ÇİFTE GÜNAH
İnsanın
çektiği acıların bir nedeni var mıdır ve bu neden bilinebilir mi?
Asuman
Kafaoğlu Büke Cumhuriyet Kitap Eki’nin 644. sayısındaki yazısında Kitab-ı
Mukaddes’deki Eyüb’ün Kitabı’ndan söz ediyor. Olağanüstü inanca sahip olan
Eyüb, Şeytan’ın Tanrı ile Eyüb’ün inancı üzerine bahse girmesi sonucunda
yaşamındaki her şeyi yitirmeye başlar. Sağlığını da yitirdikten sonra Tanrı
tarafından reddedilmiş olduğunu düşünür; ölmek ama ölmeden önce de çektiği
acıların nedenini bilmek ister Tanrı’dan.
“Dostlarına
göre konu çok basittir, ilahi doğruları anlayamayan insan zihniyle düşündükleri
için, tüm bu acıların mutlaka Eyüb’ün yaptığı bir hata yüzünden ona ceza olarak
verildiğini sanırlar.” “Okur, şeytan ile Tanrı arasında geçen diyalogu bildiği
için Eyüb’ün acılarının insanoğlunun inanç sınavı olduğunu ve nedensiz
olmadığını bilir.” “Tanrı’nın savı, ilahi adalet adına insanın inancını
yitirmeyeceğidir.”
“Eyüb’ün
dostlarının savı ise tam dünyevi açıdan bakışı yansıtır: Başarı eşittir erdem.
Sorguladıkları Tanrı’nın adaletsizliği değildir, Eyüb’ün mutlaka bir hata
yapmış olduğunu savunurlar.” “Eyüb’ün çektiği acılar günah işlediğinin bir
göstergesidir, suçlu olduğu için Tanrı’dan af dilemesi gereklidir.” “Eyüb af
dilemeyi reddeder, çünkü bu ona göre kolay bir seçim olur. Kendi doğruluğundan
şüpheye düşmesini gerektirecek bir şey olmadığını bilir. Bu aşamada okur
Tanrı’nın Eyüb’ü seçmesinin ardındaki gerçek nedeni anlar: Önemli olan Tanrı’ya
inancın sarsılması değil, insanın kendi zekasına (ve dolayısıyla doğruluğuna)
olan sarsılmaz inançtır. Suçsuzluk ve ceza aynı anda var olduğundan kuşkusuz
bir çelişki yaratır -özellikle ilahi adalet söz konusu olduğunda– ama buna
rağmen bu çelişki insanın bilgisi ötesinde bir yerlere bağlıdır. Mantıksız
olanı, çelişkili olanı kabul etmek kalır insana.” İnsanın “Kendi zihninden
kuşku duyması, diğer varlıklardan –ilahi varlıklar dahil- kuşku duymasından
daha kötüdür. Sonuçta Tanrı, Eyüb’e neden acı çektiğini asla söylemez, insan
dünyadaki varlığının nedenini bilmediği gibi, çektiği acıların da nedenini
bilmeden yaşamayı öğrenmelidir. Ve çekeceği tüm acılara rağmen kendine inancını
yitirmemelidir.”
Büke,
Eyüb’ün günahı olabilecek şeye sadece değinir: “Eyüb’ün doğruluk iddiasında
aşırı gururlu davrandığı hissine kapılırız. Farkında olmadan da olsa bir günah
işlemiş olabilir, bu olasılığın hiçbir şekilde olamayacağını düşünmesi
yadırganacak kadar katıdır. Bu aşamada bunun bir günah olarak görülebileceği
fikri bile uyanır okuyucunun zihninde.”
“Bile”
si fazla değil mi?! Eyüb’ün günahı tam da bu kibirli hali değil mi? Büke’nin
metni bundan şüphelendirir bizi, ama fazlaca üzerine gitmez, çünkü Eyüb’ün
kibrine değil gururuna vurgu yapmaktadır: “Kendi zihninden kuşku duyması, diğer
varlıklardan –ilahi varlıklar dahil- kuşku duymasından daha kötüdür.”
Halbuki
Büke’nin deyişiyle “dünyevi bakış açısına sahip olan” arkadaşları ve özellikle
sonradan söz alan genç Elihu, Eyüb’ün kibrini ve isyanını tespit eder. Buna
rağmen Elihu, Tanrı tarafından “takdiri karartmakla” suçlanacaktır, arkadaşları
ise ahmaklıkla...
Peki
Eyüb ne kadar inançlı olursa olsun kendisine nasıl bu kadar güvenebiliyor?
Hikayede Şeytan, Eyüb’ün çevresindeki herkese kötü örnek olur, Tanrı’yı bile
Eyüb’e karşı bir oyun oynaması için kandırır da Eyüb’ü kandıramaz.
Dostu
Temanlı Elinaz, Eyüb’e şöyle der: “İşte, sen çoklarına ders verdin, ve gevşemiş
elleri kuvvetlendirdin(...) Fakat şimdi senin başına gelince gücüne gidiyor;
sana dokununca şaşkın oluyorsun.” Eyüb, Tanrı’nın sevgili kulu olduğunu mu
düşünmektedir? Sanki Tanrı’yla aralarında gizli bir anlaşma vardır ve başına
belalar geldiğinde haksız olduğunu düşünmez de aralarındaki anlaşmaya uymadığı
için Tanrı’ya kızar. Eyüb, Tanrı için övgü ve yücelik sözlerinin dışında şu
sözleri de kullanmaktadır: Ona göre Tanrı “Kamil ile kötüyü de bitirmektedir.
Birden bire bela ölüm saçınca, suçsuzların mihneti ile eğlenir.” Tanrı’ya şöyle
der: “Ne için benimle çekişiyorsun, bana bildir. Gaddarlık ediyorsun,...” Eyüb
feryatları sırasında doğruya da yaklaşır. Tanrı’ya haklı sorular da sorar:
“Günlerin insan günleri gibi, Yılların adam günleri gibi midir de, Benim
fesadımı arıyorsun, Ve suçumu araştırıyorsun?” Tanrı Şeytan’la suç ortağıymış
gibi davranmamış mıdır? Ama Eyüb sonra Tanrı’nın her işini kendine göre
yaptığını, insanın da bu konuları bilemeyeceğini söyleyerek tekrar Tanrı
savunusuna döner: “İşte O beni öldürecek ümidim yok. Hiç olmazsa Ona karşı
yollarımın doğruluğunu müdafaa edeyim. Benim kurtuluşum da şu olacak ki, Onun
karşısına bir dinsiz adam çıkmayacaktır.” Hem Tanrı’nın her şeyi bildiğini
söylemekte hem kendisini yine de haklı çıkartmaya çalışmaktadır.
Çelişki
Eyüb’ün değil de Tanrı’nındır aslında (Tevrat’ta sözü edilen Tanrı’nın): İnsan
kendi zihninden kuşku duymayacaktır, ama hangi insan? Neden dostları değil de
Eyüb? Hangi zihin, neden haklıdır? Eyüb’ün kitabında ilahi adaleti bir kıstas
olarak alan Eyüb’ün arkadaşları yanıltılır ama kendi zihnini kıstas alan Eyüb
haklı çıkartılır. Eyüb’ün haklı çıktığı nedir? Kendi haklılığı. Peki böylece
bildiği nedir? Hiçbir şey. Yaşamın anlamı, Tanrı’nın neden böyle davrandığı...
Bunlar bilinemez. Yine de adil olduğuna inanmak zorundayızdır Tanrı’nın. İnsan
zihninin böyle bir adaleti anlaması mümkün olmadığına göre... Zihnimize de
inanmak bizi bir yere götürmez. (İnatçılık ve kibir dışında.) Eyüb “Allahtan”
iyi bir insandır, ki ölmeyi ister. “Maazallah” kötü biri olsaydı o zaman
öldürmeyi de isteyebilirdi ve biz onu kendi zihninden şüpheye düşmediği için,
kendi zekasına olan sarsılmaz inancı nedeniyle suçlamayı bırakın baş köşeye mi
koyacaktık, onu yine böyle yüceltebilecek miydik? Ya Tanrı böyle bir durumda Eyüb’ü
takdir edebilecek miydi? Şeytan’a karşı Eyüb’le övünebilecek miydi yine?
Yaşamın
nedenini insan asla anlayamayacaksa zihni ne için yaratılmıştır? İnsan en
azından kendi zihninin neden yaratıldığını bulabilir herhalde, ona sonuna kadar
güvenmeden önce. İnsan zihninin nedenini bulamayacağı bir yaşamda var olması
mantıksız değil mi? İnsanın bu mantıksızlığı kabul etmesi asıl “kolay bir
seçim” değil mi? Bu mantık insanı nihilizme götürebilir, hem de kolay yoldan!
Eyüb ölmeyi, hatta doğmamış olmayı istiyor da af dilemeyi istemiyor, bunu
“kolay bir seçim” olarak niteliyor. Ölmeyi, doğmamış olmayı istemek yaşama,
Tanrı’ya saygısızlık olmuyor mu?
“İlahi”
lafı üzerinde de duralım biraz... Ve şu “İlahi doğruları anlayamayan insan
zihni” üzerinde... Kitabında Eyüb hiçbir zaman ilahi doğruları anlayamaz. Oysa
biz, Eyüb’e ve onun yaşamına Tanrı gözüyle bakabilen okur olarak ilahi
doğruları anlayabiliriz. Tabii anlayacağımız da ancak şudur: İlahi doğruları
hiçbir zaman anlayamayacağız! Çünkü kendi yaşamımıza asla Tanrı gözüyle
bakamayız. O yüzden yaşamın acılarının nedeni tek cümleye havale edilir: Tanrı
öyle istedi! Peki Eyüb’ün Kitabı aracılığıyla kısa bir süre de olsa yaşama
Tanrı gözüyle bakabilen insan daha uzun bir süre ya da daha başka denemelerle
de bu Tanrı gözünü kullanamaz mı? Zihnimize sorular sormadan güvenmek yerine
onu biraz olsun çalıştıramaz mıyız? Tanrı’nın bize bağışladığı zihnimizi...
İlahi
olan herhangi bir şey insanı, insan zihnini dışlayabilir mi? İnsanı dışlayan
bir gerçeklik nasıl ilahi olabilir?
Eyüb
aslında neyin mükafatını görür? Zihninin değil de inatçılığının ve kibrinin!
Arkadaşları ne için cezalandırılır? Eyüb’e değil de Tanrı’ya, onun ilahi
adaletine inandıkları, kibri, inatçılığı bir günah olarak gördükleri ve Eyüb’ü
uyarmaya çalıştıkları için! Eyüb’ün acılarının nedenini insanın hatalarına,
günahlarına bağlayan dostları mı ilahi doğrulara göre düşünüyorlardır yoksa tam
tersi, Tanrı’nın Şeytan’la insan üzerine bir pazarlığa oturabileceğini, insan
üzerine Şeytan’la bir oyun oynayabileceğini düşünebilen zihin mi? Böyle bir
durumu öneren Şeytan “görevi” gereği ilahi bir varlık olabilir ama bu teklifi
kabul eden, Şeytan’a suç ortaklığı yapan, dahası Şeytan’ın kendisine bir şey
önermesine izin veren Tanrı ilahi bir varlık olabilir mi? Burada sorgulanması
gereken Tanrı’nın adaletidir, dahası Eyüb’ün Kitabı’ndaki karakterlerden biri
olarak Tanrı’nın kendisi sorgulanmalıdır. Hikayede kendi zekasına ve
doğruluğuna inancı tam olan ve asla yıkılmayan, kendi zihninden kuşku duyması
ilahi varlıklardan kuşku duymasından bile daha kötü olan bir Eyüb
Tanrılaştırılır da Eyüb’e neden acı çektiğini söylemeyen, onu oyuna getiren,
ona çektiği acıların nedenini bilmeden yaşamayı emreden Tanrı adaletsiz bir
konuma sokularak insan gibi davranır, haksızlık yapar. Tam bir dünyevi bakış
açısı!
Eyüb’ün
Kitabı’nda Şeytan, insanı şüpheye düşürmekten öte Tanrı’yı bile şüpheye
düşürebilmektedir. İnsanın aklına şeytan düşmesi gibi Tanrı’nın aklına bile
şeytan düşebilmektedir! Kendinden, yarattığından şüpheye düşen Tanrı da bunun
cezasını insana çektirmektedir. Bence böyle bir Tanrı yine bir insandır. Ve o
da neden acı çektiğini bilir, bilebilir. (Örneğin Şeytan’ı dinlediği için.)
Eyüb’ün
kitabındaki Tanrı, bazılarının Tanrı tanımına tam uyar; yani yaptıklarına
gerçekten de akıl sır ermez! “İnsan dünyadaki varlığının nedenini bilmediği
gibi, çektiği acıların da nedeni bilmeden yaşamayı öğrenmelidir.” Ben Tanrı’nın
böyle bilinçsiz, kuklaya benzer bir yaratık var etmeye tenezzül bile
etmeyeceğini düşünüyorum. Tenezzül etmekten öte, Tanrı’nın böyle bir yaratık
yaratamayacağını, buna gücünün yetmeyeceğini düşünüyorum, çünkü bu Tanrı’nın
kendini aşağılaması demek olurdu. Ve işte bu düşünce bizi insanın en büyük
gücünü anlamaya götürür: Tanrı bile insanı aşağılayamaz! Bir insanın yaşamını
onun izni olmadan sona erdirebilirsiniz, bir insanı çok da uğraşmadan
öldürebilirsiniz, ama bir insanı onun izni olmadan aşağılayamazsınız. “Yüce
Tanrı, bazı şeylerin olmamasını ister, ama engelleyemez bunları, çünkü kendisi
kararlaştırmıştır.” (İtalo Calvino) Ya da örneğin eşkenar bir üçgen yaratmayı
seçmişse Tanrı, iç açılarını eşit yapmaktan başka seçeneği yoktur.
“Tanrı’ya
onun sonsuzluğuna ters hiçbir şey yakıştırma.” der Epikuros. Tabii Tanrı, siz
bunu fark edip engel olmadıkça yarattığı zihninizle yarattığınız paradokslara
düşmenizde bir sakınca görmeyecektir.
Tanrı,
kurduğu yaşamdaki dengeyi kendi bozarsa o zaman “Tanrı yoksa her şey mubahtır”
demeye bile gerek kalmaz, böyle haksızlıklar yapan, kendi koyduğu kuralları
kendi bozan bir Tanrı varken de her şey mubah olacaktır. Sartre’ın söylediği
“Tanrı insanı öldürüyor ve yadsıyorsa insanın da hemcinslerini öldürüp
yadsımasını hiçbir şey yasaklayamaz.” sözüne kimse itiraz edemeyecektir.
Kötülük yapmak için Tanrı’yı yadsımak gerekmeyecektir. Oysa buna inanmak
Eyüb’ünki gibi aşırı gururdan, kibirden başka bir şey değildir.
Eyüb’ün
kitabında zihnine güvenen ve bunun için övülen Eyüb yalnızca zenginliğine geri
döner, eski mutlu(!) yaşamına, ama zihinsel olarak hiçbir yere çıkamaz sonuçta,
Tanrı bile şeytanın elinde oyuncaktır sanki. Peki ya Şeytan? Başarıya
ulaşamamıştır belki ama Eyüb’e bir dolu acı çektirmiş, arkadaşlarının Tanrı’ya
inanmalarına rağmen Tanrı tarafından aşağılanmalarına yol açmış, üstelik
Tanrı’yı bile kendisiyle suç ortaklığına kandırabilmiştir. Şeytani zihin
kitaptaki güvenilir tek zihindir sanki.
Peki
ya ilahi adalet? Başka bir hikaye anlatayım: Kadın loğusayken kocası tarafından
terk edilmiş. İki kadın arkadaşım diyor ki “Bu adam bir gün yaptığının cezasını
çekecek.” Çünkü ilahi adalete inanıyorlar. Duygusal açıdan haklı olabilirler,
haklı olmalarını da isterim, o adamın cezasını bulmasını yani; ama mantığımla
baktığımda adamın kadına yaptığından dolayı cezaya çarptırılmasının kadına hiçbir
yararı yok. Suçluların ceza çekmesini sağlayabilen ama mağdurları
mağdurluklarından kurtaramayan bir adalet ilahi değil dünyevi olabilir ancak.
Ama ilahi adalet diye bir şey varsa, nasıl olabileceğini bakın size mantığımla
açıklamaya çalışayım: Kadının kocası tarafından loğusayken terk edilmesi belki
de kadının daha önceki bir günahının cezasıdır! Loğusayken terk edilmiş bir
kadını haksız bulmak kolay değil! Ama yaşamın kandırmacası burada olabilir ve
biz bunu duygularımızla çözemeyiz.
(Her
şeyin bu kadar düz bir mantıkla yürümesi gerekmiyor tabii, ama düşüncemi
anlatabilmek için): Belki de o loğusa kadın gençliğinde karısını loğusayken
terk eden bir adama lanet okumuştur, olayın iç yüzünü bilmeden, terk edilen
kadının ne hissettiğini düşünerek hatta belki hissederek, ama o adamın ne
hissettiğini, neden böyle bir şey yaptığını bilmeden, güya duygusallığından, o
adamın “ahını” almıştır, tıpkı o anda, arkadaşım olan o iki kadının da aynı
günahı işlemiş olabileceği gibi!
Kötü
insanlar neyse de, iyilerin başına neden kötülük geldiğini, iyi insanların
huzura neden ulaşamadıklarını çözemeyiz çoğu kez. İyinin iyi, kötünün kötü
olduğuna nasıl karar veriyoruz peki? İlahi adaletin olduğunu varsayarak
söylersek, başına kötülük gelen kişi belki de sandığımız kadar iyi biri
değildir. (Başına kötülük gelmeyen bir kötü de sandığımız kadar kötü biri
olmayabilir.)
Dahası
ve önemlisi, kötüler çoğunlukla kötü olduklarının bilincindedirler. Oysa
kendini iyi insan sanan birisi, kötülük yaptığının bilincine varmaz. Bir kötü,
kötülük yapar sadece; kendini iyi sanan bir kötü, hem kötülük yapar hem de
bilinçsizce ikiyüzlü davranır. Kendi kötülüğünün farkında olmamak çifte
günahtır. (Yani bir “iyi”, “kötü”den daha fazla cezalandırılabilir.) Üstelik
bir kötünün kötü olduğu bilinir çoğunlukla ya da çabuk anlaşılır, oysa kendini
“iyi” sanan bir insanın başkalarını kandırması çok daha kolaydır.
İnsan,
iyi bir insan olduğunu düşündüğü için başına bir bela gelmemesini bekleyemez,
çünkü başlatmadığınız hiçbir şey başınıza gelmez, gelmişse başlamasına katkınız
olmuştur. Yine de başımıza gelenleri aşabiliriz. Russel’ın örneğini ödünç
alırsam, savaşı kazanmak kesin olmadığı için dövüşmeyi reddeden bir asker gibi
olmak anlamsızdır. Çünkü bela insanın başına, boşuna gelmediği gibi yanlış
insanın başına da gelmez; o belayla baş edebileceklerin ve baş edemeyeceklerin
değil, baş edip edemeyeceği belli olmayanların başına gelir.
İnanç
sınavı, olgunluk sınavı yaşamın kendisidir. Denge üzerine kurulmuş yaşamın
kendisi. Hepimiz yaşama elli almış bir öğrenci gibi başlarız. Hiçbir şey
yapmamıza gerek yoktur. Sınıfı geçmemiz kesindir, öleceğimizin kesin olması
gibi. Ama hata yapmamalıyız, ki notumuz düşmesin. Tabii istersek notumuzu
yükseltmeye çalışabiliriz.
Suçsuzluk
ve ceza aynı anda var olamaz. “Doğa kusur konusunda hiçbir şey bilmez. Kusur, doğanın
insan tarafından kavranışıdır.” der Heinz Pagels. Yaşamda çelişki yoktur,
çelişkiyi yaratan insan zihnidir. Ve zihin böyle gelişir, kuşkulanarak,
çelişkilere düşüp çıkarak. Kuşku duyulmayacak tek şey yaşamın kendisidir. Ve
bir de ilahi adalet.
SİZ DE Mİ ZEKİSİNİZ!
Yapılan
bir araştırmaya göre her 100 kişiden 1 kişi zeki, 32 kişi normal zekaya sahip
ve geri kalan 67 kişinin zekası normalin altında...
O
zeki 1 kişi olmasa normal zekaya sahip olanların bir kısmı zeki sayılacak ve
normalin altında zekaya sahip olanların bir kısmı da normal zekaya sahip
sayılacak. (Belki hepsi: O bir kişiyi yok etsen 32 kişi zeki konumuna geçer 67
kişi de normal zekalı. Tabii toplum ortalaması düşük bir zeka seviyesinden
bahsediyoruz.) Zeki insanlara olumsuz bakış buradan çıkıyor olabilir mi,
diğerlerinin değerlerini düşürüyorlar? Sonuçta başaran seni daha az başarılı ya
da başarısız yapıyor. Çocukluğumuzda karşılaştığımız bir örneği düşünelim: 40
alıyorsunuz sınavdan. Ama hoca şöyle bir uygulama getiriyor: En yüksek nota
göre değerlendirilecek tüm sınıf! En çalışkan/akıllı öğrenci ancak 80
alabildiği için onun notu 100 sayılacağından sizinki de 50 sayılıyor ve geçer
not almış oluyorsunuz. Bir sonraki sınavda çalışkan/akıllı öğrenci daha çok
çalışıyor ve 100 alıyor. Siz aynı notta sayıyorsunuz: 40... Neden geçer not
alamadınız? Çalışmadığınız için değil, asla öyle değil, “o inek” daha fazla
çalıştığı için, sadece inek değil “kalleş” bir inek olduğu için!
İlk
sınavda daha fazla mutlu öğrenci olacağı açık. Ama ikinci sınava göre
standartların daha düşük olduğu unutulmamalı.
Zekayla
ilgili konuya dönüp şöyle çıkarımlar yapalım mı: Zeki olan 1 kişi zeki olduğunu
biliyordur mutlaka. 32 kişiden dörtte biri, yani 8 kişi; 67 kişiden en az
yarısı, yani 34 kişi zeki olduğunu düşünüyor olmalı, toplam 42 kişi. Neden?
Normal zekaya sahip olanlar hayatları boyunca gerçekten zeki birisine
rastlayamayacakları (ve böylece kendilerinin aslında zeki değil de sadece
normal zekalı olduklarını anlayamayacakları) için ve normalin altında zekaya sahip
olanlar da o zeki kişiye rastlasalar da anlayamayacakları için.
42
artı 1... % 43: Yani insanların neredeyse yarısı zeki olduğunu düşünüyor ve
bunların arasında sadece yüzde biri gerçekten zeki...
Geri
kalanlardan yarısının da kendilerine zeki diyenlerin arasından en az birinin
gerçekten zeki olduğuna inandığını düşünelim... Geri kalanlar 57 kişi. Yarısı
29 kişi. 42 kişi kendinin zeki olduğuna inanıyordu, 29 kişi de bu 42 kişiden
birinin zeki olduğuna inanıyor. 42+29=71. Bu toplamdan kendinin zeki olduğuna
inanan ve tek haklı olan adamı çıkaralım. 71-1=70. Yani her 100 kişiden 70'i
yanlış adama inanıyor...
Ama
esas sorun şu herhalde: Bu yazıyı okuyan her 100 kişiden 70'i, yanlış kişiye
inanan o 70 kişiden biri değil de geri kalan 30 kişiden biri olduğunu
düşünüyor. Hatta azımsanamayacak kadar büyük bir azınlık da o 30 kişiden 1’i
olduğunu düşünüyor.
Ne
inanılmaz tesadüf.
OLDUĞUNDAN DAHA İYİ GÖRÜN, SONRA
GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL
“Ben
kendi payıma hep insanın neyse o olduğunu ve olduğundan başka türlü gözükmemesi
gerektiğini söylemişimdir. Oysa Oliver bana bu konuda hep karşı çıkmış ve
insanın kim olduğunu iddia ediyorsa o kişi olduğunu söylemiştir.” (Julian
Barnes - Seni sevmiyorum)
Orijinali
olan “Olduğun gibi görün göründüğün gibi ol.” yerine “olduğundan daha iyi
görün, sonra göründüğün gibi ol.” diye yazmıştım. Bunu da “gelişme” diye
adlandırmıştım. Tabii olduğundan daha iyi görünmek kendine güveni
getirebileceği gibi, ukalalığı da getirebilir, temelsiz bir ukalalığı, nedensiz
bir kendini beğenmişliği. O zaman da sadece olduğundan daha iyi görünmeye devam
eder insan, göründüğü gibi olmadan. Rol yapar, oynar, miş gibi yapar.
Kendisiyle önceden gururlanıp gururlandığı şeyleri gerçekleştirmeyi
başaramazsa, onların altında kalırsa, kibre dönüşebilir gururu…
Sartre
söyle diyor: “İnsanın kendisiyle kibirlenmesi için zeki, güzel ya da güçlü
olduğunu sanması gerekmez. İnsan hem aptal olduğuna inanıp hem de kendisiyle
kibirlenebilir. Kibir kendi kendini besleyen bir eğilimdir. Fakat kayda değer
bir zihinsel inançla desteklenmeyen kibir, alınganlık, çekingenlik, kötülük
verir.”
Bu
durumda insanın ne yapacağını da Nietzsche söylüyor: “Ben yaptım bunu der
belleğim. Bunu ben yapmış olamam der gururum ve ayak direr. Sonunda bellek
kaybeder.” Schopenheur buradaki gurura kibir denmesi gerektiğini söyleyerek
düzeltiyor, haklı olarak…
ALÇAK GÖNÜL
“İnsanoğlunun
değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; payı gerçek kişiliğini gösterir,
paydası da kendisini ne zannettiğini, payda büyüdükçe kesrin değeri
küçülür." (Tolstoy)
Alçakgönüllülük
felsefesi için iyi bir tanım.
Ama
alçakgönüllülük felsefesi insanın gerçek değerine aldırmaz...
Örnekleyelim:
10
gerçek kişilik değerinde bir insan, kendini 5 değerde zannediyorsa: Değeri 2
5
gerçek kişilik değerinde bir insan, kendini 1 değerde zannediyorsa: Değeri 5
Sonuç:
10
gerçek değerdeki biri, 5 gerçek değerdeki birinden daha değersiz çıkıyor!
Sadece
değersiz de değil, kendini 5 değerde zannettiğinden 1 değerde zannedenin
yanında ukala da sayılıyor!
Yani
bu 10 numara insan, Tolstoy’un denklemine göre hem değersiz hem de ukala!
O
eski ama eskimemiş “kendini bil” anlayışını içselleştirmiş, yani 10 gerçek
kişilik değerinde ve kendini de 10 değerde zanneden (bilen) insanın (yıldızlı
10 numara insan), bu yukarıdaki ikiliden daha değersiz ve daha ukala çıkmasına
hiç değinmiyorum...
Çünkü
esas konumuz: Kesrin değerini büyütmek için “bile bile” alçakgönüllü davranmak!
Yani
ikiyüzlülük.
200’lülük
Bunu
çok iyi ifade eden söyleyişler var, alçakgönüllülük felsefesini anlatır gibi
gözükürken ikiyüzlülüğü anlatan:
“Alçakgönüllülük
yüceltir insanı.” Ya da “Tevazuyu
bırakma asalet katar.”
Canlı örnek:
-Tevazuyu bırakma asalet katar.
-Şöyle
düşün: Asalet katmak için tevazu...
-Hayır, o kadar hince
bir politika değil, asla öyle şeylerle işim olmaz.
-Temel
felsefe şu: “Ben tanrıyım” bile diyebilirim kimseyi ilgilendirmez... Deli,
ukala, deli-ukala dersin geçersin... Ama “Ben tanrıyım, sen de benim kulumsun”
dersem orada başlar tehlike... Etrafındakilere dikkat et: Hemen hepsi kul
ister... Peki nerde tanrılıkları... Güya şurada: E kulları var ya...
-Tanrı öldü demiş ya
Niçe... Tanrı da demiş ki... Niçe öldü...
-Duvar yazısı ya da tişört mesajı olarak
esprili, güzel... Ama felsefece anlamı yok: Yüzyıllarca “Tanrı vardır” ve
“Tanrı yoktur” diyenlerin arasında, “Tanrı öldü” demek, bambaşka bir şey
demektir. Tanrının Niçe’yi öldürmesi iş değil, bu çok klasik. Oysa Niçe’nin
tanrıyı öldürmesi devrimci bir düşünce... Peki neden böyle dedi Niçe? Tanrıyı
öldürebiliriz çünkü onu biz var ettik demek istemiş olamaz mı... Tanrıyı
fazlasıyla baş tacı eden bir dönem için yerinde bir devrimci görüş...*
-Ama Niçe kendini
koyuyor tanrı yerine o da öldü ama...
-Niçe ölmedi, sadece aramızda değil, aynen tanrı gibi. Zaten kendini
örnek olsun diye koyuyor. Aslında insanı onun yerine koymak istiyor belki. Daha
doğrusu hepsini değil üst insanı.
-Sevmem Niçe’nin insanı
tanrısallaştırma çabasını... Kutsal varlık haline getirmesini… Ben eksik fazla
eğri büğrülüğü ile seviyorum insanı... Düşe kalka yuvarlanışını...**
-Bunlar sakıncalı düşünceler. Dostça
söylememe izin ver. Niçe’nin yaptığını düşündüğün şeyin tersi sakıncalar
barındırıyor. Hatalarını yenmeye çalışacak kadar tanrısal özelliklere sahip
insanoğlu. Çocuğunun canına kasteden birini affetmedikçe insanı hatalarıyla
seviyorum dememelisin...
-İnada bindi şimdi beni
iknaya ve yenmeye uğraşacak...
-Acaba kim buna uğraşıyor!
- Tamam sen 1’sin,
ben sıfır.
-Alçakgönüllü davranıyorsun…
* “Bir
gün bana şöyle dedi şeytan: ‘Tanrının dahi kendi cehennemi vardır: bu, insana
sevgisidir.’ Ve şöyle dediğini işittim geçenlerde: ‘Tanrı öldü: insana
acımasından öldü Tanrı.’” (Niçe)
** İnsanı
böyle seviyor; neden? Kendinden…
Temel felsefe şu: “Ben tanrıyım” bile
diyebilirim kimseyi ilgilendirmez... Ama “Ben tanrıyım, sen de benim kulumsun”
dersem orada başlar tehlike...
Neden
“Ben tanrıyım” derim...
Çünkü kendimi bir futbolcunun, politikacının, zengin birinin ya da bir pop starın, hatta bir rock starın, hatta hatta büyük bir yazarın bile yerine koymaktansa Tanrı yerine koymayı yeğlerim. Buna, bir dedektifin peşinde olduğu şahsı yakalamak için kendini onun yerine koymaya çalışmasından farklı bakmıyorum.
Amacım da kendimi yüceltmek değil, hepimizin kendi mütevazi tahtlarımızda kendi çapımızda tanrılar olduğumuzu düşünmemizi sağlamaktır (tahtını doğru seçmek şartıyla!). İnsanı hep yücelttim, onun aklına, gücüne, anlayışına, mükemmel özellikler taşıdığına hep inandım. Ama bu yeteneklerini birilerine hükmetmek için değil hatalarını görmek ve zaaflarını yenmek için kullanması gerektiği konusunda da uyardım…
Çünkü kendimi bir futbolcunun, politikacının, zengin birinin ya da bir pop starın, hatta bir rock starın, hatta hatta büyük bir yazarın bile yerine koymaktansa Tanrı yerine koymayı yeğlerim. Buna, bir dedektifin peşinde olduğu şahsı yakalamak için kendini onun yerine koymaya çalışmasından farklı bakmıyorum.
Amacım da kendimi yüceltmek değil, hepimizin kendi mütevazi tahtlarımızda kendi çapımızda tanrılar olduğumuzu düşünmemizi sağlamaktır (tahtını doğru seçmek şartıyla!). İnsanı hep yücelttim, onun aklına, gücüne, anlayışına, mükemmel özellikler taşıdığına hep inandım. Ama bu yeteneklerini birilerine hükmetmek için değil hatalarını görmek ve zaaflarını yenmek için kullanması gerektiği konusunda da uyardım…
Hem, değil mi ki “Sen bu işi yapamazsın!” demek
aşağılamadır, ama “sen bu işi nasıl yapamazsın!” demek aşağılama değildir. Tam
tersi…
Ama “tembel” insan bu uyarıyı, aşağılama olarak algılayabilir…
Uyarılarım da iki tür insanadır: Yapabilecekken yapmayana... Yapmayabilecekken yapana...
Ama “tembel” insan bu uyarıyı, aşağılama olarak algılayabilir…
Uyarılarım da iki tür insanadır: Yapabilecekken yapmayana... Yapmayabilecekken yapana...
“Yapamazsın,
o zaman yapma!” “Yapmamayı beceremezsin, o zaman, yapmadan durma!” desem; durum,
depresyon geçiren insanın karakterini böyle kabul ettiğimde depresyon
geçirdiğini bile fark edemeyiş durumuna benzer. İşte o zaman da bu durumundan
çıkamayacağını söylüyorumdur, aşamayacağını söylüyorumdur ve budur aşağılama; beceriksiz
olduğunu söylüyorumdur, eğri büğrüsün zaten, diyorumdur, düşe kalka
yuvarlanmaktan başka ne gelir elinden diyorumdur… Budur aşağılama; aşacakken
aşamayacağını söylemektir insana…
Esas sorun ise çok daha büyüğüdür: Siz,
eğri büğrülüğü ile insanı sevenler, düşe kalka yuvarlanışını tercih edenler,
zaafları olmayı insan olmakla eş tutanlar, hayatınızın iplerinin elinizde
olmadığını sandığınız ya da başka herhangi bir gerçeğe dayanmayan nedenden
böyle düşünüyor, kendinizi böyle görüyor olabilirsiniz; ama bir de insan aciz
yaratıktır falan diyorsanız, insan zaten eğri büğrüdür diyorsanız, kusura bakmayın
ama ırkıma laf ediyorsunuz! Kendi yaşantınızı istediğiniz kadar
kötüleyebilirsiniz, ama Yaşamdan söz ediyorsanız dikkatli olmalısınız, çünkü
ben de kendi yaşantımı o Yaşamın içinde yaşıyorum, o Yaşam benim de yaşamım.
Aslında, tabii: Bu Yaşam sizin de
yaşamınız...
TANRIYA EMANET*
*Kendimi tanrı yerine koymamamla ilgili farklı
bir örnek.
Sanırım
yapacak tek bir şeyiniz kaldı kayda değer olarak.
Ölmek...
Gerçekleri
yaşarken anlayamayacağınıza artık emin oldum; gönderdiğiniz o hakaretlerle dolu
mektup son şansınızdı...
Öleceksiniz...
Bunu bilmek için Tanrı olmak gerekmiyor...
Ama
ben Tanrı’yım! Bunu anlamadınız değil mi?
İşte
bunun için bir an önce ölmeniz iyi olacak. Bir an önce Tanrı’nın yanına
gitmelisiniz. Çünkü dünyada, yaşarken kimse, hiçbir insanoğlu size laf
anlatamaz. Tanrı’nın görevlendirdiği ben bile beceremedim bunu baksanıza... Bir
an önce ölmelisiniz. Bir an önce gerçeklerle buluşmalısınız çünkü... Ölümden
kötü yaşamlar var!
Tanrı’nın
yanına gittiğinizde ne olacağını size söyleyeyim. Benim, içimdeki gururu,
büyüklenmemi sizin elinizi kolunuzu hak ettiğiniz kadar hak ettiğimi
anlayacaksınız. “Senden büyük Allah var.” diyorsunuz. Benden büyük bir
Tanrı’nın olmadığını anlayacaksınız. Benden büyük bir babanın, benden büyük bir
insanın, benden büyük kimsenin olmadığını anlayacaksınız. En büyüğün BEN
olduğumu anlayacaksınız. Ve Tanrı’nın da benimle aynı fikirde olduğunu
göreceksiniz...
Bunun
nasıl olacağını da söyleyeyim hatta. Tanrı bir gün yanınıza gelecek, kolunu
omzunuza dayayacak, siz yeryüzüne doğru bakmakta olacaksınız o sırada. Orada,
yukarıda, yeni olduğunuzdan daha, her şeyi tam olarak kavramış olmadığınızdan
size açıklamaya çalışacak Tanrı. Bak, diyecek, şurada yaşarken, iki bedenken,
birbirine bu kadar yakın iki insanken tanımadığın, anlamaya çalışmadığın insan
senin oğlundu. Senden olmuştu ama senin değildi. Sen öyle sandın. Malın, erin,
işçin sandın. Halbuki bak... Şu insana bak, insan olmayı bile beceremediğini
düşündüğün şu insana... Ona kim sahip olabilir? O en üst insanlık aşamasına
ulaşmaya çalışıyor. Ona hangi canlı söz geçirebilir? Tanrı olduğunu bilen, BEN
olduğunu bilen şu insana bak. Kim onun bana, senden daha yakın olmadığını
söyleyebilir? Ama sen söylemeye cesaret ettin... Bu da sana verdiğim hayatı
yaşama tarzın. Bu hayatında gerçekleri görmen için sana bir fırsat verdim, oğlunu
verdim sana... O beğenmediğin, asi ilan ettiğin oğlunu... Onu kibirlilikle
suçladın! Ne için? Sadece sana uymadığı için. Sen ona uymadığın için kibirli
olduğunu bir an bile düşündün mü? Yoluna çıkardığım işareti anlamak için bir an
düşündün mü? Oğlunu dinlemeyi reddettiğinde, beni dinlemeyi reddettiğini bir an
düşündün mü? Oğlunun Tanrın olabileceğini bir an düşündün mü?
Bunları
söyleyecek size ve siz şaşırarak dönüp bakacaksınız ona.
Benim
Tanrı olduğumu söyleyene bakacaksınız.
Ve
benim Tanrı olduğumu söyleyenin, BEN olduğumu göreceksiniz...
Çünkü
insan öldüğünde en sevdiğiyle ya da/yani en nefret ettiğiyle buluşur, Tanrı
diye.
Ama
siz yine inanmayacaksınız.
Oğlunuza
inanmayacaksınız.
Tanrınıza
inanmayacaksınız.
Ölmeniz
bile bir işe yaramayacak...
O zaman...
Size daha çoook uzun ömürler diliyorum. Ve ben çekiliyorum.
Yapabileceklerim
buraya kadardı…
Tanrı’ya
emanetsiniz...
(Gönderilmedi)
BİRKAÇ UKALALIK, AŞAĞILAMA, KENDİNİ
AŞAĞILAMA VE TESPİT ÖRNEĞİ
*
“Ben Allah’ım demeyi insanlar büyüklük
iddia etmek sanıyorlar. Ben Allah’ım demek büyük bir alçakgönüllülüktür. Bunun
yerine, ben Hakkın kuluyum, kölesiyim diyen kişi, biri kendi varlığı öbürü
Allah’ın varlığı olmak üzere, iki ayrı varlık tanımış olur. (Mevlana)
*
“Koşucuysanız sizin kadar ya da sizden
daha iyi koşan biriyle konuşabilirsiniz. Yüz metreciyseniz, maratoncu, belki
uzak akraba olduğunuz için ilginizi çekebilir… Tenisçilerle ortak yönünüzü
isterseniz bulabilirsiniz, daha sert olsalar da futbolcularla, ama Amerikan
futbolcularıyla konuşmak bile istemeyebilirsiniz, golfçuları
küçümseyebilirsiniz ya da sakinliklerinden dolayı yüceltebilirsiniz onları
vesaire vesaire… Ama neden uçmayı bilen birinin blogunda kendi yeryüzü deneyimlerinizi
anlatıyorsunuz!” (İnternet blogumu dilediği gibi kullanabileceğini sanan, benim
sıradışı düşüncelerimden etkilendiği için bana yazdığını belli etse de sıradan
hayatını anlata anlata bitiremeyen birine...)
*
Bir reklam yazarı. Ödüller alacağım,
satışları patlatacağım, şunu yapacağım, bunu yapacağım, yaratıcı yönetmen
olacağım diyor (benim yaratıcı yönetmez olduğum yerde), ama hemen yapacak
bunları, işi öğrenmeden, kendini geliştirmeden, doğuştan hakkı var buna, ya da
bir uzaktan başarı kumandası var…
“Kaç tane ödülden sonrasını saymadım, bilmiyorum,
sıkıcı” diyorum.
“Bunu söylemek biraz ukalaca olmadı mı?”
diyor.
Başka bir reklamcı, yanımızda:
“Murat’la
aylardır beraber çalışıyoruz. Bir gün bile bana ‘ödülüm var’ demedi, sence
neden?”
*
Bir radyoya verdiğim röportajı bir arkadaşımla
dinliyoruz, banttan yayınlanacak ilk kez; radyoda sesimi ilk kez duyacağım, ilk
kitabım için yapılmış ilk röportajlarımdan biri. Arkadaşım hayran ve heyecanlı
dinliyor, soruları ve benim cevaplarımı. Bittikten sonra, “Ne düşünüyorsun?”
diye soruyor heyecanla. “Çok iyi cevap verememişim bazı sorulara, şimdi fark
ettim hatta: bazı yerlerde saçmalamışım; pek de iyi değil” diyorum.
“Çok ukalasın” diyor...
*
“Bir misyonu üstlenen, bununla sadece
bir armağana kavuşmuş, bir yükümlülük üstlenmiş sayılmaz. Aynı zamanda suç gibi
bir şeyi de sırtlanmış olur. Arkadaşları arasından alınıp subaylığa yükseltilen
bir er gibi tıpkı; er de söz konusu yükselişin bedelini arkadaşlarına karşı bir
suçluluk duygusuyla, hatta bir vicdan rahatsızlığıyla ödediği ölçüde bu
yükselişe layık olduğunu kanıtlar.” (Hesse)
*
Oxford kürek takımı koçundan yarış
öncesi kürekçilerine: “Cambridge’lilerin kendilerini üçüncü gelmiş gibi
hissetmelerini istiyorum.”
*
Graham Bell’den telefonun önemini kabul
etmeyen yetkililere: “Bir gün gelecek, her şehirde mutlaka bir telefon olacak.”
*
“Dahinin zamanın yüz yıl ilerisinde
olduğu söylenmemeliydi. Bu insanları dahiden uzaklaştırdı. Üstelik bu söz
kısmen yanlış: İnsanların ortalamasının zamanın yüz yıl gerisinde olduğunu
söylemek herhalde daha doğru ve eğitici.”
*
“Benim oyumla neden bir çobanın oyu
bir!”
Bunu söyleyen “güzel” kadın, aslında şöyle
söylese nasıl güzel olurdu:
“Benim oyumla neden (mesela) Çetin
Altan’ın oyu bir!”
*
Irkçılığın harika bir aşağılanması:
“Kömür madenlerinde çalışan işçiler
çalışmaları bittikten sonra yıkanıp temizlenirler ve zenci olmadıklarını
görerek mutlu olurlar. Zenciler sabah uyanınca kömür madeni işçisi
olmadıklarını anlayarak mutlu olurlar.” (Cavanna. Karşı Ansiklopedi)
*
“Aptallar akıllılardan bir şey
öğrenemez. Ama akıllılar aptallardan çok şey öğrenebilir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder