“Yazdıklarımı değerli değil de gerekli
şeylermiş gibi yazdım. Yazma yeteneğimden kuşku duyduğumda bir başka yazarı
okur ve endişe etmek için hiçbir neden olmadığına emin olurum.” (Bukowski)
*Ağaca
Tüneyen Baron / İtalo Calvino
HZ.
MUAMMAMETİN
“Bir şiirin yorumu başka bir şiirdir.”
Pers
Kralı, kendine esir düşen Mısır Firavununu aşağılamak için bir plan yapar.
Zafer alayını izleyecektir Firavun.
Firavun
önce kızını hizmetçi olarak, elinde testiyle kuyuya doğru giderken görür.
Bu
manzara karşısında tüm Mısırlılar dövünüp ağlarken Firavun kılını bile
kıpırdatmadan taş gibi öylece durur.
Derken
cellatlar tarafından idam sehpasına götürülen oğlunu görür ve yine tepki
göstermez.
Oysa
tüm bunlardan sonra esirler arasında itilip kakılan yaşlı hizmetkarını görünce
Firavun kendini tutamaz ve birdenbire ağlamaya başlar…
Neden?
Bilinmiyormuş!
Walter
Benjamin’in Heredotos’tan alıntıladığı bu hikayede Firavunun davranışının
nedeni esas metinde yokmuş ve bu “ucu açık” metin bugüne kadar yorumlanagelmiş.
Montaigne
hikayenin yazılışından 2000 yıl sonra, durumu şöyle açıklamış:
“O kadar kederliymiş ki kederindeki ufacık bir artış, duygularını zapt edememesine yetmiştir.”
“O kadar kederliymiş ki kederindeki ufacık bir artış, duygularını zapt edememesine yetmiştir.”
Ondan
400 yıl sonra Walter Benjamin, birkaç farklı açıklama getirmiş:
“Kendi soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır.”
“Kendi soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır.”
“Gerçek
hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için
hizmetkarı yalnızca bir oyuncudur.”
“Kaderin
büyüklüğü tıkar insanı ve ancak bir gevşemeyle birlikte dışa vurulabilir.
Hizmetkarın görülmesi, bu gevşeme anıdır.”
60
yıl sonra bugünlerde (2007) şu yorumların eklenebileceğini söylüyor Hasan Ali
Toptaş, Harfler ve Notalar adlı denemeler kitabında, kendi deyişiyle “olaya
değişik açılardan bakarak”:
“Firavunu
en çok kendi yaşına yakın olan insanın düştüğü durum etkilemiştir.”
“Gözlerinin
önünde cereyan eden bu dehşet verici görüntüler yüzünden firavun aklını yitirme
noktansa gelmiştir de, son bir gayretle aslında gördüklerinin hepsine birden
ağlamıştır”
“İtilip
kakılan yaşlı hizmetkarının görüntüsünde kendi geleceğinin siluetini görmüştür
de o sırada hizmetkarı için değil de düpedüz kendisi için ağlamıştır.”
“Böylece”
diyor Toptaş, “Heredotos’un yazmadığı bir cümle karşılığında 2460 yıl sonra
birçok cümle yazılmış olur.”
İşte
edebiyatta ucu açık metin takıntısı…
Muammametin
hazretleri…
“Ucu
açık metin yazmak bir tarzdır” dense sorun değil, ama ucu açık olmayan metin
yazılamazmış, ucu açık olmayan metin edebiyat olmazmış noktasına getiriliyor,
edebiyattaki diğer birçok takıntı gibi.
Yukarıdaki
hikayede, doğru yorumun hangisi olduğu bence bellidir.
O
kadar belli ki söylemeye gerek bile duymuyorum. (Böylece ben de metnimin ucunu
açık bırakıyorum!)
Heredotos,
hikayesinin ucunu açık bırakmasa da açıklama yapsaydı, metnin önünü kapamış
olmazdı bence, çünkü her şekilde etkileyici bir hikaye ve etkileyici bir son.
Bugüne kadar taşınmasının nedeni taşınsın diye bir şeyinin gizlenmiş olması mı,
yoksa sağlam hikayesi mi…
Montaigne’in
yorumu da (Hasan Ali Toptaş’ın ikinci yorumu da) düşünülebilir belki, ama, ana
metne birkaç ayrıntı eklemek şartıyla ve ikinci ve üçüncü sıralar boş
bırakılarak, dördüncü açıklama olarak falan…
Firavunun
ağlamaya başlaması için başka birini değil de hizmetkarını görmesi, bizi
hikayenin “gizine” taşıyacak ipucudur çünkü. Yoksa şöyle de olabilirdi: Firavun
oğlunu 20 kırbaç yerken seyredebilir ve hiçbir keder belirtisi göstermezdi
yine. Kırbaçlanma bittiğinde seyircilerden belki bir çocuğun yerden bir taş
alarak oğlunun sırtına fırlatması, Montaigne’in sözünü ettiği o “kederdeki ufacık
artış” durumunu gerçekleştirebilir ve o zaman ağlayabilirdi Firavun, çünkü
kendisini 20 kırbaca hazırlamıştı, o taş –ve onu bir çocuğun atması- bardağı
taşırmıştı.
Benjamin’in
diğer iki yorumu ve Hasan Ali Toptaş’ın yaşlılıkla ilgili, aklını yitirmekle ilgili,
egoizmle ilgili yorumları “aşırı yorum”dur bence.
Katil
bellidir, ipucu ortadadır. Yazar, katili açıkça söylememiştir sadece, olayı
gereksiz yere faili meçhul durumuna getirmeye gerek yoktur.
Böyle
yaparak, edebiyatçının (edebiyatın değil) başka bir takıntısını daha
sergiledikleri söylenebilir: “Edebiyat cevaplar vermez, hep sorular sorar”
takıntısı…
O
da başka bir yazının konusu…
Bu
yazı, B. S. Johnson’dan şu alıntıyla bitebilir: “Ben fikirlerimin yoruma en az
fırsat kalacak biçimde dile getirilmesini isterim. Gerçekte daha da ileri
giderek diyebilirim ki, bir okur kendi imgelemini benim sözcüklerime ne kadar
dayatabiliyorsa, o yazı o derece başarısız olmuştur. Kendi imgeleminden
çıkardığı şeyi değil, benim görümü görmesini isterim onun. Başkalarının
fikirlerini kabul etmedikçe ilerleme nasıl düşünülebilir. Kendi imgelemini
dayatmak istiyorsa o zaman otursun kendi kitabını yazsın. Okur karşıtı bir şey
olduğu düşünülebilir bunun; fakat biraz daha düşünülürse gerçekte benim
yaptığım şey okuru kendi varlığını elle tutulur biçimde kanıtlamaya
çağırmaktır, ben yazarak kendi varlığımı nasıl kanıtlıyorsam.”
HZ.
MUAMMAMETİN ÜZERİNE KONUŞMALAR
Mrs D
Aslında
bu yazıdaki firavunun ağlamasına ilişkin en doğru yorum bence Walter
Benjamin'in ilk yorumu. Firavun kendi soyundan olanlara ağlamaz.
Bu
biraz da iktidar olmak ve otoriteyle ilgili. Hizmetkar başka bir sınıftandır.
Daha aşağı bir sınıftandır. Hükümdara ağlanmaz. Otoriteye ağlanmaz ve gülünmez.
İktidar kitleyi affeder, aşağılar, ona acır. Ama oğlu ve kızı iktidarının bir
parçasıdır. Bu yüzden hizmetkara ağlar. Ve hükümdar ve soyu oyunun
sahneleyicisidir. Halk sahnede oyuncu. Sergilenen oyuna ağlar Firavun.
Demek
Benjamin'in ilk yorumunu doğru buldunuz, ilginç!
Ama
son cümlenizden sanki ikinci yorumunu da doğru bulmuşsunuz gibi geldi, öyle mi?
Yani, hizmetkarın firavunun gözünde sadece bir oyuncu olması yorumu?
“Kendi
soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır.”
“Gerçek
hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için
hizmetkarı yalnızca bir oyuncudur.”
Walter
Benjamin’e tamamen katılıyorum diyemeyeceğim. Hizmetkar firavunun soyundan
değil, ama aslında kendi yazgısında ağladığı şey iktidarını kaybetmek.
İktidarın kaybı hizmetkarla tamamlanıyor. İkinci yorum ise birinciyi
tamamlıyor. Oyunu sahneleyen Firavun hizmetkar sadece oyuncu.
İktidarın
kaybı hizmetkarla tamamlanıyor...
Bu
da ilginç bir yorum... Aklıma baba ve firavun gibi iki farklı yönetici tarzının
iktidar farklarını getirdi: Bir baba soyundan olanlarla ilgilenir, firavun ise
soyu dışında da bir dolu "bakmakla yükümlü olduğu" diyelim,
insanla...
Sizin
deyişinizle, iktidarını bir babadan fazla kaybetmesine ne neden olur? Soyunun
dışına, tebasına da yayılması, iktidar kaybının...
Yani
düşününce nerelere gidiliyor…
Benim
bu yorumumun da ilk metinle çok ilgisi yok bence, ancak kendi yazacağım bir
metinde buralara gidebilirim, tabii, mutlaka, başka ayrıntılar ekleyerek ilk
metne...
İkinci
yorumun birinciyi tamamlaması düşüncenizle gittim buralara tabii, “yaratıcı”
bir yorum bu sizinki... Tabii yine ilk metinden artık bağımsız...
“Oyunu
sahneleyen Firavun, hizmetkar sadece oyuncu.” deyişinizden hareketle: Oyunu
sahneleyen filozof değil ama…
Pers
kralının aşağılama planı dahilinde: Mısır halkını firavunun kızını hizmetkar
olarak görmesi ağlatırken, Firavun da kendi hizmetkarının esirler arasında
itilip kakılmasına ağlıyor. Tapılan birini başkasına hizmet eder durumda görmek
ve sana hizmet eden birininde başkası tarafından itilip kakılmasını görmek.
Herkes kendi varoluşuyla ilgili bir kayıp duygusu yaşıyor bence.
Firavunun
varoluşunu kızından çok hizmetkarına bağlamak, doğru mu sizce...
Ah
bakın ne geldi aklıma: Firavun hizmetkarına âşıktır...
Metinden
çıkardığım buydu benim. Kendi fikrim karıştı mı içine dersiniz?
Firavun hizmetkarına aşıksa Mısır halkı da firavunun kızına mı aşık bu durumda? Arada karşılıklı bir ilişki var ama bunun aşk olduğunu nasıl anladınız?
Firavun hizmetkarına aşıksa Mısır halkı da firavunun kızına mı aşık bu durumda? Arada karşılıklı bir ilişki var ama bunun aşk olduğunu nasıl anladınız?
Bence
Pers Kralı da Mısır halkına aşık...
Mısır
halkı da firavuna aşık demek... Pers kralı firavunu aşağılayarak Mısır halkının
aşkını öldürmeye çalışıyor...
Siz
belki fark etmediniz ama, aşırı yorumun (yarı) ironik bir yazışmayla harika bir
eleştirisi oldu, elinize, dilinize, beyninize sağlık.
HZ. ASİ
“Ben
buradayım sevgili okur, peki sen neredesin acaba?”
Çok
tekrarlanan bu Oğuz Atay cümlesinin tam tersi bir his:
“Ben
buradayım sevgili yazar, peki sen neredesin acaba?”
Ucu
açık tarzda bazı metinlerin bana hissettirdiği bu.
Tanrı
yazar anlayışına karşı geliştirilmiş bir diğer aşırı uç anlayış: Hayalet yazar!
Anlattıkları
kadar anlatmadıklarıyla da var olan metinlere sözüm olamaz, ama giderek…
Giderek, Hasan Ali Toptaş’ın yine aynı kitabındaki, arka kapağa da alınmış şu
anlayışı hakim kılınıyor: “Doğrusu, hiçbir şey anlatmamış olmayı çok isterdim.
Her şeyi ancak o zaman anlatmış olurdum çünkü.”
İlk
cümle bir tercihi belirtir, yanlış ya da doğru diyemeyiz, iyi ya da kötü yapıp
yapmadığına bakılabilir. Ama ikinci cümleyle edebiyatçı, bir felsefi görüşe
gitmek istemiş sanıyorum, belki de farkında olmadan: Hayat anlamsızdır… Ya da
bu tarz edebiyatın diliyle söylersek: Hayat hiçbir şey anlatmaz…
Bu
felsefi görüşün, eserde nasıl işlendiğinden bağımsız olarak, yanlış olduğunu
söyleyebilirim. Hayatın anlamının olmadığı söylenemez, insanın onu bulamadığı
söylenebilir… Hayatın anlattığını insanın okuyamadığı söylenebilir…
Hiçbir
şey anlatmayan bir edebiyat olabilir, anlam aramayan bir edebiyat da olabilir,
ya da harika nihilistik bir eser verilebilir (verilmiştir, benim bile helal
olsun dediğim), ama tüm bir edebiyat tek bir yöne doğru götürülmek isteniyorsa,
bir metnin sadece kendilerinin uygun gördüğü ve beğendikleri şekilde
yazılabileceğini düşünen insanlar çoğalıyorsa, bu “tek tip” edebiyat,
anlayışına –takıntısına- dikkat etmek gerekir.
Necati
Tosuner de bu kanıda: “Yazarlardan türlerle ilgili bir tanımlama istendiğinde
çoğunlukla kendi ürünlerine, anlayışlarına yaslanan bir tanımlama koyuyorlar
ortaya.” diyor.
Yıldız
Ecevit’in yıllar önce bir eleştirisi vardı, edebiyatta eserini realist olduğu
için göklere çıkarmanın anlamı yoktur diyordu, realizm bir tarzdır, o tarzın
nasıl kullanıldığı incelenmelidir, ve bunun karşıtı, romantik bir eserle
karşılaşıldığında da, realist yapıda olmadığı için o esere değersiz
denmemelidir…
Bir
sav da şu:
“Bittikten
sonra metinden konuşmak, iyi yazılmadığını, yetersizliğini gösterir.”
E
göstersin!
Güzellik
yarışması değil ki bu, diskalifiye olmazsınız, düzeltir tekrar yayımlarsınız;
bu müthiş bir fırsat…
Beckett
gibi yazarlar “metnime ekleyecek bir şeyim yok, onu özetlemem gerekse, satır
satır aynı metni tekrar yazmam gerekirdi” diyebilir (aynı cümleler Tolstoy’a da
mal edilmiştir, bunun da ucu açık kalmış!). Beckett’e karşın, her yeni
basımında metnini değiştiren usta yazarlar olduğu hatırlatılabilir… Ferit Edgü
gibi yazarların, “Yayımladığım metni, kitabımı okumam.” görüşleri de mükemmel
bir şey yayımladıklarını düşünmelerini değil, eksik bulma çekincelerini
anlatmıyor mu…
Benzer
bir takıntı daha:
“Kahramanlarınızın
önüne geçmemeli yazar kişiliğiniz.”
Yani
ölseniz de kimsenin haberi olmamalı!.. Sefaletten ölseniz de...
Edebiyatı
düşünmenizi anlıyorum, ama bu insanı (yazarı) yok sayarak olmamalı.
Bu,
yazarın kendini fazla ön olanda tutmasına karşı geliştirilmiş bir diğer aşırı
görüş. Yazarı daha yaşarken öldüren görüş, sanki yazar yaşamıyormuş da
kahramanları varmış sadece...
Hatta
bazı aşırı uçlarda “kahramanlarım yazdırdı bana romanı” durumlarına kadar gidiliyor.
En güzel örneğini Erdal Öz veriyor.
“‘Bir
uçurtma gibi’ adlı öykünüzde o uçurtma yapan çocuğu neden öldürdünüz?” sorusuna
şu cevabı veriyor:
“Doğrusu
bu soruyu neden bana yönelttiğinizi anlayamadım. Öldüren benmişim gibi
konuşuyorsunuz. Öyküde de okuduğunuz gibi, o çocuk kayalıklardan atıyor
kendini. Öyküyü dile getiren çocuk, yani öyküyü bize aktaran kişi, biliyor onun
neden kendini öldürdüğünü ama ben bilmiyorum. O da açıklamak istemiyor. Ölüm
nedenini bilmiyorum. İnanın bilmiyorum. O çocuğu ben öldürmedim. O kadar
sevgiyle yazdığım o çocuğu nasıl öldürebilirim.”
Tam
edebiyatçı değil mi!
Ne
demek istediğini anlıyoruz da abartmasa... Soruya cevap verirken bile öyküsüne
devam ediyor, ve bu yüzden de kayalıklardan atlayan çocuktan çok onu yazan kendisi
ön plana çıkıyor!
2000’li
yılların başlarında da, öyküyle ilgili şöyle bir görüş abartılarak, tek doğru
diye konulmaya çalışılmıştı: Anlatılabilinen, özetlenebilen öykü iyi eser
değildir, o öykü bile değildir, öykü bir başkasına anlatılamamalıdır!
Anlatılabilen,
özetlenebilen, ve artık okumanız gerekmeyeceği, fıkra gibi öykülerin değersiz
olduğu düşüncesine karşı geliştirilmiş, yine onun kadar aşırı ve yanlış bir
görüştü. Oysa, öykü anlatıldı ve özetlendi diye değerini yitirmeyebilir,
“anlattım ama bir de okumanız lazım” denilebilir…
Öykü,
anlatılamayan değil, anlatıldığında tükenmeyen olmalıdır.
Zaten
türlerle ilgili takıntı, özellikle romanda o kadar farklı türler denense de hâlâ
aşılamadı…
Yazar
bir arkadaşım bazı metinlerim için şöyle demişti:
“Bunlar
iyi metinler ama öykü değiller…”
Doğrusu
ise, şu olmalıydı:
“Bunlar
öykü değiller, ama iyi metinler…”
Yani
ortada gerçek bir “ama” yok…
Hasan
Ali Toptaş’ın kitaptaki başka denemelerinde iki örnek var, ikisi de aynı
denemede yan yana konulmuş, ama bence onlardan çıkabilecek şeyler pek yan yana
konulmamış…
“Çehov’un
tüfeği” adıyla anılan bir sav vardır: Bir eserin bir yerinde örneğin duvara
asılı bir tüfek bulunuyorsa, eserin içinde bir yerlerde o tüfek mutlaka
patlamalıdır. Yani bir ayrıntı verirseniz, bunun bir işlevi olmalıdır. Böyle
dendi, böyle kabul edildi yıllarca, ama daha sonraları, şimdi, bu görüşün
aşılmış olduğu söyleniyor, hayatta da gereksiz ayrıntılar çoktur, ve bir eser
de bunları konu edebilir… Bence de çok doğru.
İkinci
örnek ise: Buzdağının dokuzda birinin su yüzünde olması gibi, eserin de ancak
dokuzda biri görülür olmalıdır, “derinnn” eser ancak böyle olur…
Bakalım
salt böyle eser verilebileceği görüşü ne zaman aşılacak…
PAŞA
PAŞA
Melih
Cevdet Anday, Baudelaire’in Fransızcasından çeviri şu lafını konu ediyor:
“Satırların
yerini değiştiren hareketten nefret ediyorum”
Çok
sevdim ama tam olarak anlayamadım, diyor.
Ne
güzel.
TV
seyrederken bazen hayal ediyorum kendimi, o bilmiş bilmiş konuşan tiplerin
arasında, bir açık oturumda, birilerine, paşa paşa şunu söylerken:
“Efendim,
ben zekamı şuradan bilirim; bu konuda yeterince fikrim yok, diyebilirim. Hem de
bir dolu konuda bunu söyleyebilirim.”
O
nedenle sevdim Melih Cevdet Anday’ın “Çok sevdim ama tam olarak anlayamadım”
demesini. Ve gerçekten anlayamamış, diye düşünüyorum Anday.
“Ne
lüzum var anlamaya.” dedikten sonra, şöyle devam ediyor: “Şairin düpedüz “hareket”e
karşı olduğunu sanıyorum bu dizede. Bir de benzetme yaptım, “ağaçlar
yerlerinden oynamadıkları için hayvanlardan daha soyludurlar” dedim. Sabahattin
Kudret Aksal ise bu dizede şairin “mükemmelliği” anlatmak istediğini söyledi,
bir çizgisi bile değiştirilemeyecek olan mükemmelliği.”
İki
ünlü-büyük yazarla ilgili okumuştum, biri diğerini fazlaca okuyamamış, fazla
gelmiş diğer yazar, kendi kafasındakilerin üzerine... Anday için de aynı şey
geçerli olmuş olabilir. O zamanki düşüncelerine uygun bir düşünceye “sapmış”
Anday, ağaçlar, hayvanlar ve soyluluk benzetmesi çok güzel ama konunun dışında
kendi kafasındaki güzellik!
Harekete
karşı değil, satırların yerini değiştiren harekete karşı...
DOĞRU
SÖZE NE DENİR
“La
terre est une orange blue”
“Dünya mavi bir portakaldır.”
Melih
Cevdet Anday:
“Mavi bir portakal olduğunu Eluard’dan
duyduğum günden beri dünyamızı daha güzel buluyorum, daha seviyorum. Ama Aragon
bakın ne yazdı da bu sevinci yarıda bıraktı. “Bu bir doğru sözdür” dedi. Çünkü
portakal da yuvarlakmış, dünyamız da; sonra portakal hamken mavi olurmuş…
Anlaşılmaz bir yanı yok diyordu Aragon bu dize için. Oysa bu dizenin doğru olup
olmadığını araştırmak aklımın ucundan geçmemişti benim. Portakalın hamken mavi
olduğunu bilmeden, düşünmeden de sevmiştim onu.”
Anday,
sonra bir yanlışlık yaptığından söz ediyor: Eluard’ın dizesi de çevirisi de
farklıymış. Doğrusu:
“Yeryüzü
mavidir portakal gibi.”
Ben
de bu çeviriyi biliyordum, ve bu bana daha şiirsel gelmişti -portakalın hamken
mavi olduğunu bilmeden.
Dünya
mavi bir portakaldır, demek, şeklen portakala benzeyen, ama mavi renkte olan
bir şeyi tasvir ediyordu ve bu da çok özel durmuyordu.
Halbuki
“Yeryüzü mavidir portakal gibi.” dendiğinde kafam alkol almışım sevişmişim
çıplak yatıyormuşum ve bu ne yahu diye düşünüyormuşumdaki gibi oluyordu ve
Eluard’ın -yani şair olarak kabul edilen birisinin- söylediği bir cümle olarak
da kabul ettiğimden daha özel geliyordu bana.
Portakalın
hamken mavi olduğunu da Anday’ı okurken öğrendiğimde, güzelliğin biraz yana
çekilmiş, başka bir özelliği davet etmiş olduğunu düşünüyordum: Anlam...
Olmamıştır
daha dünya, diyordur şair.
Güzel
diyordu; doğruyu da kapsayan gerçek güzelden söz ediyorum.
Yani
aslında Aragon’a katılıyordum, bu bir doğru sözdür diyen. Bazı şeylerin
açıklanmasını sevmeyen şairlerin ve yazarların “kadınsılıklarını” düşünerek ve
bunun da onların özelliği olduğunu unutmadan.
Deniz
kabuğunu kulağımıza dayadığımızda duyduğumuz dalga seslerinin bedenimizdeki kan
dolaşımının sesi olduğunu öğrendiğimde, dalgaları duyma mucizesinden birkaç kat
daha müthiş bir mucizeyle karşılaştığımı düşündüğümü de asla unutamam.
(Bedenimizin de doğa olduğunu ne çok unuturuz!)
Mantık,
duyguların yokluğu değildir. Ne yazık ki bu ikisinin -mantığın ve duyguların-
bir arada bulunmasına mucize olarak bakmaya “geriliyoruz” çoğu kez. Dünya mavi
gerçekten de portakal gibi.
“X
filozofu okudum ama tam anlayamadım.”
“Y
filozofu okumak için zorladım kendimi.”
Bunlar
normal, okumuş, biraz ya da epeyce zeki ve entelektüel insan lafları…
Böyle
diyenlere, özellikle belli bir yetersizlik hissi ve aşağılık kompleksiyle
bunları söyleyenlere; felsefe eğitimi görmüş, hatta profesör olmuş ya da sıkı
bir okur olan yazarların söyleyişlerini yetiştiririm hemen:
“X
filozofu anlayabildiğim kadarıyla…..”
“Y
filozofun çetrefil metnine benim yorumum…..”
“Z
filozofun orda kastettiği, bence…..”
Bunun
en son örneğini 23 Aralık 2007 tarihli Milliyet gazetesi Pazar ekinde
yakaladım. Hepsinden daha ilginçti…
Efsanevi
felsefeci olarak bilindiği söylenen Prof. Dr. İoanna Kuçuradi:
“Gündelik
hayatta felsefenin boş laf kalabalığı olarak nitelenmesinin (“felsefe yapma”)
nedeni biraz da anlaşılmaz bir dille konuşan yazan felsefeciler. Bir şeyi
anlaşılmaz bir dille söylediklerinde felsefe yaptıklarını sanıyorlar. Oysa çok
daha yalın bir dille de söyleyebilirsiniz.”
Ama
bu cümlelerden birkaç santim aşağıda:
“Mesela
Etik kitabımın çok zor olduğunu söylüyorlar ama ben aynı konuyu ders verirken
çok yalın bir dille anlatabiliyorum. Başka filozofları anlatırken de bunu
yapıyorum. Örneğin, Kant’ın Kesin Buyruğunu anlattığımda, bu muydu hocam?
diyorlar…”
Kütüphanemde
gereksiz yer tuttukları (ya da benim onları aşmış olduğumu düşündüğüm) için
“bağışladığım” bazı kitaplar için beni bağışlayın, kimsenin akıl sağlığına
kastetmek istememiştim…
Felsefecilere
yazan felsefeciler, edebiyatçılara yazan edebiyatçılar…
Bir
edebiyat takıntısını daha belirtebiliriz burada: “Gazeteci, siyaset bilimci,
tıp profesörü kendiliğinden, roman okuru olabileceğini, edebiyatın iç
gelişmelerinden büsbütün habersiz kalmış olmakla birlikte eline alacağı her
kitabı bir çırpıda okuyabileceğini sanıyor.” diyor Enis Batur.
Oysa Atilla İlhan da şöyle diyor:
“Edebiyat gün geçtikçe meraklısı için bir uzmanlık dalı olmaya doğru
götürülüyor. Oysa o birey olabilmenin ‘olmazsa olmaz’ koşuludur.”
Edebiyat
da teslim olmuş gibi sanki. Evet, isteyen istediği kadar “zor” yazabilsin, ama
tüm edebiyat da meraklısı için bir uzmanlık alanı olmasın. Ya da tam tersi
durumda, bir metnin ucu açık diye dileyen dilediği yere götürmesin.
Tanrı
yazarı koltuğundan alaşağı eden edebiyat alemi, okuru peygamber atadığının
farkında değil; ona, okuduğu yazarın kitabını dilediği yere çekebileceğini düşündürecek
kadar ukala olma hakkı verdiğinin!
TERMO
METRES
“-Bazen
cidden beni sevdiğini düşünüyorum.
-Ben
giderek severim, zamanla ya da uzaklaşarak…”
-Ne güzel bir diyalog yukarıdaki,
ama soruyu soranın kafasını daha da karıştırır. Evet veya hayır diye sade bir
cevap verseymiş ya. Evet, cidden seviyorum; hayır, yanlış anlamışsın, gibi ama
o zaman böyle esrarlı bir cevap olmazmış tabii. Neyse, görünce yazıyı güzel
buldum, söyleyeyim dedim.
-Sağ
ol. Güzel buldum ama olmamış diyene de ilk defa rastladım:)
-Yani demeye
çalışmıştım ki, cevabı veren öyle bir şey söylemiş ki zamanla seni daha çok
seveceğim mi demek istiyor, zamanla senden uzaklaşsam da sevmeye devam edeceğim
mi demek istiyor, anlamaya olanak yok. İlk yorumu yapan, bekleyip görecek.
-Cevap
veren biri yok orada... Bir de böyle bak bakalım.
-Halbuki yalın bir
cevap verseydi de, içi rahatlasaydı ne güzel olurdu.
-Güzel
olmazdı öyle... Çünkü hiç olmazdı. Var olmazdı.
-Şöyle düşündüm, ben
birine "beni cidden sevdiğini düşünüyorum" deseydim ve diğer cümleyi
cevap olarak alsaydım, ben artarak severim mi demek istedi, ben gitsem de
severim mi demek istedi, ikisini de mi demek istedi, mahvolurdum.
-“Bazen”i
atlamasak aslında. Sonra da: Artarak severim diye bir anlam yok ama orada. Gitsem
de severim diye bir anlam da ancak belki var...
-Var: Yağmur giderek
çoğalacak cümlesi gibi, ben giderek severim, sevgim birden büyümez, giderek
büyür.
-Giderek
büyür, giderek çoğalacak ve giderek severim’lerde çoğalma anlamı sadece ilk
ikisinde var... O da, “giderek”ten değil zaten, “büyür” ve “çoğalacak” fiilleri
olduğundan.
-Ben öyle de anlamışım
en azından, biz öğrencilerle çalışırken veya velilerle, şöyle bakarız
"anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne
anladığıyla sınırlıdır."
-Yanlış
anlamışsın ama öyle bir anlam yok ki.
-Neyse, ben kendimce
farklı anlamışım demek ki.
-Giderek
severim ile giderek daha fazla severim aynı şey değil.
-Severim fiil, büyür
fiil, severim yerine büyürü koy. Sel giderek büyür. Ben bu cümle gibi
anlamıştım.... Demek ki anlamamışım veya farklı anlamışım.
-Büyür
fiili olmadan sevmek nasıl büyüyor. “Giderek” tek başına büyüme anlamını verir
mi…
-Neyse, bu konu GİDEREK
çığırından çıkıyor.
-Yani
henüz çıkmadı.
-Ben bu durumu MSN'den
GİDEREK çözeyim bari.
-Bence
yayımlanacak kadar güzel bir tartışma oldu. İzin verir misin.
-2’de toplantım vardı
geç bile kaldım, bye. Olur.
-Şu
çığırından giderek çıkan, ve giderek daha fazla çıkan "anlam, benim ne
anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır"
anlayışının da iyi bir eleştirisi olacak.
Şimdi:
“Yanlış”
ve “farklı”, farklı sözcükler.
“Yanlış
anlamışım” yerine “farklı anlamışım” dediğinizde, farklı olmuyor sadece, yanlış
oluyor.
Farklı
anlayış ve yanlış anlayış arasındaki sınır kalkmamalı, bu ikisi aynı yerde
yaşamamalı…
Artık
anlatılmak isteneni, onu anlama konumunda olan insan alıyor ve giderek “senin
verdiğin anlam değil benim anladığım anlam daha doğrudur” noktasına taşıyor.
Anlaması beklenen, mesajın gönderildiği kişi, anlamı sahipleniyor, yanlış
sahipleniyor, üstelik yanlış sahiplenmiş olamayacağı konusunda sizinle, mesajın
sahibiyle tartışmaya giriyor, aynen yukarıda olduğu gibi.
Bu
inanç, çağımızın en büyük özelliği (sorunu):
Her
şey, ama her şey görelidir!
O
da öyle düşünüyordur!
Hava
ona göre soğuksa soğuktur, değilse değildir, termometre de nedir!
Edebiyatın
termometresi olmaz, ama olmaz olur mu…
Başka
bir “yorum”...
-Sevdiği zaman giden
bir grup vardır bazen yanlıştır sevmek onu o zaman giderler değil mi. Sevdiği
zaman tam olarak ben gitmeyip kalanlardanım modası geçmiş olsa da sen neden
gidiyorsun peki sevdiğin zaman?
-Sevdiğim
zaman gitmiyorum, sevebilmek için gidiyorum.
-"Ben giderek
severim" diyorsun ya ondan öyle düşündüm.
-Evet
“giderek severim” diyorum, “severek giderim” demiyorum ki…
-Tamam şimdi daha
anlaşılır oldu.
-Ama
zaten öyleydi.
-Tamam belki de
öyleydi, ben farklı algıladım.
-Birisi
daha, farklı algıladığını söyledi. Ama farklı değil de yanlış algıladığını zor
anlatabildim ona... Tabii şikayetçi değilim, böylece güzel bir
farklılık-yanlışlık farkı metni çıktı ortaya.
-Benle uğraşman
gerekmedi.
KAVRAMLARI
KORUMA DERNEĞİ
-Ben,
yaşamın fazla da değişken olmadığını, ama yaşantıların değişken olduğunu,
olabileceğini olması gerektiğini
düşünüyorum. Aynı mantıkla, örneğin, yaşanan aşkların farklılık gösterse de
Aşkın değişmediğini düşünüyorum. O değişmez Aşka en çok benzeyen, benzemeye
çalışan da işte aşkı gerçekten yaşamış olandır, diyorum. Yani aşkınızı farklı
yaşadığınızı düşündüğünüzde belki Aşkın içinde yeni bir alan keşfetmiş
olduğunuzu söylüyorum, yoksa yeni bir Aşk keşfetmiş olduğunuzu değil.
İnsanlardan farklı yaşadığınızı ama Yaşamdan farklı olmadığınızı...
Her
şey birbirine benzer; çünkü hepsi Yaşama benzer, bunu en iyi anlatan söz.
Yani
Tanrıya isterseniz Allah demeniz, isterseniz Yehova demeniz isterseniz de başka
ad vermeniz, yakın olduğunuz bu ya da şu din aracılığıyla inanmanız, ya da
onunla doğrudan iletişim kurmanız gibi. Tek bir merkeze değişik açılardan
yaklaşmak gibi: Merkez değişmez. Tanrının merkez olması gibi Aşk da Yaşam da
bir merkezdir (belki aynı merkezdir, ya da mantıkları aynı farklı merkezler).
Madalyonun
iki yüzü gibi, yazı, turadan ne kadar faklıdır, ve ne kadar onunla aynıdır,
aynı merkezdendir çünkü. Taban tabana zıt dediğimizde aynı büyük Tabandan söz
ederiz aslında.
Aşk
da öyle. Aşk aşktır, tüm yaşanan aşklar bunun içinde yaşanır ve bunu geliştirmez,
büyütmez, değiştirmez, sonrasına ya da ötesine geçmez, onun tanımlanmamış bir
bölgesini tanımlar sadece.
Dünyada
bir yere ilk siz gittiğinizde, yani gerçek anlamda keşfettiğinizde dünyayı
büyütmüş olmazsınız, dünyanızı büyütmüş olursunuz...
-Okuduğum bir yazıdan
alıntı yapmak istiyorum... Zizek der ki: "Gerçekliğe" ilişkin yapılan
tanımlama, tanımlayanın ona müdahale edebilme olasılığını da belirler.
-Kuantumun
alanına giriyoruz gibi.
Yazılarımın
devamında oraya da geliyorum, ama Zizek'in cümlesi için şunu söyleyeyim:
Müdahale, gerçekliğe değil, onun tanımına yapılıyor. Yani "gerçeklik
görelidir" diye tanımladığınızda, bu tanımınız size sonraki cümlede
canınızın istediği gerçekliği kurabilme olanağını sağlar tabii. Peki gerçekliğe
müdahale etmiş olur musunuz? Bence hayır.
Tek
şekilde gerçekliğe müdahale edebileceğimize inanırım, gerçekliğin ilerleyeceği
yönde bir müdahale. Bilgelik de zaten bunu bulmuş olmakla sağlanıyor, ve yapmış
olmakla. Ki hem gerçekliği değiştirmiş oluyorsunuz hem hiçbir şey yapmamış...
-"Peki gerçekliğe
müdahale etmiş olur musunuz? Bence hayır" cümlene takıldım. Tanımladığından
"başka" bir gerçeklik nasıl var olacak? Varsa o da, örneğin benim
tanımladığımdır.
-"Müdahale,
gerçekliğe değil, onun tanımına yapılıyor." cümlemle birlikte oku. Örneğin,
düz bir dünya tanımlayıp harika bir eser yaratabilsen de dünyayı
düzeltemeyeceğin gibi...
Bak
ilginç bir örnek vereyim, daha "göreli" bir konuda: Coetzee’deydi
sanırım, bir romanından:
Maymunla
deney yapılıyor ve muz önce kolay bir yere konuluyor ve maymun gidip onu
alıyor. Sonra muzlar yüksek bir yere asılıyor ve altlarına da üst üste
konulduğunda muza ulaşılacak kasalar konuyor.
Coetzee'nin
roman kişisi maymunun bu yeni durum karşısındaki gecikmesinin şöyle düşünmesine
bağlanabileceğini söylüyor: Bu adamlar neden işi zorlaştırıyorlar!
Aklıma
gelmesini engelleyemiyorum: Şimdi burada maymun kim? (Güzel başlık olurmuş.)
Zizek'in
cümlesine uyarlamaya çalışayım: Maymunun "gerçekliğine" ilişkin
yapılmaya çalışılan tanımlama, tanımlayanın ona müdahale edebilme olasılığını
da belirler.
“1900”DEKİ
SİGARA SAHNESİ
Yaşlı
yazar, ölmüş bir yazar üzerine yazdığı kitaba çalışmak üzere arkadaşlarının
sakin bir yerdeki evine çekilir. Gece uyurken tıkırtılar duyar, hırsızdan
şüphelenir, korkar, bir süre sonra da hırsızı odasında bulur. Yaşlı yazarın
kalın camlı gözlüğünü pencereden fırlatan, suratına bir kadın çorabı geçirmiş
hırsız, yazara zarar vermeyeceği, hırsızlığının kendince haklı sebepleri gibi
konularda yazarla sohbet ederek evi soymaya devam eder. Gerçekten de iyi
davranmaktadır, yazarın cüzdanındaki paraların birazını geri bırakır, yazarı
bağladıktan sonra sabaha polisi arayacağını söyler, gözlüğünü attığı yerden
bulup masaya bırakır, ısıtıcıyı açmayı sorar. Bağırsam da kimse duymaz, ağzımı
bağlama diyen yazara üzgün olduğunu söyleyip yapması gerekeni yaparken
burnundan nefes alıp alamadığını kontrol eder…
Ona
kızmakla kızmamak arasında gidip gelirken yazar, kararını vermesine neden
olacak bir şey yapar hırsız: Yazarın varlığını sanki unutmuşçasına şömineyi
yakar, yazarın üzerinde çalıştığı kitabın yüklüce notlarını, yazarın bazen
yazmaktan daha fazla zaman aldığını söylediği araştırma notları ve kitaplarını,
ne varsa, teker teker…
Onu
ne olursa olsun bulmaya çalışacağına yemin eder yazar, içinden.
Öğlen
gerçekten de kurtarılır. Olayı anlatır, sonra da düşünmeye başlar.
Neden?
Neden!
Neden…
Edebiyatta
ucu açık metin takıntısıyla ilgili yazdıklarıma çok iyi bir örnek, John
Fowles’un Abanoz Kule adlı kitabındaki Zavallı Koko adlı bu anlatısı.
Açık
ucu yanlış tamamlayan örneklerin boşluğunu, ucu tamamlayıp metnin işinin
bitmesi, metnin tüketilmiş sayılması çekincesinin gereksizliği, muammanın
üzerinde düşünmeyi metne dahil etmenin nasıl zekice zevkli bir eser
oluşturacağını, metnin anlamını ve değerini 10’a katladığını vs vs…
Üstelik
bir romanına iki ayrı son düşünüp yazmış bir yazardır Fowles. İki son yazması,
üç son, dört son yazılabileceğini göstermiyor mu… Ucunu açık bırakmadan da ucu
açık metin etkisi yaratmıyor mu…
NOT:
Bu yazı “1900” filmindeki sigara sahnesi sırasında yazılmıştır. O sahneyle
ilgili diyeceğim bir şey yoktur.
UZAK
AKRABALAR
-Bazen
cidden beni sevdiğini düşünüyorum.
-Ben
giderek severim, zamanla ya da uzaklaşarak…
hâlâ
sevemediklerimdir sevmeye çalıştıklarım.sevdiğimden giderim.sevmediğimi
kovalarım...ta ki sevene kadar...
Yukardaki
durumu yaşayan için neler dersiniz sayın Sohtorik.
Sayın Sohtorik
Herkesi
sevmeye çalışmak, acaba herkes tarafından sevilmeye çalışma arzusundan mı?
değil
sanırım.sevme bir son gibi gelir bana.sempati içerir.ben empatiyi seviyorum.
Siz
bence empatiyi sevmiyorsunuz, empatiyi cümle içinde kullanmışsınız sadece:)
Neden
mi böyle düşünüyorum...
Yorumunuzun
bir alakası var mı benim yazdığımla? Yani belki var ama bu bağlantıyı
kurmamışsınız, görülmüyor...
Ben
kibarlık edeyim, diyorum, devam edeyim belki konu toparlanır...
Ama
hayır, sevmenin size bir son gibi gelmesi, sempati, empati vs!!!
Buralara
zamanla, benim konumun çeşitlemeleri olarak tabii ki gidilebilir, uzak
akrabalara uğrayalım bir de denilebilir, ama anne babası belli çocuğa cami
avlusunda bulunmuş muamelesi yapılmaz ki... Böyle canının istediği yere
götürülmez ki bir konu, buna kaçırmak denir, konuyu kaçırmak...
Bunları
kendi blogunuzda yazabilir ya da bana sormak istiyorsanız özelden
sorabilirdiniz, haksız mıyım...
Ben
size sorayım o zaman: Şunu merak ediyorum. Nedir bu benim genelde kadınlarda
rastladığım, konuyu kendi hayatına, düşüncelerine, sevdiklerine ve
sevmediklerine vesaireye çekme durumu. Kaygısı. Mutlu mutlu ve olanın farkında
olmadan da anlatma, paylaştığını düşünme durumu... Benmerkezciliği. Bunu
başkasının alanında yaptıkları içinde de, anlayışsızlığı, hak ihlali, ve hatta
tecavüzü...
Yani,
her neyse bu, empatinin tam tersi.
Nedir
bu, açıklayabilir misiniz...
yazdığınız
konuya bir yorum değildi benim yazdıklarım.sadece paylaşımdı.zaten yoruma açık
bir konu değil yazdığınız.sadece insanın kendisinin nasıl davrandığını
düşündüren bir durum.ikili sohbetin aktarımı tarzında gibi yazdığınız.ve
sohbete katılmaktı benimkide.yazdığınız konularda durumu şahsileştirmeye
yöneliyorsunuz sonra katılımlardan rahatsız oluyorsunuz gibi geldi bana.Ayrıca
zaman zaman sizinde kişiselleştirdiğiniz yorumlar olmuş karşılıklı yorum
yapanlarla.
Birde
şunu önemsiyorum bir görüş düşünce yada anlatılmak istenen ancak karşıtıyla
olması durumunda daha iyi ifade edilir.bunu bir zenginlik olarak
düşünebilirdiniz kendi konunuza sahip çıkmak adına.aydın bir kişinin tarzı
böyle olmalı gibi algılıyorum.hoşgörü,sevecenlik,farklılıklara tahammül vb.
Birde
empati yapmadım haklısınız.Henüz empati yapacak bir farklılık göremedim :)
Diğer
kadınların durumunu genelleyemeyeceğim ama kendi adıma anlaşılmak ve içinde
olmak isteği bu kendimi katma meselesi.ama sizin yazdıklarınızı ihlal ederek
değil tabi.yazdıklarınızı anlamıştım .
Yazdıklarınızı
anladım, ama yoruma açık bir konu değil yazdıklarınız, diyorsunuz. Karşıt
tarafı göstermeye çalıştım, ben nasıl davranırdım diye düşünerek, diyorsunuz.
İkili bir sohbet tarzındaydı yazdığınız, ben de sohbete katılmak istedim,
içinde olmak ve anlaşılmak istedim, yazdıklarınız ihlal etmedim, diyorsunuz.
Kişiselleştirmeyi zaten, siz de yapıyorsunuz, benimki neden sorun oluyor,
diyorsunuz. Bu kişisel katılımlar bir zenginliktir ve aydın kişinin de
farklılıklara tahammül duygusuyla bunları anlayışla karşılaması gerekir,
diyorsunuz.
Bunların
yüzde doksanı doğru laflar; ama sadece bağlamından kopardığımızda. Yukarıdaki
hangi düşüncenizle bağlamından kopartıyorsunuz peki? Yüzde on, hangi düşünce?
“Onu söyleyelim, ön kabul olarak belirleyelim, kendimizi ikna edelim onla, ki
gerisi itiraz edilemeyecek şekilde gelsin” demeye çalıştığınız hangisi?
Tüm
bu düşüncelerinize hangi dar kapıdan girerek çıktınız.
Düşünmek
ister misiniz…
Ucu
açık metinleri eleştirirken, o metnin ucunun açık olmasının, ucunu kapatmamız
için değil düşünmeye çağlar boyunca devam etmemiz için olduğunu zaten
biliyordum, sadece açık ucu ya da uçları doğru görmemiz ve doğru bir uçtan hareketle
yorumlamamız gerektiğiydi belirtmeye çalıştığım, çünkü usta ya da büyük ya da
ünlü dünya yazarlarımızın konunun ucunu kaçırdıklarını düşünmüş ve bunu
göstermiştim… Sizinle yaptığımızın o duruma katkısı güzel, siz o yazarların en
azından niyet ettikleri gibi, konuya bir yerinden, bir ucundan devam etmeyi
aklınıza getirmiyorsunuz bile, metnimin zaten yoruma açık bir metin olmadığını
söylüyorsunuz. Bu kapıyı açtıktan –metnimin dünyasını kapattıktan- sonra, kendi
dünyanızdan devam etmenizden doğal ne olabilir ki!
LAPTOPLU
MAĞARA ADAMLARI
Şuradayız:
"Anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne
anladığıyla sınırlıdır."
Daha
“bilimsel” konuşalım: “Amerika'da 1950'lerden, Avrupa'da 1970'lerden sonra
genel olarak edebiyatın, ''yol göstericilik'' gibi bir görevi olamayacağı
kanısı başgösterir. Gerçeklerle uğraşmak bilimin işidir artık, edebiyat ise
müzik gibi, resim gibi bir sanat dalıdır, ölçütü doğruluk değil güzelliktir.
Güzel ise görecedir, yargı algılayan kişiye göre değişir.” (Prof. Dr. Gürsel
Aytaç)
Bu
anlayışın, edebiyatı -belki tam da yol göstericilik yaptığı, doğası gereği
yapabileceği için- atıl bir noktaya sürüklemeyi amaçlamış olup olmadığı
düşünülmeye değer; ama benim esas sorunum hayatla doğrudan ilgili şu durum:
“Yargı,
algılayan kişiye göre değişir.”
Bir
yazar yazdığı eserin algısını bu kadar çok okuyana nasıl bırakır!
Söylediğinin
her anlama çekilmesinden kim mutlu olur!
Bu
görelilik anlayışına nasıl gelindi?
Bülent
Somay’ın “Bir şeyler eksik” adlı kitabına bakabiliriz:
“20.
yüzyılın ortalarında hüküm süren aydınlanmacı inanç sistemleri bize nesnel
olarak belirlenebilen tekil bir hakikat vazedegelmişlerdi, postmodern inanç
sistemleri buna karşı çıkarak hakikati görelileştirdiler. Nesnel ve mutlak bir
hakikat yerine her düşünce sisteminin, her yöntemin ve giderek her bireyin
kendi başına ulaşabileceği göreli, çoğul ve sonsuz bir hakikatler dizisinden
bahseder oldular. Ortak hareket biçimleri ise bu sonsuz sayıdaki hakikat
arasından tartışma ya da pazarlık yoluyla varılabilecek mutabakatların bir
ürünüydü. Böylece metaların, daha sonra düşünce, duygu ve inançların daha sonra
da sanatın ardından en nihayet hakikat de serbest piyasa ekonomisinin bir
parçası haline geldi.
Postmodernizm
hakikati mutlak konumundan kurtardı kurtarmasına ama metalaştırdı, bir pazarlık
ve alım satım nesnesi haline getirdi. Kapitalizm Avrupalı iken mutlak ve
evrensel bir hakikate ihtiyaç duymuştu, küreselleşince çok kültürlü çok
hakikatli olması gerektiğini fark etti ve postmodernizmin hakikati öznelleştirip
dağıtan dinamiğini benimsedi.”
Bunları
okuduğumuzda öznelliğimizin ihya edildiğini değil de birileri tarafından ihya
yalanıyla kullanıldığımızı; “istediğinizi düşünebilir, istediğinizi doğru
olarak savunabilirsiniz, sizin hakikatiniz hakikattir, her şey ‘size göre’dir”
diyen birileri tarafından özgür kılındığımızı, demokratik bir toplumda
yaşadığımızı, fikir özgürlüğüne falan sahip olduğumuzu değil de her kafadan bir
sesin çıktığı bir karmaşalar toplumunda yaşadığımızı düşünebilmemiz gerekiyor.
Duygu,
düşünce ve inançlarında özgür olmamak değil söylemeye çalıştığım. Ama duygu,
düşünce ve inançlarımızı edinebileceğimiz, gözden geçirebileceğimiz hiçbir
sağlam kaynak kalmadığında nasıl gerçekten güvenilir duygu, düşünce ve
inançlarımız olabileceğini sormak… Olamayacağını söylemek.
(Bilmediği
bir konuda ansiklopedik bilgiyi araştıranla Ekşi Sözlük sitesini araştıranların
oranı nedir? Dedikoduysa çağın bilgisi, kocakarılardır en bilgelerimiz!)
Bülent
Somay, “Psikanaliz Adam Philips’in dediği gibi aydınlanmanın evrenselciliği ile
postmodernist göreliliğin tam arasında bir yerde durur.” diyor ve bize
bakabileceğimiz bir öğreti veriyor.
Ama
hemen sonra da şunları diyebiliyor, ben mi yanlış anlıyorum diye birkaç kez
okudum: “O yüzden bir filmin yazarı yönetmeni tarafından nasıl
anlamlandırıldığı bizim onu anlamlandırma çabamızda önemli bir yer tutmaz,
bizim aradığımız şey o metnin hakikati değil kendi hakikatimiz…”
Görelilik
tuzağına mı düşmüş acaba Bülent Somay?*
*Hilmi Yavuz da mı aynı tuzağa düşmüş: Gerçek bir hikaye
aktarıyor: Hoca, öğrencilerinden,
tahtaya alt alta yazdığı (ve onların kim olduklarını bilmediği) beş özel ismi,
bir dinsel şiir olduğunu bildirerek yorumlamalarını istemiş. Öğrenciler de, bu
beş özel ismi, bir şiir gibi okuyarak yorumlamışlar. “Metin diye bir şey
yoktur; sadece okur ve onun yaptığı yorum vardır!” görüşünü kanıtlamak için yapmış
bu deneyi...
Bu
gençleri paylamak zorunda kalıyoruz sonra, “Metin diye bir şey vardır, sizde
mantık diye bir şey yok mudur?” diye!
“Bir şiir gibi
okuyarak yorumlamışlar”!
Ortada bir şiir
yok ki, neyi yorumluyorlar!
Postmodern, yani modern sonrası diye bir şey varsa, gerçek sonrası diye
bir şey de olabilir, budur…
“Pratikte
bir anlamı olan hakikatler, vahiyler ve tebliğler ya da üstün yetenekli dahi
ermiş bireylerin zihinlerinde değil bireyler arasındaki etkileşim alanından
doğar ve anlaşılır.”
Size
bir soru: Bir jüri tarafından yargılanacaksınız, jürinizi sözgelimi Çetin
Altan’ın oluşturmasını mı yoksa halktan seçilmiş birinin oluşturmasını mı
tercih edersiniz?
Çetin
Altan’ı seçse de onun kararına itiraz edecek ve gücünü de “yaşadığımız çağın
anlayışı”ndan alacak; insanlığın sorunlarının Socrates devrinde cevaplanmış
olduğunu söyleyen, “ben Türkiye’den bahsetmem” diyen ve kıstası Kozmos olan bir
üstada bile “neye göre, kime göre” diye ciddi ciddi soracak insanlar giderek
çoğalıyor.
“Özneler
öncesinde ve onlar olmasa da var olacak bir hakikat tabii ki vardır ama bu,
insanların dil olarak, dil yoluyla kurdukları düzenin terimleriyle
algılanabilir anlaşılabilir değildir.” dedikten sonra şöyle bitiriyor metnini
Bülent Somay:
“Hakikate
ulaşabilirsiniz ama onu kimseye anlatamazsınız…”
İşte
bu da, hakikatin göreli olduğunu değil, onu anlatacak dili, iletişimi
geliştiremediğimizi gösterir. Hakikate laf etmemek gerek, her zaman olduğu gibi
insanlığımıza laf etmeli, onunla uğraşmalıyız… Ki, bir dil geliştirememe
nedenimiz, herkesin kendi ayrı dilini, hakikatini dayatmaya çalışması, çünkü
hakikat görelidir mantığının olumlanması değil midir…
Onca
yıllık tarihimiz var, edebiyatta söylenmemiş söz kalmadığı düşüncesi var,
tarihin sonuna geldiğimiz bile söyleniyor... Artık bir insanlık anayasası
hazırlanması beklenir değil mi! Hayır! “Hakikat görelidir” gibi ilkel bir
mantıktan söz ediyoruz hâlâ…
Kutsal
kitaplar var, edebiyatta “kutsal kitaplar” var, ama hâlâ deneme yanılma
yöntemiyle öğreniyoruz! Yazarların, filozofların kendisi “felsefe yapmaktan”,
“edebiyat yapmaktan” fazlasını beceremiyor… Örneğin, yaşam anlamsızdır, diyen
biri filozoftan sayılabiliyor. En önemli yazarlarımızdan biri, kendini böceğe
dönüştürmeyi hayal eden biri.
İnsan
ırkının zaafları, hâlâ bir hakmış gibi görülebiliyor; orta yaşa geldiğinde
olgunlaşmış olmak, yaşlandığında bilgeleşmiş olmak kıstas değil artık.
Ali
Nesin şöyle diyor:
“Gelişmiş
ülkelerde insanlar aptallıklarını gösterme özgürlüğüne sahip değil. Oturmuş bir
sistem var buna izin vermiyor. Oysa Türkiye’de trafiği tıkayabiliyorsun,
birisini ezip gidebiliyorsun. Bir yaptırım olmadığı için de bunları yapmaya
devam edebiliyorsun.”
Dünya,
gelişmemiş bir ülke gibi. Tüm dünya, bir üçüncü dünya ülkesi…
İnsanın
olabildiği de, laptoplu bir mağara adamına denk düşüyor…
“Evlenmeden
önce insanın yakın tarihini öğrenin.” diyor Ünsal Oskay.
Ama
aileden sorunlu devlet bakanımız Hülya Avşar’dan öğrenmeyi tercih ediyor
herkes.
Peki
ne yapacak, Anna Karenina’yı mı okusun!
Pek
tavsiye etmem, Anna Karenina’nın “esas” hikayesini bir kenara bırakırsak,
Tolstoy’un romanında ikincil kahramanlardan Levin ve Kiti’nin hikayesinden
evlilikte kadın egemenliği metni çıkar sadece, görebilene; gerçek mutlu ilişki
ipuçları çıkmaz, yazarı mutluluğa inanmadığı için.
Edebiyatın
(felsefenin) mutluluk diye bir şeye inanmaması, acıdan beslenmesi, tarihin bir
yerlerinde acıdan beslenmeye başlaması ve böylece devam etmesinden midir… Hazdan
da beslenerek başlasaydı sanıyorum bugünkü estetik açıdan etkileyici
denebilecek ama felsefi açıdan hatalı, olumsuz ve umutsuz eserler bu kadar
verilemez, edebiyat artık neredeyse tümüyle bunlara dayanmazdı.
Bir
deli bir taş atmış bin akıllı çıkaramamış, mantığıyla mı ilerliyor edebiyat.
Yanlış yol mu gösteriyor…
“Böylece
bendeki duyarlı adam yavaş yavaş silinerek, yerini güzel konuşmasını bilen
adama bıraktı.” der Oyunculuk Üzerine Aykırı Düşünceler’de, Diderot.
Edebiyat
bana bazen, sadece güzel konuşan birinin konuşmaları gibi geliyor. Hayran
oluyor ama peşinden gitmiyorsunuz, yani ben gitmiyorum… Güzel ama aptal bir
kadının peşinden gitmediğim gibi…
Acıya
duyarlılık, hakiki duyarlılık olarak alınıyor, ama tek yöne duyarlı olmak, yarı
yarıya duyarsız olmak demektir.
Hasan
Ali Toptaş’ın kitabından çıktı tüm bu metinler, en iyi örneklerden birini de
yine o kitabında veriyor:
“Cioran
okumak her daim iyidir çünkü insana kendini kötü hissettirir.”
Günümüzde
biraz edebiyattan anlayan hiç kimse Toptaş’a sormaz, neden kötü hissetmeye bu
kadar düşkünsünüz diye, kimse bunu açıklamasını beklemez, doğal hal budur,
onlara göre…
Bunun
nedeni, küçük yaşlardan okumaya başlamak olabilir mi…
Böyle
doğmuş olmayabilir her yazar, ama çoğu erken yaşlarda okumaya başladıklarından
böyle olmuş olabilirler…
Mutluluk
bir hal, bir durum değil bir karakterdir demişti, Ahmet İnam. Edebiyatın
karakteri mutsuzluk mu, yoksa çevrenin kötü etkisinden söz edilebilir mi,
okuduklarının kötü etkisinden…
“Bir
hikayeyi dünyadaki bütün insanlar arasında sadece size göründüğü şekliyle
anlatabilirseniz kaçınılmaz olarak özgünlük tohumları taşıyan bir eser yaratmış
olursunuz. Bu, sıradan yazarların becerebileceği bir iş değildir, bunun 1.
sebebi yazar olacak kimselerin okumaya başladıkları günden beri kendilerini
başkalarının yazıları içine gömmüş olmaları ve acıdır ama dünyayı başkalarının
gözüyle görme eğilimine girmiş olmalarıdır.” (Dorothea Brande)*
*Tabii
burada muhtemelen benim eleştirdiğim büyük yazarlardan söz etmiyor... Evet,
haklıdır, büyük yazarlar birbirinden özgün olabilirler. Ama hâlâ acıdan özgür
olamamışlardır...
Böylece
“hayatı karşılayan eser” “insanın ve yaşamın gerçekliğine yönelik eser”
takıntısını da açık edebilirim burada. Nedense sadece bunalımlı, karamsar
eserler bu kategoriye sokulur, ama dediğim gibi bu bir kategoridir, felsefi
anlamda hayatın sadece bir yönünü karşılıyordur bu eserler… Ben, örneğin,
hayatımı karşılayan bir eser bulamadığımdan oturdum kendi hayatımı yazdım,
yazıyorum. Neden mi? Çünkü mutluyum! Kendimle özdeşleşebileceğim o kadar az
yazar var ki!
Sorunlara
karşın mükemmel bir basitlikteki güce inanıyorum: Nefes almaya… Bu basit gücün
bugüne kadar gelmiş geçmiş düşünürlerin en az yarısını üfürecek bir güç
olduğuna inanıyorum.
Ölüme
karşı doğuma inanıyorum.
Planlayarak
doğduğumuza inanıyorum...
Kafka’ya
ise inanmıyorum…
Onu
diğer yarım olarak görüyorum, ama çürük yarım, işte bu da, diyorum, benim
mutsuzluğum!
Yüzücü
olmak isteyen, ona da gerek yok, ilk kulaçlarını atmasını yeni öğrenen bir
çocuk şu Kafka metnini kazayla okusa ne hisseder bir düşünün:
“Ben
de başkaları gibi yüzebiliyorum, yalnız benim, başkalarınkinden daha iyi bir
hafızam var. Eskiden yüzmeyi beceremediğimi unutmuş değilim. Ama işte bunu
unutmadığım için de, yüzme becerim hiçbir işe yaramıyor ve sonuçta
yüzemiyorum.”
Algının
yaşamı karartması…
Böylece
“20’li Yaşlarına Gelmeden Çocuğumu Asla Sokmayacağım Pasajlar” adlı seri
yazılara giriş yapmış oluyorum.
Biraz
sonra…
KLASİKLERİ NASIL OKUMALI:
ORWELL
İLE HUXLEY
"Orwell
kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları
yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse
kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan,
Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak
olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin
umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür
haline gelmemizden, Huxley anlamsız şeylerle ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden
korkuyordu.
1984’te
insanlar acı çekerek denetlenirken, Cesur Yeni Dünya’da insanlar hazza
boğularak denetlenmektedirler. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin
mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkuyordu."
(Televizyon: Öldüren Eğlence / Neil Postman)
Bizi
sevdiğimiz şeylerin mahvetmesi…
Edebiyatseverler
de bunu üzerine alınmalı…
“Yaşamımdaki
en büyük talihsizliklerden biri, daha on altı yaşındayken Kafka okumak oldu.”
diye başlıyor Oğuz Demiralp “Gündüz Kafka, Gece Samsa” adlı metnine.
“Edebiyat
denen müsibet” diyor; öyle sanıyorum ki sevgi cümlesi olarak kuruyor bunu…
Yoksa
değil mi?: “Kendimi günlerin akışına
bırakıp yaşayıp gitmek varken, önüme bir sis perdesi çıkarmıştım.”
Yok
yok, hala hayata atılmaya çalışan bir gencin doğal hissiyatı içinde yazıyor,
sis perdesini aralayabilir...
“Hafta
sonu elalem bilmem ne caddesinde piyasa yaparken, ben bu acayip şeyleri
okumaktan nasıl zevk alabiliyordum?”
Yeni
yetme aklıyla kavrayamamış henüz diye çıkarım yapıyorum bu cümleden de; bir
denge durumu olduğunu zamanla anlayacaktır, diye düşünüyorum, el alemlik ile
acayiplik arasında, piyasa yapmak ile musibet olmak arasında, beyaz ya da pembe
diziler ile kara diziler arasında…
Devam
ediyor Oğuz Demiralp: “Yazınsal okuma/yazma alışkanlığı 16-19 yaşlarında
yerleşir. Bu yaşlarda yazın’ın tuzağına düşmekten daha büyük talihsizlik önemli
bir yazar ile yakınlaşmak olabilir(!). Böyle bir ilişkiye giren genç kişinin
hem anlıksal hem de ruhsal açıdan yetiştirici olduğu denli ömür boyu izi
kalacak bir deneyim yaşaması beklenmeli.” (Son cümle aynen böyle.)
Bir
kez daha dua ediyorum; 20’li yaşlarımdan önce okumaya başlamadığım için…
20'Lİ YAŞLARINA GELMEDEN
ÇOCUĞUMU ASLA SOKMAYACAĞIM PASAJLAR
Neden böyle bir başlıkla dünya yazarlarından
örnek pasajlar... Kafka'dan, Cioran'dan, Hume'dan, Schopenhaur'dan, Thomas
Bernhard'dan, Kafka'dan... Biraz açıklamıştım nedenini, ama daha iyi bir
açıklama buldum… İşte şu nedenden:
Istvan
Örkeny
1
dakikalık Öyküler
"Evde
olmak"
.....
-Ne güzel değil mi? Bak bu tren bizi evimize götürecek.
-Ne güzel değil mi? Bak bu tren bizi evimize götürecek.
-O zaman ne olacak ki?
-Evimize kavuşacağız!
-Peki ev ne demek? diye sordu çocuk.
-Bundan önce yaşadığımız yer demek.
-Orada ne var?
-Oyuncak ayıcığını hatırlıyor musun? Belki bebeklerin de duruyordur.
-Anneciğim peki orada gardiyan var mı?
-Hayır yok.
-O zaman, oradan kaçabilir miyiz?..
-Evimize kavuşacağız!
-Peki ev ne demek? diye sordu çocuk.
-Bundan önce yaşadığımız yer demek.
-Orada ne var?
-Oyuncak ayıcığını hatırlıyor musun? Belki bebeklerin de duruyordur.
-Anneciğim peki orada gardiyan var mı?
-Hayır yok.
-O zaman, oradan kaçabilir miyiz?..
PASAJLAR
-Yanlış duyum yoktur.
-Yanlış sonuç vardır.
David Hume
“Dışarıya
baktığımda daha baştan her yanda tartışma, çelişki, öfke, iftira, ve kötüleme
görürüm. Gözümü içeri çevirdiğimde, kuşku ve bilgisizlikten başka bir şey
bulamam. Tüm dünya bana karşı çıkmak ve beni çürütmek için elbirliği yapar; ama
öyle zayıfım ki, tüm görüşlerimin başkalarının onaylarıyla desteklenmedikleri
zaman gevşeyip kendiliklerinden düştüklerini duyarım. Her adımı duraksayarak
atarım, ve her yeni düşünce beni uslamlamamda bir yanılgı ve saçmalık korkusuna
düşürür.”
İnsanın
bu kadar yanlış yaşayıp tarihe geçmesi...
Önemli
bir filozof olması.
Önemli
bir filozof sayılması, diyelim.
Tüm
güçsüzlükleri dengeleyen bir güç!
Başarı
olarak bile nitelenebilir.
Onun
başarısı mı peki, felsefeci adamın yani?
Milan Kundera
Varolmanın
Dayanılmaz Hafifliği’nden:
“Ölüme
yaklaştığımızı her an bize haber veren kalp atışı...”
Halbuki
bize yaşadığımızı haber verir.
Yaşamdaki
her şeye şu anki değerini veren ölümdür.
Ölüm
olmadığında her şeyin değeri düşer.
Tek
bir şey hariç: İntihar...
Yaşamaya
çalışıp yaşayamamaktan daha kötüsü var: Ölmeye çalışıp ölememek.
Cioran’ın
harika aforizması:
“İntihar
fikri olmasa kendimi çoktan öldürmüş olurdum.”
Ya
da
“İntihar
fikri sayesinde hayatta kaldım.”
Harika!
Ama intihar felsefesinin doğrusu şu:
“İntihar
bir ölüm biçimi değil bir yaşam biçimidir, sonunda ölümü getiriyor olsa da.
İnsan ölüme tutkun olduğu için değil, yaşamı beceremediği için, özellikle bozuk
bir bilinçle yaşama katılmak zorunda kaldığı için ölmek isteyebilir.” (Afşar
Timuçin)
En
doğrusu…
Herkes
bu lafa uysa keşke…
Ne
olurdu?
Kesinlikle
intihar etmezlerdi!
Allahın
cezaları…
Sartre
“Sonuçta,
yaratılıştan bir moral yetkinlik düzeyine eriştiğim yollu karanlık ve derin bir
inanca sahibim. Söz konusu olan yalnızca, daha sonraki davranışlarımla onu hak
etmektir. Her yeni durum, beni küçültebilecek ve kendime yaraşır bir şekilde
kendimi göstermem gereken bir tuzak, bir pusudur.”
Thomas Bernhard
“Böylece
herkes kendi yaşam hırkasını örüyor. Kimi içine daha çok kalp örüyor, öteki
daha az, sonunda hepsi keçeli, fazlasıyla dar, delikleri dar, bitirinceye kadar
da ön yüzü fareler ve güveler tarafından yenmiş oluyor, daha bitmeden
mahvoluyor olağanüstü parça ve Tanrı o zaman ‘yakışmış’ diyor.”
Kafka
“Faydalı
bir şey öğrenmeyişimin, buna sıkı sıkıya bağlı olarak kendimi her gün biraz
daha bedence erimeye terk edişimin gerisinde bir dilek gizlidir belki. Sağlıklı
ve yararlı bir insanın yaşama sevincinin beni yolumdan döndürmesini
istemiyorum.”
Cioran mı?
“D.
kötülüğü özümsemekte yeteneksizdir. O buradan hareket ederek varoluş ortaya
koyar, ama bunu düşüncesine katamaz. Bilinmeyen cehennemden çıkacaktır o, ona
engel olan şeyin üstündedir. Uğradığı felaketler düşüncelerinde en küçük bir iz
bırakmayacaktır. Tepkileri olur zaman zaman yaralı bir hayvanın tepkileri
sadece. Olumsuz olana kapalıdır, sahip olduğumuz hiçbir şeyi ayırt etmemesi
varlık-olmayanın zenginliğinden başka bir şey değildir. Yine de bazı
hareketleri şeytansı bir düşünceyi ortaya çıkarır. Şeytansı olduğunu bilmeden.
Bu adam, iyilik tarafından kafası karışmış ve köreltilmiş bir yıkıcıdır.”
İşin
ilginci buradaki tanımlamalar tam da iyiliği özümseme yeteneksizi için de aynen
söylenebilir. Bakalım: Kötümser iyiliğin var olduğunu görür ama onu düşüncesine
katamaz, bu yüzden de var olmadığını düşünür. Kötümser ona engel olan şeyin
altındadır, altından çıkmak için hiçbir şey yapmadığı için altındadır.
Tepkileri olur zaman zaman, yaralı bir hayvanın tepkileri sadece. Olumlu olana
kapalıdır, sahip olduğumuz hiçbir şeyi ayırt etmemesi varlık-olanın
zenginliğinden başka bir şey değildir. Yine de bazı hareketleri şeytansı bir
düşünceyi ortaya çıkarır. Şeytansı olduğunu bilmeden. Bu adam kötülük
tarafından kafası karışmış ve köreltilmiş bir yıkıcıdır.
Yani fark bilinçtedir.
Cioran
“Bir
canlı olarak varoluşum fikirlerimle çelişki halinde.”
Fikirlerinin
yanlış olduğunun kanıtı işte bu. Tabii asıl şu: O yanlış fikirlerle varoluşunu
nasıl doğru kavrayabilirsin?
Size
umutsuzluğu aşılayan laflara inanmayın, bu lafları ta içinizde hissediyorsanız
da, kendinize (inanmayın)…
Jean Cocteau
“Burada
yaşamaya çalışıyorum, ya da, içimdeki ölüme benimle nasıl yaşaması gerektiğini
öğretmeye.”
Nasıl
meydan okuyucu bir laf! Hoşuma gitti. İnsan ölüme böyle meydan okuyabilmeli!
Karşısına almadan meydan okuyabilmeli insan böyle her şeye.
Bir
internet sitesinden sağlam acılı edebiyat.
“Yaşam önce sınava sokar sonra dersini verir...”
Yaşam önce sınava sokup sonra dersini falan vermez, sınava dersine
çalışmadan giren insandır; dersini böyle acı bir şekilde aldığı için yaşamı
suçlayan insan; kendi aklında ve davranışlarında değil de yaşamın tasarımında
bir hata olduğunu düşünecek kadar benmerkezcil olan, bu benmerkezciliğin en
büyük hatası olduğunu çağlar boyunca anlayamayan insan.
Romanım da
buradan başlayacak…
Artık hazırsınız…