşim hastadır.
-Nesi
var?
-Ateşi
var çok, ölecek.
-Dur
sana ilaç vereyim.
-Hayır,
portakal ver, portakal yememiştir hiç.” (Kemal Varol)
Kadercilik
denilebilir belki çocuğunkine… Diyelim öyledir, oysa kadercilik karamsarlıktan
iyi değil midir…
Karamsarlık,
bir kaderinin olmamasını düşünmek değil midir…
“Karamsarlık
kimilerimizde umutsuzluğa dönüşüyor.” (Tahsin Yücel)
Umutsuzluğa
geçmeden ölümü halledelim:
“Ölümü
Tanrının insanları ehlileştirmeye hatta kullaştırmaya çalışması gibi
görebilirsiniz. Ölümden şikayet edebilirsiniz. Ölüm korkunuz ve ölümsüzlük
arzunuzun yol açtığı bir durumdur bu, mantık yadsınmıştır. Mantığınızı devreye
koyduğunuzda şu sonuca varırsınız: Ölüm hayatın yenilenebilmesinin
koşuludur.” (Georges Bataille)
Socrates
bile mantığı yadsımıştır bu konuda:
“Ölüm
yaşamın zıttıdır.” (Sokrates)
Halbuki
ölüm yaşamın içindedir, ve böyleyken mantıken onun zıttı olamaz.
Ölüm
ile doğum birbirinin zıtlarıdır, yaşamın (zıttı olmayanın) içinde.
(Yaşamın
zırhlarıdırlar aslında, bizi öbür dünyadan, yaşamın olmadığı yerden korurlar.)
Ölümü
kötülemek yetmez dünya düşünürlerine, daha da ileri giderler, yani daha da
geri:
“Asıl
kötülük önümüzde değil arkamızdadır: Doğum…
Doğumun
kötü, en azından uygunsuz bir şey olduğunu kabul edersek her şey açıklığa
kavuşur. Doğmak bağlanmaktır. Özgürlük doğmadan önceki
yaşamdadır. Hiç doğmamış gibi rahat bir vicdan gerekir.” (Cioran)
“Doğdum
eksildim.” (Pir Sultan Abdal)
Cioran,
Abdal’ın bu sözünü duysa hem sever hem nefret ederdi sanırım ondan.
Her
ikisine de cevap olarak:
“Her
şeyi siz seçiyorsunuz. Ana babanızı doğduğunuz ülkeyi yeniden dünyaya
gelişinizin tüm koşullarını.
Ruh,
büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda,
yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı
seçebilir.
Ruhun
kendini yaratıcı olarak deneyimleyebilmesi için her şeyi yaratmış olduğunu
unutması gerekiyordu.” (Tanrı ile sohbet 1- Neale Donald Walsh)
Tanrının
yaptıklarını doğru çıkaran felsefe, Teodise…
Tanrıyı
arkanıza alıyorsunuz yani… Sizi itmiyor, destekliyor…
Sonuçta
güçlü bir felsefe bu: Doğumumuza karar verenin biz olduğumuzu düşünsenize…
Tüm
sorumluluk bizde olur. Ya da Tanrıyla, yaşamla ortak bir sorumluluk diyelim…
Bu
bence harika bir şey…
Bence
yaşama her zaman geçer notla başlarız, sezon başında hocadan 50 almış öğrenci
gibiyizdir, bunu baştan hak etmişizdir, hiçbir şey yapmasak bile geçeriz
sınıfı. Artırmak istersek notumuzu kendimiz biliriz, ama sınıfta kalmamak için
hata yapmamalıyız.
Dangereous Minds
filminde vardı bu konu, ama orada 100 veriyordu hoca sezon başında öğrencilere;
serseri, çalışmak istemeyen, kötü ailelerden gelmiş, sorunlu çocuklara.
Herkese
yaramayabilir tabii 100 almak sezon başında. İnsan çıldırabilir. Bunu hak
etmediği, hayatta böyle bir şeye ulaşacağını hiç düşünmediği için bocalayabilir.
Başarıyı
devam ettirememek sürekli başarısızlıktan daha büyük bir başarısızlık olabilir.
Mutluluğu devam ettirememek…
Mutsuzluk çoktur. Mutluluk ise bir
tanedir. O yüzden insan kaldıramaz mutluluğu.
Mutsuz… Umutsuz…
“Her
intihar umut diktatörlüğünden kaçma girişimidir.” (Adam Philips)
Umut
diktatörlüğü!
“Umut
en büyük kötülüktür demek (Nietzsche) umudun kötülük olmadığı gerçeğine
dokunamaz, bunu ifade eden insanı, onun hayatını umuttan uzaklaştırır sadece.
Hayat insanlar onu şöyle ya da böyle yaşıyorlar diye şöyle ya da böyle olmaz.
Dünyayı kirletebilir yok da edebilirsiniz ama yok edebileceğiniz sadece kendi
hayatınızdır. Hiçbir insan yaşantısı yaşamı yıkamaz, hiçbir insan umutsuzluğu
umudu yerinden edemez. Umut diye bir şey zaten yoktur. Her şey zaten vardır.
Almayı başarırsınız ya da başaramazsınız. Almayı umut edersiniz ya da
etmezsiniz.” (Schopenhauer)
Yani…
Talihsiz
insan aslında talihli olmayı başaramamış insandır.
Umutsuz
filozof dedikleri “Şopenhoer”, yaşamına rağmen umudu savunacak doğru cümleleri
kurabilmiş.
Yazarak,
o kadar düşünerek doğruyu bulamayan bir dolu yazar var…
Yazarak
doğruyu bulanlar var, ama hayatına katamamışlar bulduklarını…
Hayatına
da katanlar, çok az…
Çoğunu
bilmiyor olabiliriz, yazmıyorlar belki de…
Kadınsı
bir yaratıcılık, bilmek, hayır bilmek değil, bilincinde olmak…
Ama
yazmamak…
Tanrı
da bir kadın olabilir…
Dünyaya
her şeyi verip kendi haline bıraktığı için.
Gerçek
yaratıcı yönetmez.
Ama
biz umuttan devam edelim, ve inançtan…
“İnanç,
henüz kanıtlanmamış şeyin doğru olduğuna inanmak, bir olasılığa inanmak,
gebeliğin farkında olmaktır. İnanç tıpkı umut gibi gelecek’e ait kehanette
bulunmak değildir, şimdiki zaman’ın gebelik durumundaki görüntüsüdür. İnanç
olasılığın gerçekliği konusunda emin olmaktır- ama kesin tahmin anlamında emin
olma değildir. İnanç kesin olmayanın kesinliğidir.” (Erich Fromm)
Kuantum?
“Kuantum
fiziği tek ve kesin bir sonu değil, birtakım olası sonuçlar öngörür ve her
birinin ne kadar mümkün olduğunu söyler.” (Özkan Aras)
Yani…
Bardağın
yarısı dolu…
Bardağın
yarısı boş…
Bunlardan
ikisinin de doğru olduğunu bilerek birini seçmek zorunda bırakıldık yıllardır…
Aristo
mantığı!
Ya
o ya da öbürü…
“Peygamberler
geleceği önceden haber vermezler, şimdiki zamanda var olan gerçekliği
kamuoyunun ve yetkililerin gözbağı olmadan görürler. Hangi olasılıklar olduğunu
ve insanlara seçenekleri gösterirler. Kehanetler değil seçenekler...
Gerekircilik değil özgürlük.” (Fromm)
Şimdilik
bitebilir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder