6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 5: Tanrıca



ÇİFTE GÜNAH

 

İnsanın çektiği acıların bir nedeni var mıdır ve bu neden bilinebilir mi?

Asuman Kafaoğlu Büke Cumhuriyet Kitap Eki’nin 644. sayısındaki yazısında Kitab-ı Mukaddes’deki Eyüb’ün Kitabı’ndan söz ediyor. Olağanüstü inanca sahip olan Eyüb, Şeytan’ın Tanrı ile Eyüb’ün inancı üzerine bahse girmesi sonucunda yaşamındaki her şeyi yitirmeye başlar. Sağlığını da yitirdikten sonra Tanrı tarafından reddedilmiş olduğunu düşünür; ölmek ama ölmeden önce de çektiği acıların nedenini bilmek ister Tanrı’dan.

“Dostlarına göre konu çok basittir, ilahi doğruları anlayamayan insan zihniyle düşündükleri için, tüm bu acıların mutlaka Eyüb’ün yaptığı bir hata yüzünden ona ceza olarak verildiğini sanırlar.” “Okur, şeytan ile Tanrı arasında geçen diyalogu bildiği için Eyüb’ün acılarının insanoğlunun inanç sınavı olduğunu ve nedensiz olmadığını bilir.” “Tanrı’nın savı, ilahi adalet adına insanın inancını yitirmeyeceğidir.”

“Eyüb’ün dostlarının savı ise tam dünyevi açıdan bakışı yansıtır: Başarı eşittir erdem. Sorguladıkları Tanrı’nın adaletsizliği değildir, Eyüb’ün mutlaka bir hata yapmış olduğunu savunurlar.” “Eyüb’ün çektiği acılar günah işlediğinin bir göstergesidir, suçlu olduğu için Tanrı’dan af dilemesi gereklidir.” “Eyüb af dilemeyi reddeder, çünkü bu ona göre kolay bir seçim olur. Kendi doğruluğundan şüpheye düşmesini gerektirecek bir şey olmadığını bilir. Bu aşamada okur Tanrı’nın Eyüb’ü seçmesinin ardındaki gerçek nedeni anlar: Önemli olan Tanrı’ya inancın sarsılması değil, insanın kendi zekasına (ve dolayısıyla doğruluğuna) olan sarsılmaz inançtır. Suçsuzluk ve ceza aynı anda var olduğundan kuşkusuz bir çelişki yaratır -özellikle ilahi adalet söz konusu olduğunda– ama buna rağmen bu çelişki insanın bilgisi ötesinde bir yerlere bağlıdır. Mantıksız olanı, çelişkili olanı kabul etmek kalır insana.” İnsanın “Kendi zihninden kuşku duyması, diğer varlıklardan –ilahi varlıklar dahil- kuşku duymasından daha kötüdür. Sonuçta Tanrı, Eyüb’e neden acı çektiğini asla söylemez, insan dünyadaki varlığının nedenini bilmediği gibi, çektiği acıların da nedenini bilmeden yaşamayı öğrenmelidir. Ve çekeceği tüm acılara rağmen kendine inancını yitirmemelidir.”

Büke, Eyüb’ün günahı olabilecek şeye sadece değinir: “Eyüb’ün doğruluk iddiasında aşırı gururlu davrandığı hissine kapılırız. Farkında olmadan da olsa bir günah işlemiş olabilir, bu olasılığın hiçbir şekilde olamayacağını düşünmesi yadırganacak kadar katıdır. Bu aşamada bunun bir günah olarak görülebileceği fikri bile uyanır okuyucunun zihninde.”

“Bile” si fazla değil mi?! Eyüb’ün günahı tam da bu kibirli hali değil mi? Büke’nin metni bundan şüphelendirir bizi, ama fazlaca üzerine gitmez, çünkü Eyüb’ün kibrine değil gururuna vurgu yapmaktadır: “Kendi zihninden kuşku duyması, diğer varlıklardan –ilahi varlıklar dahil- kuşku duymasından daha kötüdür.”

Halbuki Büke’nin deyişiyle “dünyevi bakış açısına sahip olan” arkadaşları ve özellikle sonradan söz alan genç Elihu, Eyüb’ün kibrini ve isyanını tespit eder. Buna rağmen Elihu, Tanrı tarafından “takdiri karartmakla” suçlanacaktır, arkadaşları ise ahmaklıkla...

Peki Eyüb ne kadar inançlı olursa olsun kendisine nasıl bu kadar güvenebiliyor? Hikayede Şeytan, Eyüb’ün çevresindeki herkese kötü örnek olur, Tanrı’yı bile Eyüb’e karşı bir oyun oynaması için kandırır da Eyüb’ü kandıramaz.

Dostu Temanlı Elinaz, Eyüb’e şöyle der: “İşte, sen çoklarına ders verdin, ve gevşemiş elleri kuvvetlendirdin(...) Fakat şimdi senin başına gelince gücüne gidiyor; sana dokununca şaşkın oluyorsun.” Eyüb, Tanrı’nın sevgili kulu olduğunu mu düşünmektedir? Sanki Tanrı’yla aralarında gizli bir anlaşma vardır ve başına belalar geldiğinde haksız olduğunu düşünmez de aralarındaki anlaşmaya uymadığı için Tanrı’ya kızar. Eyüb, Tanrı için övgü ve yücelik sözlerinin dışında şu sözleri de kullanmaktadır: Ona göre Tanrı “Kamil ile kötüyü de bitirmektedir. Birden bire bela ölüm saçınca, suçsuzların mihneti ile eğlenir.” Tanrı’ya şöyle der: “Ne için benimle çekişiyorsun, bana bildir. Gaddarlık ediyorsun,...” Eyüb feryatları sırasında doğruya da yaklaşır. Tanrı’ya haklı sorular da sorar: “Günlerin insan günleri gibi, Yılların adam günleri gibi midir de, Benim fesadımı arıyorsun, Ve suçumu araştırıyorsun?” Tanrı Şeytan’la suç ortağıymış gibi davranmamış mıdır? Ama Eyüb sonra Tanrı’nın her işini kendine göre yaptığını, insanın da bu konuları bilemeyeceğini söyleyerek tekrar Tanrı savunusuna döner: “İşte O beni öldürecek ümidim yok. Hiç olmazsa Ona karşı yollarımın doğruluğunu müdafaa edeyim. Benim kurtuluşum da şu olacak ki, Onun karşısına bir dinsiz adam çıkmayacaktır.” Hem Tanrı’nın her şeyi bildiğini söylemekte hem kendisini yine de haklı çıkartmaya çalışmaktadır.

Çelişki Eyüb’ün değil de Tanrı’nındır aslında (Tevrat’ta sözü edilen Tanrı’nın): İnsan kendi zihninden kuşku duymayacaktır, ama hangi insan? Neden dostları değil de Eyüb? Hangi zihin, neden haklıdır? Eyüb’ün kitabında ilahi adaleti bir kıstas olarak alan Eyüb’ün arkadaşları yanıltılır ama kendi zihnini kıstas alan Eyüb haklı çıkartılır. Eyüb’ün haklı çıktığı nedir? Kendi haklılığı. Peki böylece bildiği nedir? Hiçbir şey. Yaşamın anlamı, Tanrı’nın neden böyle davrandığı... Bunlar bilinemez. Yine de adil olduğuna inanmak zorundayızdır Tanrı’nın. İnsan zihninin böyle bir adaleti anlaması mümkün olmadığına göre... Zihnimize de inanmak bizi bir yere götürmez. (İnatçılık ve kibir dışında.) Eyüb “Allahtan” iyi bir insandır, ki ölmeyi ister. “Maazallah” kötü biri olsaydı o zaman öldürmeyi de isteyebilirdi ve biz onu kendi zihninden şüpheye düşmediği için, kendi zekasına olan sarsılmaz inancı nedeniyle suçlamayı bırakın baş köşeye mi koyacaktık, onu yine böyle yüceltebilecek miydik? Ya Tanrı böyle bir durumda Eyüb’ü takdir edebilecek miydi? Şeytan’a karşı Eyüb’le övünebilecek miydi yine?

Yaşamın nedenini insan asla anlayamayacaksa zihni ne için yaratılmıştır? İnsan en azından kendi zihninin neden yaratıldığını bulabilir herhalde, ona sonuna kadar güvenmeden önce. İnsan zihninin nedenini bulamayacağı bir yaşamda var olması mantıksız değil mi? İnsanın bu mantıksızlığı kabul etmesi asıl “kolay bir seçim” değil mi? Bu mantık insanı nihilizme götürebilir, hem de kolay yoldan! Eyüb ölmeyi, hatta doğmamış olmayı istiyor da af dilemeyi istemiyor, bunu “kolay bir seçim” olarak niteliyor. Ölmeyi, doğmamış olmayı istemek yaşama, Tanrı’ya saygısızlık olmuyor mu?

“İlahi” lafı üzerinde de duralım biraz... Ve şu “İlahi doğruları anlayamayan insan zihni” üzerinde... Kitabında Eyüb hiçbir zaman ilahi doğruları anlayamaz. Oysa biz, Eyüb’e ve onun yaşamına Tanrı gözüyle bakabilen okur olarak ilahi doğruları anlayabiliriz. Tabii anlayacağımız da ancak şudur: İlahi doğruları hiçbir zaman anlayamayacağız! Çünkü kendi yaşamımıza asla Tanrı gözüyle bakamayız. O yüzden yaşamın acılarının nedeni tek cümleye havale edilir: Tanrı öyle istedi! Peki Eyüb’ün Kitabı aracılığıyla kısa bir süre de olsa yaşama Tanrı gözüyle bakabilen insan daha uzun bir süre ya da daha başka denemelerle de bu Tanrı gözünü kullanamaz mı? Zihnimize sorular sormadan güvenmek yerine onu biraz olsun çalıştıramaz mıyız? Tanrı’nın bize bağışladığı zihnimizi...

İlahi olan herhangi bir şey insanı, insan zihnini dışlayabilir mi? İnsanı dışlayan bir gerçeklik nasıl ilahi olabilir?

Eyüb aslında neyin mükafatını görür? Zihninin değil de inatçılığının ve kibrinin! Arkadaşları ne için cezalandırılır? Eyüb’e değil de Tanrı’ya, onun ilahi adaletine inandıkları, kibri, inatçılığı bir günah olarak gördükleri ve Eyüb’ü uyarmaya çalıştıkları için! Eyüb’ün acılarının nedenini insanın hatalarına, günahlarına bağlayan dostları mı ilahi doğrulara göre düşünüyorlardır yoksa tam tersi, Tanrı’nın Şeytan’la insan üzerine bir pazarlığa oturabileceğini, insan üzerine Şeytan’la bir oyun oynayabileceğini düşünebilen zihin mi? Böyle bir durumu öneren Şeytan “görevi” gereği ilahi bir varlık olabilir ama bu teklifi kabul eden, Şeytan’a suç ortaklığı yapan, dahası Şeytan’ın kendisine bir şey önermesine izin veren Tanrı ilahi bir varlık olabilir mi? Burada sorgulanması gereken Tanrı’nın adaletidir, dahası Eyüb’ün Kitabı’ndaki karakterlerden biri olarak Tanrı’nın kendisi sorgulanmalıdır. Hikayede kendi zekasına ve doğruluğuna inancı tam olan ve asla yıkılmayan, kendi zihninden kuşku duyması ilahi varlıklardan kuşku duymasından bile daha kötü olan bir Eyüb Tanrılaştırılır da Eyüb’e neden acı çektiğini söylemeyen, onu oyuna getiren, ona çektiği acıların nedenini bilmeden yaşamayı emreden Tanrı adaletsiz bir konuma sokularak insan gibi davranır, haksızlık yapar. Tam bir dünyevi bakış açısı!

Eyüb’ün Kitabı’nda Şeytan, insanı şüpheye düşürmekten öte Tanrı’yı bile şüpheye düşürebilmektedir. İnsanın aklına şeytan düşmesi gibi Tanrı’nın aklına bile şeytan düşebilmektedir! Kendinden, yarattığından şüpheye düşen Tanrı da bunun cezasını insana çektirmektedir. Bence böyle bir Tanrı yine bir insandır. Ve o da neden acı çektiğini bilir, bilebilir. (Örneğin Şeytan’ı dinlediği için.)

Eyüb’ün kitabındaki Tanrı, bazılarının Tanrı tanımına tam uyar; yani yaptıklarına gerçekten de akıl sır ermez! “İnsan dünyadaki varlığının nedenini bilmediği gibi, çektiği acıların da nedeni bilmeden yaşamayı öğrenmelidir.” Ben Tanrı’nın böyle bilinçsiz, kuklaya benzer bir yaratık var etmeye tenezzül bile etmeyeceğini düşünüyorum. Tenezzül etmekten öte, Tanrı’nın böyle bir yaratık yaratamayacağını, buna gücünün yetmeyeceğini düşünüyorum, çünkü bu Tanrı’nın kendini aşağılaması demek olurdu. Ve işte bu düşünce bizi insanın en büyük gücünü anlamaya götürür: Tanrı bile insanı aşağılayamaz! Bir insanın yaşamını onun izni olmadan sona erdirebilirsiniz, bir insanı çok da uğraşmadan öldürebilirsiniz, ama bir insanı onun izni olmadan aşağılayamazsınız. “Yüce Tanrı, bazı şeylerin olmamasını ister, ama engelleyemez bunları, çünkü kendisi kararlaştırmıştır.” (İtalo Calvino) Ya da örneğin eşkenar bir üçgen yaratmayı seçmişse Tanrı, iç açılarını eşit yapmaktan başka seçeneği yoktur.

“Tanrı’ya onun sonsuzluğuna ters hiçbir şey yakıştırma.” der Epikuros. Tabii Tanrı, siz bunu fark edip engel olmadıkça yarattığı zihninizle yarattığınız paradokslara düşmenizde bir sakınca görmeyecektir.

Tanrı, kurduğu yaşamdaki dengeyi kendi bozarsa o zaman “Tanrı yoksa her şey mubahtır” demeye bile gerek kalmaz, böyle haksızlıklar yapan, kendi koyduğu kuralları kendi bozan bir Tanrı varken de her şey mubah olacaktır. Sartre’ın söylediği “Tanrı insanı öldürüyor ve yadsıyorsa insanın da hemcinslerini öldürüp yadsımasını hiçbir şey yasaklayamaz.” sözüne kimse itiraz edemeyecektir. Kötülük yapmak için Tanrı’yı yadsımak gerekmeyecektir. Oysa buna inanmak Eyüb’ünki gibi aşırı gururdan, kibirden başka bir şey değildir.

Eyüb’ün kitabında zihnine güvenen ve bunun için övülen Eyüb yalnızca zenginliğine geri döner, eski mutlu(!) yaşamına, ama zihinsel olarak hiçbir yere çıkamaz sonuçta, Tanrı bile şeytanın elinde oyuncaktır sanki. Peki ya Şeytan? Başarıya ulaşamamıştır belki ama Eyüb’e bir dolu acı çektirmiş, arkadaşlarının Tanrı’ya inanmalarına rağmen Tanrı tarafından aşağılanmalarına yol açmış, üstelik Tanrı’yı bile kendisiyle suç ortaklığına kandırabilmiştir. Şeytani zihin kitaptaki güvenilir tek zihindir sanki.

Peki ya ilahi adalet? Başka bir hikaye anlatayım: Kadın loğusayken kocası tarafından terk edilmiş. İki kadın arkadaşım diyor ki “Bu adam bir gün yaptığının cezasını çekecek.” Çünkü ilahi adalete inanıyorlar. Duygusal açıdan haklı olabilirler, haklı olmalarını da isterim, o adamın cezasını bulmasını yani; ama mantığımla baktığımda adamın kadına yaptığından dolayı cezaya çarptırılmasının kadına hiçbir yararı yok. Suçluların ceza çekmesini sağlayabilen ama mağdurları mağdurluklarından kurtaramayan bir adalet ilahi değil dünyevi olabilir ancak. Ama ilahi adalet diye bir şey varsa, nasıl olabileceğini bakın size mantığımla açıklamaya çalışayım: Kadının kocası tarafından loğusayken terk edilmesi belki de kadının daha önceki bir günahının cezasıdır! Loğusayken terk edilmiş bir kadını haksız bulmak kolay değil! Ama yaşamın kandırmacası burada olabilir ve biz bunu duygularımızla çözemeyiz.

(Her şeyin bu kadar düz bir mantıkla yürümesi gerekmiyor tabii, ama düşüncemi anlatabilmek için): Belki de o loğusa kadın gençliğinde karısını loğusayken terk eden bir adama lanet okumuştur, olayın iç yüzünü bilmeden, terk edilen kadının ne hissettiğini düşünerek hatta belki hissederek, ama o adamın ne hissettiğini, neden böyle bir şey yaptığını bilmeden, güya duygusallığından, o adamın “ahını” almıştır, tıpkı o anda, arkadaşım olan o iki kadının da aynı günahı işlemiş olabileceği gibi!

Kötü insanlar neyse de, iyilerin başına neden kötülük geldiğini, iyi insanların huzura neden ulaşamadıklarını çözemeyiz çoğu kez. İyinin iyi, kötünün kötü olduğuna nasıl karar veriyoruz peki? İlahi adaletin olduğunu varsayarak söylersek, başına kötülük gelen kişi belki de sandığımız kadar iyi biri değildir. (Başına kötülük gelmeyen bir kötü de sandığımız kadar kötü biri olmayabilir.)

Dahası ve önemlisi, kötüler çoğunlukla kötü olduklarının bilincindedirler. Oysa kendini iyi insan sanan birisi, kötülük yaptığının bilincine varmaz. Bir kötü, kötülük yapar sadece; kendini iyi sanan bir kötü, hem kötülük yapar hem de bilinçsizce ikiyüzlü davranır. Kendi kötülüğünün farkında olmamak çifte günahtır. (Yani bir “iyi”, “kötü”den daha fazla cezalandırılabilir.) Üstelik bir kötünün kötü olduğu bilinir çoğunlukla ya da çabuk anlaşılır, oysa kendini “iyi” sanan bir insanın başkalarını kandırması çok daha kolaydır.

İnsan, iyi bir insan olduğunu düşündüğü için başına bir bela gelmemesini bekleyemez, çünkü başlatmadığınız hiçbir şey başınıza gelmez, gelmişse başlamasına katkınız olmuştur. Yine de başımıza gelenleri aşabiliriz. Russel’ın örneğini ödünç alırsam, savaşı kazanmak kesin olmadığı için dövüşmeyi reddeden bir asker gibi olmak anlamsızdır. Çünkü bela insanın başına, boşuna gelmediği gibi yanlış insanın başına da gelmez; o belayla baş edebileceklerin ve baş edemeyeceklerin değil, baş edip edemeyeceği belli olmayanların başına gelir.

İnanç sınavı, olgunluk sınavı yaşamın kendisidir. Denge üzerine kurulmuş yaşamın kendisi. Hepimiz yaşama elli almış bir öğrenci gibi başlarız. Hiçbir şey yapmamıza gerek yoktur. Sınıfı geçmemiz kesindir, öleceğimizin kesin olması gibi. Ama hata yapmamalıyız, ki notumuz düşmesin. Tabii istersek notumuzu yükseltmeye çalışabiliriz.

Suçsuzluk ve ceza aynı anda var olamaz. “Doğa kusur konusunda hiçbir şey bilmez. Kusur, doğanın insan tarafından kavranışıdır.” der Heinz Pagels. Yaşamda çelişki yoktur, çelişkiyi yaratan insan zihnidir. Ve zihin böyle gelişir, kuşkulanarak, çelişkilere düşüp çıkarak. Kuşku duyulmayacak tek şey yaşamın kendisidir. Ve bir de ilahi adalet.

 


SİZ DE Mİ ZEKİSİNİZ!

Yapılan bir araştırmaya göre her 100 kişiden 1 kişi zeki, 32 kişi normal zekaya sahip ve geri kalan 67 kişinin zekası normalin altında...

O zeki 1 kişi olmasa normal zekaya sahip olanların bir kısmı zeki sayılacak ve normalin altında zekaya sahip olanların bir kısmı da normal zekaya sahip sayılacak. (Belki hepsi: O bir kişiyi yok etsen 32 kişi zeki konumuna geçer 67 kişi de normal zekalı. Tabii toplum ortalaması düşük bir zeka seviyesinden bahsediyoruz.) Zeki insanlara olumsuz bakış buradan çıkıyor olabilir mi, diğerlerinin değerlerini düşürüyorlar? Sonuçta başaran seni daha az başarılı ya da başarısız yapıyor. Çocukluğumuzda karşılaştığımız bir örneği düşünelim: 40 alıyorsunuz sınavdan. Ama hoca şöyle bir uygulama getiriyor: En yüksek nota göre değerlendirilecek tüm sınıf! En çalışkan/akıllı öğrenci ancak 80 alabildiği için onun notu 100 sayılacağından sizinki de 50 sayılıyor ve geçer not almış oluyorsunuz. Bir sonraki sınavda çalışkan/akıllı öğrenci daha çok çalışıyor ve 100 alıyor. Siz aynı notta sayıyorsunuz: 40... Neden geçer not alamadınız? Çalışmadığınız için değil, asla öyle değil, “o inek” daha fazla çalıştığı için, sadece inek değil “kalleş” bir inek olduğu için!

İlk sınavda daha fazla mutlu öğrenci olacağı açık. Ama ikinci sınava göre standartların daha düşük olduğu unutulmamalı.

Zekayla ilgili konuya dönüp şöyle çıkarımlar yapalım mı: Zeki olan 1 kişi zeki olduğunu biliyordur mutlaka. 32 kişiden dörtte biri, yani 8 kişi; 67 kişiden en az yarısı, yani 34 kişi zeki olduğunu düşünüyor olmalı, toplam 42 kişi. Neden? Normal zekaya sahip olanlar hayatları boyunca gerçekten zeki birisine rastlayamayacakları (ve böylece kendilerinin aslında zeki değil de sadece normal zekalı olduklarını anlayamayacakları) için ve normalin altında zekaya sahip olanlar da o zeki kişiye rastlasalar da anlayamayacakları için.

42 artı 1... % 43: Yani insanların neredeyse yarısı zeki olduğunu düşünüyor ve bunların arasında sadece yüzde biri gerçekten zeki...

Geri kalanlardan yarısının da kendilerine zeki diyenlerin arasından en az birinin gerçekten zeki olduğuna inandığını düşünelim... Geri kalanlar 57 kişi. Yarısı 29 kişi. 42 kişi kendinin zeki olduğuna inanıyordu, 29 kişi de bu 42 kişiden birinin zeki olduğuna inanıyor. 42+29=71. Bu toplamdan kendinin zeki olduğuna inanan ve tek haklı olan adamı çıkaralım. 71-1=70. Yani her 100 kişiden 70'i yanlış adama inanıyor...

Ama esas sorun şu herhalde: Bu yazıyı okuyan her 100 kişiden 70'i, yanlış kişiye inanan o 70 kişiden biri değil de geri kalan 30 kişiden biri olduğunu düşünüyor. Hatta azımsanamayacak kadar büyük bir azınlık da o 30 kişiden 1’i olduğunu düşünüyor.

Ne inanılmaz tesadüf.








OLDUĞUNDAN DAHA İYİ GÖRÜN, SONRA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL

 

“Ben kendi payıma hep insanın neyse o olduğunu ve olduğundan başka türlü gözükmemesi gerektiğini söylemişimdir. Oysa Oliver bana bu konuda hep karşı çıkmış ve insanın kim olduğunu iddia ediyorsa o kişi olduğunu söylemiştir.” (Julian Barnes - Seni sevmiyorum)

Orijinali olan “Olduğun gibi görün göründüğün gibi ol.” yerine “olduğundan daha iyi görün, sonra göründüğün gibi ol.” diye yazmıştım. Bunu da “gelişme” diye adlandırmıştım. Tabii olduğundan daha iyi görünmek kendine güveni getirebileceği gibi, ukalalığı da getirebilir, temelsiz bir ukalalığı, nedensiz bir kendini beğenmişliği. O zaman da sadece olduğundan daha iyi görünmeye devam eder insan, göründüğü gibi olmadan. Rol yapar, oynar, miş gibi yapar. Kendisiyle önceden gururlanıp gururlandığı şeyleri gerçekleştirmeyi başaramazsa, onların altında kalırsa, kibre dönüşebilir gururu…

Sartre söyle diyor: “İnsanın kendisiyle kibirlenmesi için zeki, güzel ya da güçlü olduğunu sanması gerekmez. İnsan hem aptal olduğuna inanıp hem de kendisiyle kibirlenebilir. Kibir kendi kendini besleyen bir eğilimdir. Fakat kayda değer bir zihinsel inançla desteklenmeyen kibir, alınganlık, çekingenlik, kötülük verir.”

Bu durumda insanın ne yapacağını da Nietzsche söylüyor: “Ben yaptım bunu der belleğim. Bunu ben yapmış olamam der gururum ve ayak direr. Sonunda bellek kaybeder.” Schopenheur buradaki gurura kibir denmesi gerektiğini söyleyerek düzeltiyor, haklı olarak…

 

 


 

ALÇAK GÖNÜL

 

“İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini, payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür." (Tolstoy)

Alçakgönüllülük felsefesi için iyi bir tanım.

Ama alçakgönüllülük felsefesi insanın gerçek değerine aldırmaz...

Örnekleyelim:

10 gerçek kişilik değerinde bir insan, kendini 5 değerde zannediyorsa: Değeri 2

5 gerçek kişilik değerinde bir insan, kendini 1 değerde zannediyorsa: Değeri 5

Sonuç:

10 gerçek değerdeki biri, 5 gerçek değerdeki birinden daha değersiz çıkıyor!

Sadece değersiz de değil, kendini 5 değerde zannettiğinden 1 değerde zannedenin yanında ukala da sayılıyor!

Yani bu 10 numara insan, Tolstoy’un denklemine göre hem değersiz hem de ukala!

O eski ama eskimemiş “kendini bil” anlayışını içselleştirmiş, yani 10 gerçek kişilik değerinde ve kendini de 10 değerde zanneden (bilen) insanın (yıldızlı 10 numara insan), bu yukarıdaki ikiliden daha değersiz ve daha ukala çıkmasına hiç değinmiyorum...

Çünkü esas konumuz: Kesrin değerini büyütmek için “bile bile” alçakgönüllü davranmak!

Yani ikiyüzlülük.

200’lülük

Bunu çok iyi ifade eden söyleyişler var, alçakgönüllülük felsefesini anlatır gibi gözükürken ikiyüzlülüğü anlatan:

“Alçakgönüllülük yüceltir insanı.” Ya da “Tevazuyu bırakma asalet katar.”

 

Canlı örnek:

-Tevazuyu bırakma asalet katar.

-Şöyle düşün: Asalet katmak için tevazu...

-Hayır, o kadar hince bir politika değil, asla öyle şeylerle işim olmaz.

-Temel felsefe şu: “Ben tanrıyım” bile diyebilirim kimseyi ilgilendirmez... Deli, ukala, deli-ukala dersin geçersin... Ama “Ben tanrıyım, sen de benim kulumsun” dersem orada başlar tehlike... Etrafındakilere dikkat et: Hemen hepsi kul ister... Peki nerde tanrılıkları... Güya şurada: E kulları var ya...

-Tanrı öldü demiş ya Niçe... Tanrı da demiş ki... Niçe öldü...

-Duvar yazısı ya da tişört mesajı olarak esprili, güzel... Ama felsefece anlamı yok: Yüzyıllarca “Tanrı vardır” ve “Tanrı yoktur” diyenlerin arasında, “Tanrı öldü” demek, bambaşka bir şey demektir. Tanrının Niçe’yi öldürmesi iş değil, bu çok klasik. Oysa Niçe’nin tanrıyı öldürmesi devrimci bir düşünce... Peki neden böyle dedi Niçe? Tanrıyı öldürebiliriz çünkü onu biz var ettik demek istemiş olamaz mı... Tanrıyı fazlasıyla baş tacı eden bir dönem için yerinde bir devrimci görüş...*

-Ama Niçe kendini koyuyor tanrı yerine o da öldü ama...

-Niçe ölmedi, sadece aramızda değil, aynen tanrı gibi. Zaten kendini örnek olsun diye koyuyor. Aslında insanı onun yerine koymak istiyor belki. Daha doğrusu hepsini değil üst insanı.

-Sevmem Niçe’nin insanı tanrısallaştırma çabasını... Kutsal varlık haline getirmesini… Ben eksik fazla eğri büğrülüğü ile seviyorum insanı... Düşe kalka yuvarlanışını...**

-Bunlar sakıncalı düşünceler. Dostça söylememe izin ver. Niçe’nin yaptığını düşündüğün şeyin tersi sakıncalar barındırıyor. Hatalarını yenmeye çalışacak kadar tanrısal özelliklere sahip insanoğlu. Çocuğunun canına kasteden birini affetmedikçe insanı hatalarıyla seviyorum dememelisin...

-İnada bindi şimdi beni iknaya ve yenmeye uğraşacak...

-Acaba kim buna uğraşıyor!

- Tamam sen 1’sin, ben sıfır.

-Alçakgönüllü davranıyorsun…

 

* “Bir gün bana şöyle dedi şeytan: ‘Tanrının dahi kendi cehennemi vardır: bu, insana sevgisidir.’ Ve şöyle dediğini işittim geçenlerde: ‘Tanrı öldü: insana acımasından öldü Tanrı.’” (Niçe)

                       

                        ** İnsanı böyle seviyor; neden? Kendinden…

 

Temel felsefe şu: “Ben tanrıyım” bile diyebilirim kimseyi ilgilendirmez... Ama “Ben tanrıyım, sen de benim kulumsun” dersem orada başlar tehlike...

Neden “Ben tanrıyım” derim...

Çünkü kendimi bir futbolcunun, politikacının, zengin birinin ya da bir pop starın, hatta bir rock starın, hatta hatta büyük bir yazarın bile yerine koymaktansa Tanrı yerine koymayı yeğlerim. Buna, bir dedektifin peşinde olduğu şahsı yakalamak için kendini onun yerine koymaya çalışmasından farklı bakmıyorum.

Amacım da kendimi yüceltmek değil, hepimizin kendi mütevazi tahtlarımızda kendi çapımızda tanrılar olduğumuzu düşünmemizi sağlamaktır (tahtını doğru seçmek şartıyla!). İnsanı hep yücelttim, onun aklına, gücüne, anlayışına, mükemmel özellikler taşıdığına hep inandım. Ama bu yeteneklerini birilerine hükmetmek için değil hatalarını görmek ve zaaflarını yenmek için kullanması gerektiği konusunda da uyardım…

Hem, değil mi ki “Sen bu işi yapamazsın!” demek aşağılamadır, ama “sen bu işi nasıl yapamazsın!” demek aşağılama değildir. Tam tersi…

Ama “tembel” insan bu uyarıyı, aşağılama olarak algılayabilir…

Uyarılarım da iki tür insanadır: Yapabilecekken yapmayana... Yapmayabilecekken yapana...

“Yapamazsın, o zaman yapma!” “Yapmamayı beceremezsin, o zaman, yapmadan durma!” desem; durum, depresyon geçiren insanın karakterini böyle kabul ettiğimde depresyon geçirdiğini bile fark edemeyiş durumuna benzer. İşte o zaman da bu durumundan çıkamayacağını söylüyorumdur, aşamayacağını söylüyorumdur ve budur aşağılama; beceriksiz olduğunu söylüyorumdur, eğri büğrüsün zaten, diyorumdur, düşe kalka yuvarlanmaktan başka ne gelir elinden diyorumdur… Budur aşağılama; aşacakken aşamayacağını söylemektir insana…
 
Esas sorun ise çok daha büyüğüdür: Siz, eğri büğrülüğü ile insanı sevenler, düşe kalka yuvarlanışını tercih edenler, zaafları olmayı insan olmakla eş tutanlar, hayatınızın iplerinin elinizde olmadığını sandığınız ya da başka herhangi bir gerçeğe dayanmayan nedenden böyle düşünüyor, kendinizi böyle görüyor olabilirsiniz; ama bir de insan aciz yaratıktır falan diyorsanız, insan zaten eğri büğrüdür diyorsanız, kusura bakmayın ama ırkıma laf ediyorsunuz! Kendi yaşantınızı istediğiniz kadar kötüleyebilirsiniz, ama Yaşamdan söz ediyorsanız dikkatli olmalısınız, çünkü ben de kendi yaşantımı o Yaşamın içinde yaşıyorum, o Yaşam benim de yaşamım.
 
Aslında, tabii: Bu Yaşam sizin de yaşamınız...
 
 
 
 
 
 
 
TANRIYA EMANET*
 
 
*Kendimi tanrı yerine koymamamla ilgili farklı bir örnek.

 

 

Sanırım yapacak tek bir şeyiniz kaldı kayda değer olarak.

Ölmek...

Gerçekleri yaşarken anlayamayacağınıza artık emin oldum; gönderdiğiniz o hakaretlerle dolu mektup son şansınızdı...

Öleceksiniz... Bunu bilmek için Tanrı olmak gerekmiyor...

Ama ben Tanrı’yım! Bunu anlamadınız değil mi?

İşte bunun için bir an önce ölmeniz iyi olacak. Bir an önce Tanrı’nın yanına gitmelisiniz. Çünkü dünyada, yaşarken kimse, hiçbir insanoğlu size laf anlatamaz. Tanrı’nın görevlendirdiği ben bile beceremedim bunu baksanıza... Bir an önce ölmelisiniz. Bir an önce gerçeklerle buluşmalısınız çünkü... Ölümden kötü yaşamlar var!

Tanrı’nın yanına gittiğinizde ne olacağını size söyleyeyim. Benim, içimdeki gururu, büyüklenmemi sizin elinizi kolunuzu hak ettiğiniz kadar hak ettiğimi anlayacaksınız. “Senden büyük Allah var.” diyorsunuz. Benden büyük bir Tanrı’nın olmadığını anlayacaksınız. Benden büyük bir babanın, benden büyük bir insanın, benden büyük kimsenin olmadığını anlayacaksınız. En büyüğün BEN olduğumu anlayacaksınız. Ve Tanrı’nın da benimle aynı fikirde olduğunu göreceksiniz...

Bunun nasıl olacağını da söyleyeyim hatta. Tanrı bir gün yanınıza gelecek, kolunu omzunuza dayayacak, siz yeryüzüne doğru bakmakta olacaksınız o sırada. Orada, yukarıda, yeni olduğunuzdan daha, her şeyi tam olarak kavramış olmadığınızdan size açıklamaya çalışacak Tanrı. Bak, diyecek, şurada yaşarken, iki bedenken, birbirine bu kadar yakın iki insanken tanımadığın, anlamaya çalışmadığın insan senin oğlundu. Senden olmuştu ama senin değildi. Sen öyle sandın. Malın, erin, işçin sandın. Halbuki bak... Şu insana bak, insan olmayı bile beceremediğini düşündüğün şu insana... Ona kim sahip olabilir? O en üst insanlık aşamasına ulaşmaya çalışıyor. Ona hangi canlı söz geçirebilir? Tanrı olduğunu bilen, BEN olduğunu bilen şu insana bak. Kim onun bana, senden daha yakın olmadığını söyleyebilir? Ama sen söylemeye cesaret ettin... Bu da sana verdiğim hayatı yaşama tarzın. Bu hayatında gerçekleri görmen için sana bir fırsat verdim, oğlunu verdim sana... O beğenmediğin, asi ilan ettiğin oğlunu... Onu kibirlilikle suçladın! Ne için? Sadece sana uymadığı için. Sen ona uymadığın için kibirli olduğunu bir an bile düşündün mü? Yoluna çıkardığım işareti anlamak için bir an düşündün mü? Oğlunu dinlemeyi reddettiğinde, beni dinlemeyi reddettiğini bir an düşündün mü? Oğlunun Tanrın olabileceğini bir an düşündün mü?

Bunları söyleyecek size ve siz şaşırarak dönüp bakacaksınız ona.

Benim Tanrı olduğumu söyleyene bakacaksınız.

Ve benim Tanrı olduğumu söyleyenin, BEN olduğumu göreceksiniz...

Çünkü insan öldüğünde en sevdiğiyle ya da/yani en nefret ettiğiyle buluşur, Tanrı diye.

Ama siz yine inanmayacaksınız.

Oğlunuza inanmayacaksınız.

Tanrınıza inanmayacaksınız.

Ölmeniz bile bir işe yaramayacak...

O zaman... Size daha çoook uzun ömürler diliyorum. Ve ben çekiliyorum.

Yapabileceklerim buraya kadardı…

Tanrı’ya emanetsiniz...
 
 
(Gönderilmedi)
 
 
 
 
 
 
 
BİRKAÇ UKALALIK, AŞAĞILAMA, KENDİNİ AŞAĞILAMA VE TESPİT ÖRNEĞİ

 

*

“Ben Allah’ım demeyi insanlar büyüklük iddia etmek sanıyorlar. Ben Allah’ım demek büyük bir alçakgönüllülüktür. Bunun yerine, ben Hakkın kuluyum, kölesiyim diyen kişi, biri kendi varlığı öbürü Allah’ın varlığı olmak üzere, iki ayrı varlık tanımış olur. (Mevlana)

 

*

“Koşucuysanız sizin kadar ya da sizden daha iyi koşan biriyle konuşabilirsiniz. Yüz metreciyseniz, maratoncu, belki uzak akraba olduğunuz için ilginizi çekebilir… Tenisçilerle ortak yönünüzü isterseniz bulabilirsiniz, daha sert olsalar da futbolcularla, ama Amerikan futbolcularıyla konuşmak bile istemeyebilirsiniz, golfçuları küçümseyebilirsiniz ya da sakinliklerinden dolayı yüceltebilirsiniz onları vesaire vesaire… Ama neden uçmayı bilen birinin blogunda kendi yeryüzü deneyimlerinizi anlatıyorsunuz!” (İnternet blogumu dilediği gibi kullanabileceğini sanan, benim sıradışı düşüncelerimden etkilendiği için bana yazdığını belli etse de sıradan hayatını anlata anlata bitiremeyen birine...)

 

*

Bir reklam yazarı. Ödüller alacağım, satışları patlatacağım, şunu yapacağım, bunu yapacağım, yaratıcı yönetmen olacağım diyor (benim yaratıcı yönetmez olduğum yerde), ama hemen yapacak bunları, işi öğrenmeden, kendini geliştirmeden, doğuştan hakkı var buna, ya da bir uzaktan başarı kumandası var…

“Kaç tane ödülden sonrasını saymadım, bilmiyorum, sıkıcı” diyorum.

“Bunu söylemek biraz ukalaca olmadı mı?” diyor.

Başka bir reklamcı, yanımızda:

“Murat’la aylardır beraber çalışıyoruz. Bir gün bile bana ‘ödülüm var’ demedi, sence neden?”

 

*

Bir radyoya verdiğim röportajı bir arkadaşımla dinliyoruz, banttan yayınlanacak ilk kez; radyoda sesimi ilk kez duyacağım, ilk kitabım için yapılmış ilk röportajlarımdan biri. Arkadaşım hayran ve heyecanlı dinliyor, soruları ve benim cevaplarımı. Bittikten sonra, “Ne düşünüyorsun?” diye soruyor heyecanla. “Çok iyi cevap verememişim bazı sorulara, şimdi fark ettim hatta: bazı yerlerde saçmalamışım; pek de iyi değil” diyorum.

“Çok ukalasın” diyor...

 

*

“Bir misyonu üstlenen, bununla sadece bir armağana kavuşmuş, bir yükümlülük üstlenmiş sayılmaz. Aynı zamanda suç gibi bir şeyi de sırtlanmış olur. Arkadaşları arasından alınıp subaylığa yükseltilen bir er gibi tıpkı; er de söz konusu yükselişin bedelini arkadaşlarına karşı bir suçluluk duygusuyla, hatta bir vicdan rahatsızlığıyla ödediği ölçüde bu yükselişe layık olduğunu kanıtlar.” (Hesse)

 

*

Oxford kürek takımı koçundan yarış öncesi kürekçilerine: “Cambridge’lilerin kendilerini üçüncü gelmiş gibi hissetmelerini istiyorum.”

 

*

Graham Bell’den telefonun önemini kabul etmeyen yetkililere: “Bir gün gelecek, her şehirde mutlaka bir telefon olacak.”

 

*

“Dahinin zamanın yüz yıl ilerisinde olduğu söylenmemeliydi. Bu insanları dahiden uzaklaştırdı. Üstelik bu söz kısmen yanlış: İnsanların ortalamasının zamanın yüz yıl gerisinde olduğunu söylemek herhalde daha doğru ve eğitici.”

 

*

“Benim oyumla neden bir çobanın oyu bir!”

 

Bunu söyleyen “güzel” kadın, aslında şöyle söylese nasıl güzel olurdu:

“Benim oyumla neden (mesela) Çetin Altan’ın oyu bir!”

 

*

Irkçılığın harika bir aşağılanması:

“Kömür madenlerinde çalışan işçiler çalışmaları bittikten sonra yıkanıp temizlenirler ve zenci olmadıklarını görerek mutlu olurlar. Zenciler sabah uyanınca kömür madeni işçisi olmadıklarını anlayarak mutlu olurlar.” (Cavanna. Karşı Ansiklopedi)

 

*

“Aptallar akıllılardan bir şey öğrenemez. Ama akıllılar aptallardan çok şey öğrenebilir.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder